İsmi müsemma kaydına düşmeyen
Dört kapıdan Kırk makama geçmeyen
İşleğini yetmiş üçe seçmeyen
Güruh-u Naci’yim dese ne fayda
-Fedaî-

SEYD-İ SAADET EVLAD-I RESULLUĞA DAYALI SEÇKİNLİK Mİ, YOL EVLATLIĞINA DAYALI YETKİNLİK VE SEÇİLMİŞLİK Mİ?

-I-

Uzunca bir süredir örülen ama bu günlerde, Kızılbaş Aleviliğin bir çok sorunu gibi el altından (!) güncelleştirilen, Yol açısından son derece önemli bir konuyu ele almak istiyorum bu yazıda.

Bu günlerde bir çok biçimlerle güncelleştirilen ve birkaç ayrı kanaldan hareketle sürdürülen bir tartışma ve buna bağlı olarak bir yandan saflaşma bir yandan da taraf belirleme diyebileceğimiz yoğun bir hareketlilik sürdürülmeye çalışılıyor.

İzlenebildiği kadarıyla, saflaşmada tartışmanın ekseni “Seyd-i Saadet Evlad-ı Resul”luk mu, yoksa, bir biçimde ‘Ocak soylu’luğu içerse bile, yetkinlik ve rızalığa dayalı seçilmişlik mi sorunsalı üzerinden yürütülmektedir. İzlenebildiği kadarıyla diyorum, çünkü, taraflar kendilerini ve savundukları düşüncelerini, daha çok kapalı kapılar ardında yürütmekteler. Ne olup bittiğini, ancak, işin başını çekenler bilmekte ve bunu oldukça yukarılardan yürütmekteler. Sürekle ilgisi olmayan bu yöntem aynı zamanda tarafların kendilerine, nasıl bir gelecek düşündüklerini ve yönlerinin neresi olduğunu da tayin ediyor. İşin içinde olan bir çok Pir, Dede veya Baba’nın gelişmenin bu yönünün farkında olduklarını sanmıyorum. Ama nasıl bir yükün altına girdiklerini fark ettiklerinde de korkarım iş işten geçmiş olacak.

Taraflardan birinciler seçkin olmayı, yetkinliği ve “Rızalığı” değil, Soya dayalılığı, yetkinin bir mülkiyet ayidiyeti gibi devam ettirilmesini esas alıyorlar. Bu yönleriyle talibe arkalarını dönüyor ama onun hem önünde hem de üstünde olmayı doğal bir hak olarak görüyorlar. Açıktan dillendirmeseler de, Geleneksel Kadim Ocakları, Seyitlik lehine mülklerine geçirenlerin ve o günden bu yana mülke ve soya dayalı bir mirası, sürekli sonraki kuşaklara devretmeleri, her jenerasyonun içine doğduğu hazır bir yaşam olmakta ve böylece de doğal olarak, bu makam “babadan oğula” devredilen bir “hak” olarak görülmektedir.

İkinciler ise bir başka süreğe, “Yol evlatlığı Süreğine” dayanmayı, özellikle de günün gerçeklikleri dikkate alınarak, daha uygun bulmaktadırlar. Buna göre Pirlik makamı, bir yetkinlik, bir bilgelik makamıdır. Ve Pirlik bu özellikleriyle Talipten Rıza ve Onay alır, onun iradesinin doğal sonucu olarak ona hizmet etmek üzere makama oturur. Açıkça ifade edilmese bile yaklaşımın arka planı böylesi bir gerekçeye dayanıyor ki, Kadim Kızılbaş Süreği, bana göre bu zemindedir. Çünkü, devleti ve devlet olmayı reddeden bir toplumsal oluşum, doğaldır ki her türlü ayrıcalığı, özellikle de çıkara dayalı ayrıcalığı ve hiyerarşiyi ret edecektir. Hele de kutsanmış bir seçkinliği asla kabul etmemiştir, etmeyecektir. Kızılbaş Alevilikte makam, örnek olsun ne İran Şia’sı ile ne de söz gelimi, Hindistan’daki kutsanmış aristokratik kast sistemiyle kıyaslanamaz, kıyası kabul de etmez.

