Yedi ulu ozanlarımızdan önemli bir değer olan Hatayi’nin asıl ismi İsmail’dir. Safeviye tarikatı önderlerinden Şeyh Haydar’ın, ana tarafından ise Uzun Hasan’ın torunu Bilki Aka’nın oğludur. Şah İsmail Savefi 1487 yılında Erdebil’de bir Türk aileden dünyaya geldi.1524 yılında Erdebil’de öldü. İsmail, Safevi ismini büyük dedesi Safiyeddin’den aldı. Babası Şeyh Haydar, Safevi tarikatının önderlerindendir. Şeyh Haydar, Sünni Akkoyunlu devletiyle yapılan savaşta (1488) ölünce, ailenin üyeleri İsmail’i Akkoyunlu’lardan kaçırıp Geyland’da (İran’da bir kent) uzun süre saklamak zorunda kalmışlardır. (Ana Britannica 12. Cilt. Sayfa 3). İsmail’le birlikte diğer iki kardeşi de kaçırılır.
Safevi, Şah İsmail’in soyundan gelenlere verilen isimdir. Safeviler ise, Şah İsmail’in kurmuş olduğu devletin adıdır. Şah sözcüğü Farsça bir sözcük olup, bir şeyin en iyisi, bir topluluğun, bir gurubun en büyüğü anlamlarına gelir.
Şah, eskiden İran Hükümdarlarına verilen unvandı. Daha sonra bu sözcük Şah İsmail’in etkisiyle Anadolu Aleviliği’ne geçerek, yol ulularının en büyüğü anlamında kullanılır olmuştur.
Alevi-Bektaşi inancında “Şah” sözcüğü kutsal bir anlam taşır. Her kutsal olan saygın olandır. Saygınlık ise, değer verilen, erdemle anılan, sevilen, örnek alınan ve sözüne güvenilen demektir. Bu anlamda birçok Alevi-Bektaşi önderinin ön ismi “Şah”tır.
İsmail, Tanrı İşitir anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim’in oğluna, “İsmail” ismini bu anlamı içerdiği için vermiştir. Şah ve İsmail sözcükleri, daha sonra Hatayi ismini alacak olan Şah İsmail’in yaşamına tam da uymaktadır. O, devlet adamı olmuş, insanların gönül telini titreten şiirler yazmış, bir inanç önderi konuma gelmiş ve tarihin sayfalarına ismini yazdırmış bir ozan ve bilge olmuştur Safeviler, 1502–1736 yılları arasında İran’a egemen olmuşlar ve İran’da Şii bir devlet kurmuşlardır.
Safeviye tarikatının kurucusu Şeyh Safiyeddin Erdebil’dir. (1252–1334). Erdebil, İran’ın doğu Azerbaycan’ında yer alan bir kenttir. Şeyh Safiyeddin 13. yüzyılda bu Erdebil de Safevi tarikatını kurdu. Daha sonra bu kenti Safevi tarikatının merkezi konumuna getirdi. Şeyh Safiyeddin öldükten sonra onun yerine yönetime Şeyh Şah İbrahim, daha sonra da Şeyh Cüneyt geçmiştir. O dönemde iki Türk beyliği arasında Karakoyunlularla, Akkoyunlulular arasında sorunlar yaşanmaktaydı. Karakoyunlu’ların başkanı Cihanşah, rakip olarak gördüğü Akkoyunluların Safevilere bağlanacaklarından korkuyordu. Bunun üzerine Cihanşah, Erdebil üzerine yürüdü. Şeyh Cüneyt, Akkoyunluların merkezi olan Diyarbakır’a sığındı. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Şeyh Cüneyt’e büyük ilgi gösterdi. Uzun Hasan, kız kardeşi Begüm’ü Şeyh Cüneyt’le evlendirdi. Şeyh Cüneyt 1472 yılında Şirvan hükümdarı Sultan Halil ile yaptığı savaş sonrası öldü. Cüneyt’in yerine oğlu Haydar geçti. Haydar dayısı Uzun Hasan’ın kızı Begüm ile evlendi. Haydar, babasının öcünü almak için Şirvan üzerine yürüdü. Ama başarılı olamadı. Haydar bu savaşta (1488) öldürüldü. Bunun üzerine oğulları İsfahan’da hapsedildi. Şah İsmail burada daha çocukluk çağlarında esir alındı. Daha sonra Akkoyunlu hükümdarı Yakup ölünce, onun yerine geçen Rüstem, Şah İsmail’i ve çocukları serbest bıraktı.