Şimdi, güncel yaklaşımları itibariyle, tanımlamaya çalıştığım bu iki ayrı ama birbirine oldukça zıt kavrayış tarzlarının, tarafları, aslında ve belki de kendilerine rağmen nerelere kadar götürdüğünü, somut örneklerle ele alıp irdelemeye çalışacağım. Ancak, buna geçmeden Yol’un bu konularda nasıl bir sürek izlediği hakkında, kısaca da olsa, okuyucuyu bilgilendirmek istiyorum.

Kadim geçmişinde Kızılbaşlık Kadın Atanın öndeliğine ve önderliğine dayalı, “aynı özden”, yani “aynı etten ve sütten olma” bağlamında, bir ortaklık toplumu yapılanmasına dayanıyordu ve topluluk üyleri “kandaşlığa/karındaşlığa” dayanıyordu.

Kadim kandaş/karındaş toplum yapılanmasının çekirdeğini Ocak oluşturuyor ve Ocak, toplum yapılanmasının da en küçük birimi olarak süreğe katılıyordu. Kadın Ata’nın önceliği ve önderliğinde tarım toplumunun bütün oluşumları ve organizasyonları gerçekleştirilirken, yapılanma, “herkese ihtiyacına göre ve herkese yeteneğine göre” olan “Ana Yasası”na dayandırılıyor ve organize ediliyordu.

Kandaşlığa dayalı Kadim Ortaklık Toplumu, bir başka nitelemeyle kadim “Rızalık Şehri Toplumu”, ayrıntısına girmeden kabaca ifade edecek olursam, gelişmesinin bir evresinde avcı ortaklık şeflerini de yanına alan Ocak Pirleri tarafından aile mülkiyetine geçirildiler. Tarihsel sapma böylece başladı ve bu sapmanın mucidi, öğrendiği her şeyi Kadın Ata’dan öğrenen babalardı, yani erkeklerdi.

Erkekle, başlayan sınıflaşma ve devletleşme, özel çıkarlara dayalı şiddetle örülmeye başlayan bir dünya gerçeğine doğru evrilirken, ortaklık toplumu Süreği de eski “kandaşlık/karındaşlık” zemininde kalamazdı. Kadın Ata, sürekte uzun ve ince bir zaman dilimi boyunca, erkek egemen sapmaya karşı mücadeleyi sürdüre gelirken ve giderek kendini “sır içinde sır” olarak gizlerken, “Herkese ihtiyacına göre” ilkesinin bir sürek olarak akıp gelmesine gözcülük etti. Ancak, Ocak yapılanması, “Karındaşlık” tan Yol Kardeşliğine evrildi.

Daha genişleyen ve giderek Ocakların kardeşliğine doğru yol alan bir süreğe girdi. Erkek Egemenlikli, sınıflı ve devletli toplum süreğindeki her değişim ve dönüşüm, zıtların karşılıklı duruşu, birbirini etkilemesi, birliği ve mücadelesi bağlamında, Ortaklık toplumu yapılanmasını da hep etkiledi. Bazen olumlu etkilenme bazen da olumsuz etkilenmeler oldu. Erkek egemen kuşatmanın alanı baskın olarak genişledikçe, ortaklık toplumu üzerindeki baskı, şiddet, dağıtma, talana dayalı tahribatta o ölçüde nasibini aldı ama bu yolak bu güne kadar hep sürüp geldi.