Haydar’ın oğulları Yar Ali ile İsmail tekrar baba yurdu olan Erdebil’e döndüler. O dönemde Akkoyunlular birbirine düşmüşlerdi. Uzun Hasan’ın torunu Bay Sungur Mirza, Yar Ali’den yardım istedi. Yar Ali, yandaşlarını toplayıp Bay Sungur Mirza’ya yardıma koştu. Bunu duyan Hükümdar Rüstem Yar Ali’yi durdurmak ve Erdebil’i ele geçirmek için Erdebil’e yürüdü. Bu savaşta Yar Ali öldürüldü. Erdebilliler İsmail’i buradan kaçırdılar.
Şah İsmail ve yanındakiler sürekli izlendikleri için bir süre sonra Bağru dağına, oradan da Gilan, Gaskar, Reşt ve Lahican’a kaçırıldılar. Lahican da Kar Kaya’nın evinde saklanan Şah İsmail, ilköğrenimini özel bir öğretmenden gördü. Babasının müritleri dört bir yandan onu görmeye geliyorlardı. Rüstem Şah İsmail’i yakalamaya çalışıyordu. Ama bunu başaramadan 1497 yılında öldürüldü. O sırada, Akkoyunlular bir iç savaş yaşıyorlardı ve dirlik ve düzenleri kalmamıştı. O sıralarda, Şah İsmail, kendine yakın insanları toplayarak Erdebil’e geldi. Şah İsmail’in ünü Anadolu’da da yayılmaya başlamış ve burada da büyük taraftarlar edinmişti. 1500 yılında Erzincan’a geldi. Akkoyunluların iç savaşından yararlanarak Anadolu’da bulunan taraftarlarını, Şamlu, Ustacalu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü ve karaman vs. Türkmenlerini çevresine toplayarak, Akkoyunlular üzerine yürüdü. 1501 yılında Akkoyunlu Elvend-Mirza’yı, Nahçivan’da yenilgiye uğratarak Akkoyunlu Devletine son verdi. Daha sonra Azerbaycan’ın tamamını ele geçiren Şah İsmail, Tebriz’e geçerek burada 1502 yılında Safevi Devleti’ni kurarak Şah’lığını ilan etti.
Safevi devletini kuran Şah İsmail, ileride Alevi- Bektaşi öğretisinin en büyük ozanlarının arasında yer alacaktır. Zaman içinde çevre bölgelerini de etkisi altına almayı başaran Şah İsmail, süreç içerisinde Azerbaycan, Özbekistan, Afganistan ve İran’ın tümüne egemen olur. Şah İsmail’i yakından tanımak ve yaşadığı dönemi anlayabilmek için o dönemdeki olayları çok fazla derinlere inmeden incelemek, etkili olayları gözden geçirmek gerekir 1501 yılında daha 14 yaşındayken, Şah İsmail Türkmen bir ailenin çocuğu olarak İran’da bir Türk Devleti kurmuştur. Bu devlet, Anadolu’daki Türkmenleri de sevindirmiş ve kısa sürede çevresindeki Türkmenleri kendi yanına çekmeyi başarmıştır.
Birçok Türkmen beyliklerini, kontrolü altında tutan Osman oğullarının kurduğu beylik de, giderek bir soyun egemenliğine geçer. Osmanlı, süreç içinde güçlü bir İmparatorluk durumuna gelir. Bu İmparatorluğun egemen konuma gelmesinde en büyük etkiyi, dini ulema sınıfı ve silahlı gücü oluşturur. Zamanla güçlü bir konuma gelen Osmanlı, Anadolu köylüsünü alabildiğine sömürmüş ve sömürüye karşı direnenlere büyük baskılar uygulamıştır. Bu baskı ve sömürü sonucunda Anadolu’da öncülüğün, Alevi Önderlerinin yaptığı, birçok“Halk Ayaklanmaları” gerçekleşmiştir. Söz konusu bu ayaklanmaların hemen hepsi “kanlı bir şekilde” bastırılmış ve büyük kıyımlar yaşanmıştır. Diğer bir tarafta ise, Şah İsmail’in kurmuş olduğu Safevi Devlet’i, kıyıma ve baskıya uğrayan Anadolu Halkının yanında olmuş ve onlara destek olmuştur. Konuştuğu dili ve yaşadığı kültürü küçümseyen Osmanlı’ya karşı, halk, kendi konuştuğu dili ve yaşadığı kültürü yaşayan ve yaşatan Şah İsmail’e taraf olmuş ve onun yanında yer almıştır.
Osmanlı’nın Anadolu halkına karşı uyguladığı zulüm ve baskı sonucunda, Anadolu halkı Şah İsmail’e yakınlaşmış ve O’nu bir kurtarıcı olarak görmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun ilk kuruluşundan başlayıp, Yıldırım Beyazıt dönemine kadar gelen Padişahlar ve yönetim çevreleri, o dönem içinde topluma egemen olan birçok mistik sufilerin tasavvuf ve bâtıni yorumlu İslam’ın etkisinde olmuşlardır. Hatta Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda bu sufilerin etkisinin de olduğu tarihsel gerçeklerle uyuşmaktadır. Padişah Osman, Orhan ve 1.Murat söz konusu sufilerin etkisinde kalmışlar ve onlarla sıkı bir işbirliği içinde olmuşlardır. Ancak bu ilişki Yıldırım Beyazıt’tan sonra bozulmaya başlamıştır. Padişah Yıldırım Beyazıt’tan sonra Osmanlı yönetimine, İslam ulemaları yakın olmaya başlamıştır. Bunun en büyük nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemeye başlaması, İmparatorluk konumuna gelmesi, egemen bir güç olmasıdır. Güçsüz dönemde halkından güç alan Osmanlı yönetimi, egemen güç olduktan sonra halkı yönetebilmek için halk inancından değil, egemene güç veren inançtan (Ortodoks İslam’dan, Sünnilikten) beslenmeye başlamıştır. Bu durum eşyanın doğasına da uygundur. Sufilerden beslenmek artık Osmanlı’nın işine gelmiyordu. Artık büyümüş ve İmparator olmuş, yalnız kendi çevresine değil, daha büyük ve farklı çevrelere de açılmış olan bir Osmanlı Devleti vardı. Merkezi bir yapı geliştiren Osmanlı, artık siyasi ve idari yapılanmasını eski sufilerin yardımıyla değil, İslam bilginlerinin (Sünni din adamlarının) yardımıyla gerçekleştiriyordu.
Yıldırım Beyazıt döneminde (1389–1402) medresenin temsil ettiği fıkıh’a (İslam Hukukuna) dayalı İslami yönetim anlayışı, Osmanlı Devletinin siyasi ve idari yapısına egemen olmuştur. Şeyh Bedreddin (1358-1420)’in idam edildiği ve Bâtıni inançlı halkın büyük kıyımlara uğradığı bir dönemdir bu dönem.
Yıldırım Beyazıt’tan sonra Osmanlı hanedanı bir yandan genişlerken, bir yandan da Anadolu halkına baskı uygulamıştır. Halk geçim zorlukları içinde bocalamış, bu durumdan çıkış yolu aramıştır. O dönem, tarımla geçinen köylüler, ağır vergiler altında çok zor durumda kalmışlardır.