Bu kısa ama oldukça kaba aktarmamızdan, konumuz açısından çıkarabileceğimiz son derece önemli iki sonuç var:

Birincisi, kadim Ortaklık toplumu süreğinin en önemli varisleri olarak Kızılbaş Alevilerde, yapılanmaya üyelik, Kandaşlığa/karındaşlığa dayanmaz. Bu belirleme, tarihin oldukça gerisinde kalmış ve ilk olma bağlamındaki bir koşuldur. Bu bağlamda “Alevi olunmaz Alevi doğulur” sözü bir atmasyondur. Tam tersine “Alevi doğulmaz Alevi olunur” şartı, hem Yol’dur hem de Erkân. Bu demektir ki Kızılbaş Alevilikte temel üyelik erkânı ‘Karın Kardeşliği’ne değil “Yol Kardeşliğine” dayanmaktadır ve bu da belli koşullarla/sürelerle yerine getirilmektedir.

Biyolojik evlatlığına değil Yol Evlatlığına bağlı olmak, aynı zamanda Kızılbaş Aleviliğin kadim Kadın Atasının “Ana Yasasına” da uygundur. Eğer, her kese yeteneğine göre toplumsal işbölümü dağılımı olacak ve herkes ihtiyacına göre yaşayacaksa, Yol evlatlığı veya Yol Kardeşliği erkânı da olmak zorundadır. Özgür olmanın, Eşit olmanın ve Kardeş olmanın başka yolu var mıdır?

DSCF1429

-II-

Kızılbaş Alevilikte, evrilerek bugüne geldiği biçimiyle Yol Kardeşliği’nin temel bir erkân olduğunu belirtmiştim. Yine aynı bağlamda Yol Kardeşliği erkânı’nın yürütülüşüne ilişkin bir başka anlayış ise İkrar erkânıdır. Bu, Yol Kardeşliği’ne açılan kapıya işarettir. Bu kapıdan geçilmedikçe kişi, ‘anne-baba evladı’dır ve sadece potansiyel Alevidir. Bir başka deyimle o bir Alevi adayıdır o kadar. Anasından doğmuş olmak, adaylık için yeterli olandır. Çünkü, Kızılbaş Aleviliğin en temel kavrayışlarından birisi de “Ananın yol, Babanın ise erkân” olmasıdır. Hal böyle iken, Yol-Erkân-Meydan adına son derece kaygı verici gelişmeler yaşanıyor.

Bu günlerde koltuklarına Kur’an iliştirerek, okuma yazma işleminde bile güçlük çeken bir kısım “Seyd-i Saadet Evlad-ı Resul” iddiasında olan kimi Pirler, Kur’an ayetleri ezberlemeğe çalışıyorlar ve duyuyoruz, gittikleri her meydana, bu sözünü ettiğim bilgilerle değil nasıl da Müslüman olduklarının, hatta mülkiyet mirası gereği “öz Müslüman” olduklarının bilgisini taşımaya özen gösteriyorlar. Başka yolları var mı, bir taraftan Peygamber’in torunu olduğunu söyleyeceksin ama diğer taraftan da Kızılbaş Aleviliğin en temel anlayış ve erkânlarından söz edecek, Talibi uyandıracak eğiteceksin !? “Öz Müslümanlık” yarışına girişmenin dışında olacak iş değil!.. Zaten Yol-Erkân-Meydan bağlamında yaşanan cehaletin boşluğuna ne boca edersen o gidiyor ve devlet katlarından el üstünden ve el altından müdahale girişimlerinin tek dayanağı da bu boşluk oluyor ve Seyd-i Saadetlik, her dönem olduğu gibi, bu dönemde iş görebilecek işlevli bir mekanizma olarak ele alınıyor. Yarattıkları mekanizmanın ne işe yaradığını biz onlara öğretecek değiliz ya!..

Köhne-i Nuh gemisine binmeyen
Nar-ı Bad’dan Ab-u Hak’ka ermeyen
Kubbe-i Alem’de yunup kanmayan
İsmine evladım dese ne fayda
-Fedai-

Anasından doğan aday, vakti zamanı geldiğinde ve bunun için hazır olduğuna inanıldığında, “ölmeden ölecek” ya da manevi bağlamda “ölüp yeniden dirilerek” bu kez de “babasından doğacaktır”. Böylece artık yol evlatlığına girmiş olacaktır. Bu Alevi olmanın ve Alevi “yurttaşı” olmanın en temel koşuludur. Kullandığım bu deyimler, Aleviliğe yabancı olan okurları şaşırtmasın. Bunlar Aleviliğe girişte yerine getirilen kimi temel kuralların, taşıdığı anlamları betimleyen sembolik ifadelerdir. Yol insanı bu deyimlerin taşıdığı anlamı bilir.

Şimdi burada sorulacak çok önemli bir soru bulunmaktadır ki, bu erkânı anlatmamın esas nedeni de bu sorunun gereği içindir; Aleviliğe ya da özgün deyişle Yol’a giriş erkânı bir talip adayı için eğer böyle ise, bu erkâna Pir Soylu’lar da tabi değil midir? Talip için geçerli olan kural Pir için geçerli değil midir?

Rızalık Şehri üyeliğinde, bir başka ifade ile Ortaklık Toplumuna üyelik koşullarında hiçbir istisna yoktur. Soylu- boylu, ayrıcalıklı ise asla mümkün değildir. Aksi durumlarda o meydanda ne Rızalıktan ne de Ortaklıktan söz edilebilir. Bugün bu toplumsal yaşam tarzı yaşanmıyor olsa bile bir biçimde devam eden erkân gerçeği bundan başka bir anlama gelmez, sağa sola çekiştirilme ile de bu gerçeklik değiştirilemez. Bu gün birileri, İslam tabiyetine girmenin gereği olarak, onun giriş şartlarını bir biçimde yaşamaya çalışsa ve o yöne doğru bir meyil içine girse bile, süreği yine böyle takip edenler olacaktır. Tarihin her döneminde bu gibi girişimler hep olmuştur ama yol yolcusuz kalmamıştır.

Yol-Erkân-Meydan süreğinde yaratılan tarihsizlik, tarihsizliğin ortaya çıkardığı hafıza kaybı gibi son derece önemli nedenlere dayalı olarak yaşanmakta olan Yol cahilliğinden yararlanan birileri, bu gün, Pirlik Makamı gibi son derece önemli bir makama, sanki babadan kalmış mülk mirası örneği, soy-boy gibi ayrıcalık arayan, dahası üstünlük ve efendilik arayan kimileri için, hem de soylarını ve boylarını dayandırdıkları Peygambere ilişkin, her Alevinin bildiği bir örnek vereceğim.

Vereceğim örnek her Alevi tarafından bilinir de o örnekten alınması gereken mesaj alınmaz, en önemli dersin üstü örtülür hep. Benim ise Hallac-ı Mansur demişleyin, “Pirim ve Üstadım Azazildir”, yani iblistir!.. Meleklerin gizlediklerini açmak, sırlarını aşikâr etmek, onun en başat işidir. Biraz benim de öyle!. Yüzümün soğuk olmasına sebep en önemli suçum da budur!..

Ben kimi yazılarımda sık sık bir örnekten söz ederim; Kızılbaş Alevilerin, özellikle Şah İsmail-Yavuz Selim arasındaki savaştan ve Şah İsmail’in yenilgisini takip eden süreç içerisinde, başkentin Erdebil’den alınarak Kum kentine taşınması ve ilk kez İran’da iktidar olan Ali Şiası’nın, bölgedeki Kızılbaşlarla siyasal bağlamdaki ittifaklarını bozmalarından sonra, hem İran alanında hem de Anadolu alanlarındaki Kızılbaşlara yönelik Şia propagandasını yoğunlaştırdılar. İşte, bu çalışmalar bağlamında, bugün elimizde, değişik bölgelere ilişkin olarak gönderilmiş, birbirinden, bölgesine göre farklılaşan, on kadar “Buyruk” nüshası bulunmaktadır.