Diğer bir yandan Osmanlı Hanedanı, Anadolu halkının konuştuğu dili bile konuşmaz olmuş, Türkçe konuşan halkı küçümseyen bir anlayış sergilemiştir. Oysa Azeri Türkmenlerinden olan Şah İsmail öz be öz Türkçe konuşuyor, Azeri Türkçesiyle şiirler yazıyordu.
Diğer bir yandan, Osmanlı, Selçuklu döneminden bu yana gelen koyu bir Sünni anlayışı Yavuz Selim’le daha da ileri aşamalara götürerek aynen sürdürmüştür. Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Halifeliği Anadolu’ya getirmiş ve Şeriat yönetimini uygulamaya başlamıştır. Bu durum Anadolu Kızılbaşları için büyük bir baskı demekti.
Oysa Anadolu insanı da, Şah İsmail de Bâtıni anlayışa ve yoruma dayalı bir inanç sistemi geliştirmişlerdir. Bu inanç sisteminin temeli, biçime, şekle, görünüşe ve açık olana değil; öze, içeriğe, esasa önem veren bir öğretiyi veya inancı içeriyordu. Tasavvuf bu inancın en belirleyici yanı olmuştur. Ayrıca Anadolu halkı, yüzyıllardır taşınarak getirilen toplumsal değerlere, atalarının inançlarına sahip çıkmışlar ve o değerleri en yoğun bir şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Bu da yönetenle- yönetilenler arasında büyük bir anlaşmazlığın doğmasına neden olmuştur.
O dönem halkla, yönetim arasında hem ekonomik, hem sosyal, hem kültürel ve hem de inanç bakımından büyük farklılıklar meydana gelmiştir. Bu keskin farklılıklar Yavuz Sultan Selim döneminde (1512–1520) daha da çok artmıştır. Özellikle Padişah Yavuz döneminde 40 ile 100 bin arasında Alevi- Bektaşi’nin katledildiği, kimi kaynaklar tarafından belirtilmiştir. Halk büyük kıyımlara uğratılmıştır. Ebusuud Efendi (1491–1574) denilen Şeyhülislam’ın düzenlediği fetvalarla, Alevi inancında olan insanlar, o dönemin söylemiyle Kızılbaşlar “dinden çıkmış” olarak değerlendirilmiş ve bunların görüldükleri yerde öldürülmeleri emir haline getirilmiştir. Gerici ve kıyıcı Ebusuud, tutucu ve şeriatçı anlayışıyla kendisi gibi inanmayanlara karşı büyük bir düşmanlık besliyordu. Özellikle Bâtıni anlayışı öğretisinin temeline koyan Alevi- Bektaşilere, (Kızılbaşlara) karşı, içinde büyük bir kin beslemiş ve bu kin, en sonunda, ölüm ve kıyım fetvalarına dönüşmüştür. Anadolu halkı kendisine uygulanan bu baskı, yıldırma ve katliamlar sonucunda, Şah İsmail’i kendileri için kurtarıcı olarak görmeye başlamıştır. O dönemde Kızılbaşlar, adeta Şah İsmail’i “mehdi” derecesine yükseltmiştir. Yavuz Sultan Selim Anadolu halkının, Şah İsmail’e bu kadar yakınlık duymasını kendisine yedirememiş ve bunun üzerine Safevi Devletinin etkinliğini yok etmek için sefer düzenlemiştir.