Bu propaganda broşürlerinin (risale) en temel özelliği, gerek İran alanlarındaki gerekse Anadolu alanlarındaki Kızılbaşların, Ali bağlamında Şia kanalıyla İslam içine, bu bağlamda da Müslüman Devlet tabiyetine çekilmesini amaçlamasıydı. Bunun için de, tıpkı Hıristiyan misyonerlerin Afrikalıları Hıristiyanlaştırmaları örneği, “biraz İsa zencileştirilecek, zenciler ise biraz beyazlaştırılacaklardı!..” Öyle de yapıldı.

Bu buyrukların hangisini alsanız gönderildiği bölgeye uygun bir Ali tanımıyla karşılaşırsınız ve bu Ali biraz Kızılbaşlaşır ama Kızılbaşların da biraz şialaşarak Müslümanlığa yöneltilmek istendiğini açık bir şekilde tespit edebilirsiniz. Ortaklık toplumuna ilişkin az çok merkezi yapılar sürdüğünce bu broşürler pek fayda etmez, ama her katliamı takip eden bastırmalar ve dağıtmalar oldukça, giderek bu bilgiler, kendi başına kalmış Pirlerin elinde gerçek bilgiler olmaya başlar. Başlangıçlarda dışlanan ve kabül görmeyen bu broşürler, giderek takiyye konusu olarak işlev görür ve son yüz-yüzelli-ikiyüz yıldan bu tarafa da takiyyeler gerçek bilgi olarak kuşaklara aktarılmaya başlanır. Bu gün ise bu bilgiler, yerini doğrudan devlet bendesi olmak bağlamında İslam gereklerinin öğretilmesine dönüştürülmek istenmektedir.

Biraz Şia kanalıyla Müslümanlık, biraz da bölgesinin algılayış ve yaşayış tarzına uygun Kızılbaşlık olarak belirttiğim “Buyruk” adlı bu broşürlerden sadece İran değil, onunla aynı toplumsal kesim üzerindeki hegemonya rekabetinde olan Osmanlı da yayınlamıştır. Bu broşürler İttihat ve Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sınca yeniden ve yeniden gözden geçirilmiş ve devreye sürülmüştür. Ne ki, bu broşürlerden çoğunluğunun başvurduğu, Aleviliğin nasıl da Muhammed ve Ali’den kaldığını öyküleştiren bir bölümü var ki, konumuz açısından hem Kızılbaşlığa ilişkin, hem de Yol-Erkân-Meydan anlayışına ilişkin kimi bilgileri, bir biçimde göstermesi bakımdan, son derece önemlidir. Bu öyküyü özellikle benim jenerasyonumdan bilmeyen Kızılbaş yoktur. Bu öyküden yukarda da belirttiğim gibi, çıkartılacak önemli iki ders vardır; herkes bu öyküyü bilir de, Pirler de dahil, sıra bu derslere gelince, alayı atlarlar bunun üzerinden.

Derslerden birincisi; Miraç dönüşü Hz.Muhammed’e Cebrail aracılığıyla bildirilen ve mutlaka gitmesi istenen “Kırklar Cemi”, oradaki anlatıldığı biçimiyle de tipik bir “Ortaklık Toplumu” yapılanmasıdır. Orası “Eş ve Eşitler Meydanı” olarak o broşürlerde bile ifade edilmektedir.

İkinci önemli ders ise; Peygamber, hem dünyasal hem de ruhanî sıfatlarıyla mücehhez Peygamber olarak, Kırklar Meydanı’na alınmaz. Ne zaman ki bütün bu yetkilerinden sıyrıldığını ifade eder, dahası, kendisini sıradan bir hizmetli, “Hadim-i Fukara-yoksulların hizmetçisi” olarak tanımlar ve tanıtır, ancak bu koşullarla “Kırklar Meydanı”na alınır. (Bkz. Buyruk. “Miraç” konusu)

Buradan çıkartılacak en önemli sonuç, Kızılbaş Alevilik gerçeğinde Peygamberlik makamının olmadığıdır. Kızılbaşların her süreçte takip ettikleri “Yol Uluları” vardır ama Peygamberleri yoktur. Bu bir korkma ve ürkme meselesi değil, gerçeği olduğu gibi görme ve ifade etme meselesidir. Kimi Alevi kuruluşları bu gibi konuları programlarının sorunu haline getirmekte ve birbirlerini şu veya böyle olmakla suçlamaktadırlar. Bu belirlemeler programın değil, eğitimin konularıdır oysa.

Bu gün Yol erkânlarında, gülbanklarında sıklıkla dillendirilen “Hak-Muhammed-Ali” şeklindeki üçlü ifade biçimi, Şia’nın “tekbir” getirmesi örneğindeki gibi “Allah’ın bir, Muhammed’in onun kulu ve resulü, Ali’nin ise onun Velisi” olduğuna ilişkin bir anlatıma denk gelmez, onu da karşılamaz. Kızılbaş Aleviliğin felsefî kavrayışına ilişkin simgesel bir betimlemedir ve batın dilinde ise bu “Hak-Ali-Fadime” olarak ifade edilir. Daha da “içeri” olan belirlemede ise bu üçlü (teslis) dizge “Hak-Naci-Naciye” olarak ifade edilir ki, tamamiyle evrensel doğuşun kuvvetleriyle ilgili bir betimlemedir ve en doğrusu da budur. (bkz. “Varlığın Doğuşu” )

Hal böyle olunca, Yol süreğinde bizzat Peygamberlik kurumunun kendisi kabul görmediği ve yukarda değindiğimiz Miraç olayında olduğu gibi, bizzat Muhammed’in kendisi dahi peygamberlik yetkeleriyle onun meydanında yer alamadığına göre, Onun çocukları, soyu ya da sülalesi olduğunu iddia edenler, bir hak edilşmiş gibi, hem de bu günkü tarihsel-toplumsal gerçeklikte, hangi Yol gereğine dayanarak Pirlik makamında, vaz geçilemez, vazgeçilmesi dahi teklif edilemez bir ayrıcalık ve asilzade seçkinliği isterler?

Eğer isteniyorsa, anlatmaya çalıştığımız bütün bu Yol-Erkân-Meydan gerçekliğine karşın, “Biz Pir soyluyuz, böyle bir hakkımız var” deniliyorsa, birileri de bunu sürekli kaşıyor ve canlı tutmaya çalışıyorsa, bu işte bir bit yeniği olduğu açık değil mi?

Bir tarihlerde, Ağuçan ocağı’ndan olduğu belirtilen Prf. İzzettin Doğan, özellikle de Erzincan, Malatya ve kimi Dersimli Pirlere çağrıda bulunmuş, her Pirin ya da Dede’nin soy-şecerelerini alarak kendisine başvurmalarını söylemişti. Diyanete ortak olmak ve ondan pay almak hesaplarının dillendirildiği günlere paralel olarak bunlar gündeme getirilmişti.

İster bu zeminde olsunlar isterse bu zeminden bağımsız gibi hareket etsinler, bu günkü, yukardan beri üzerinde durmaya çalıştığım faaliyetler de, bana göre aynı güzergâh üzerindedir. Bir zamanlar, İzzettin Doğan faaliyetlerini deşifre ettiğimde de bana karşı çıkanlar, hatta saldıranlar, kitaplarımın mahkemeye verilmesi, toplatılmasına vesile olanlar vardı. Gerçekler inatçıdır, keşke haklı çıkmasaydım ama çıktım!..Şimdi de aynı şeylerle karşılaşacağımdan kuşkum yok ama “acaba bana ne olur” diye bir endişem de yok. Mansur’un durduğu kapıda olduğumu hep söyleye geldim!..

Tam yerine geldi, şimdi burada çok önemli bir soruyu daha sorma gereği ortaya çıkmaktadır: Bölgede yönetenler ve yönetilenler, devletler ve devlet dışında kalanlar, ya da bir başka kategori olarak fethedenler ve fethedilenlerden ne zaman söz etsek, karşımıza tarih, adeta kan ve irin olarak çıkar. Yaşadığımız coğrafyanın adeta kaderidir ve tarih, katledenler ve katle uğrayanlar tarihi olarak gerçekleşmiş gibidir!

Kızılbaşlar ise bu süreğin en lanetlileridirler!..Kan ve zulüm onların payına herkesten daha çok düşmüştür. Sözünü ettiğim soru bu noktaya ilişkindir. Özellikle Pir soyluluk açısından asla atlanılmaması gereken bir sorudur bu.

Asırlardır Kızılbaşlar bunca katliam görürler, bunca sürgün, yazılı ve görsel olarak bunca eserleriyle birlik tasfiye yaşarlar da, nasıl oluyor ki onların en akıllıları olan, en önde yer almaları gereken Pirlerine hiçbir şey olmuyor?!. Özellikle de geleneksel “Ocak Soyluluk” bağlamındaki pirler değil de, “seyd-i Saadet evlad-ı Resul” olduğunu söyleyen pirlere!?.. Böyle bir uygulama ile karşılaşmadıkları gibi zamanın devletleri onlara, soyluluklarını, soy içinde kimlerin el alıp makamlarda oturduklarını resmen onaylıyor, onlara soy-şecere diziyor, güncel deyişle onlara “yeşil pasaport” veriyor?!…

Yol-Erkân-Meydan süreğinin bütün işleviyle yürürlükte olduğu süreçlerden söz ediyoruz. Bu gün bile bir Pire bağlanmış talip, Pirden habersiz asla bir işe kalkışmaz iken, kadim sürekte bu asla mümkün olmaz, olamazdı. Hal böyle iken, nasıl oluyor da talip katlediliyor, sürgün ediliyor, bastırılıyor, dağıtılıyor ama İmam soylu Pirine “soy-şecere” veriliyor?.. Bu günkü torunlar da bu şecerelere dayanarak kazanılmış hak iddia ediyorlar?

Ne bilgisi, ne görgüsü o makama hiçbir şekilde uygun olmadığı halde, söz konusu şecerelere dayanarak, el-etek öptürüyor!.. Talip meydanında ve hem de üstünde makam olmayı dayatıyor?

Dahası, Soy ve boy bağlantısını, Otantik Kızılbaş yapılanmasının bir temel özelliği olarak Ocak’a ve bu bağlamda Ocak Soyluluğa değil de, Kızılbaş yapılanmasıyla hem Ortaklık toplumu olma bağlamında hem de onun temel çekirdek kurumu olan Ocak yapılanması bağlamında işlevsel olarak hiçbir ilgisi olmayan İslam yapılanmasında hem dünyasal hem de öte dünyasal işlerle görevli İmamet kurumuyla bağlantılı bir iddiayla kendilerini dayatıyorlarsa, bu işte bir çaprazlık yok mu?

Bütün bu sorular, ne soruluyor ne de cevaplanıyor. Sorulduğu ve cevaplandığı yerlerde de hep satır aralarında kalıyor. Oysa, Yol insanı kendi gerçeğiyle çırılçıplak yüzleşmedikçe kendisini bulamaz, kendisi de olamaz. Kendisi olamayan açıktır ki başka bir şey olacaktır. Güncelin en yakıcı problemi budur. Bütün sancılanmalar, duraksamalar, Türkiye sathında olan bitenlere karşı tutuk davranmalar hep kendi gerçeklerinden kaçışları yüzündendir. Oysa kimse kendi gerçeğinden kaçamaz. Kaçmamalıdırlar da !…

Haşim Kutlu

Kaynakça

/sö