“Şah İsmail, göçebe Anadolu Türklerinin isteklerini kolayca sezinlemiş ve onların görüşlerine yakın inanç ve düşüncelerini yaymıştır. Onlar gibi konuşan, onlar gibi şiirler yazan ve deyişler söyleyen; eski geleneksel ayinleri ve törenleri uygulayan, Şaman inanç ve ayinlerine uygun davranışlar sergileyen, onların dertlerini dinleyen, onlar gibi yaşayan, onların bölük pörçük düşünce ve inanç kırıntılarını bir araya toplayan ve onların sorunlarıyla ilgilenen bir lider olmuştur.” ( Nejat Birdoğan; Anadolu’nun Gizli Kültürü, Alevilik; Berfin Yay. 1995 Sayfa 144)
Anadolu Türkmen halkı Şah İsmail’i kendisinden birisi olarak görmüştür. Osmanlıdan zulüm, baskı, kıyım vs. gören Anadolu Türkmen halkı, Şah İsmail’den destek, sevgi, muhabbet, koruyucu ve iyilik vs. görmüştür. Bu yüzden Şah İsmail’e yakınlık duymuş ve desteklemiştir.” Yavuz Selim 1514 yılında bu sefere çıkmadan önce Alevilere büyük katliamlar yaptırmıştır. Alevileri kuyulara attırmıştır. Bu dönemde Osmanlı’ya karşı isyanlar meydana gelmiştir. 1514 yılında Osmanlı ordusu ile Safevi orduları Çaldıran’da karşı karşıya gelmiş ve bu savaşta Şah İsmail, Yavuz Selim’e yenilmiştir.
Bu yenilgiyi içine sindiremeyen Şah İsmail Safevi, uzun süre kendine gelememiş, psikolojik sorunlar yaşamış ve bunalıma girmiştir. Şah İsmail, bunalımdan ancak kendini edebiyata vererek kurtulabilmiş ve o dönem de birçok şiirler yazmıştır.
Bu yenilgi sonrası Şah yanlısı Anadolu halkı daha büyük bir zulme uğramış; açlık, yoksulluk, kin, nefret artmış, halk daha çok işkence görmüş, toplumda soygunculuk had safhaya ulaşmış ve eşkıyalık gibi, bireysel hareketlerde de artış olmuştur. Bu durum halkın, Osmanlıya karşı, örgütlenmesini ve başkaldırmasının nedenlerini hızlandırmıştır. Bu olumsuzluktan etkilenen halkın içinden önderler çıkmış ve süreç içinde birçok önder halkı örgütlemiş ve öncülük etmiştir.
Yavuz Selim döneminde Osmanlı’ya karşı Anadolu’da, Bozoklu Celal, Şah Veli, Süklün Koca ve Baba Zünnun isyanları gerçekleşmiş ve toplumsal başkaldırılar meydana gelmiştir. Aslında Anadolu’nun her yanında, haksız ve baskıcı yönetime karşı irili-ufaklı isyanlar olmuştur. Her isyan daha çok baskı getirmiş ve daha fazla baskı ise, Anadolu insanını Şah İsmail’e daha da yakınlaştırmıştır.
Bu önderlerin hemen hepsi, Alevi – Bektaşi görüşüne sahiptiler. Aslında halkın en büyük sorunu ekonomik ve toplumsal sorunlardı. Halkın örgütlenmesi ve başkaldırısı da bu yöndeydi. Daha iyi ve daha güzel yaşayabilmek için halk örgütleniyordu. Ama Osmanlı yöneticileri bu örgütlenmeyi ve başkaldırıyı bir “mezhep” kavgasına dönüştürmeyi başarabilmiştir. Amaç Sünni halktan insanların, bu örgütlü mücadeleye katılmasını önlemektir. Osmanlı, çoğu zaman bundan da başarı sağlamıştır.
SAFEVİLİK NEDİR
Safevilik, özünde Halvetilik ve Kalenderiliğin bir birleşimi olarak ortaya çıkmıştır. Halvetilik, Şeriat ilkelerine bağlılığı, Kur’an’ı, Hadis’i İslam dininin ilkelerini temel alır. Ancak dinle, tasavvufun uzlaştırılmasını savunur. Yani Sünnilikten, Bâtıniliğe doğru bir kayma söz konusudur. Sünnilikle, Bâtınilik arasında bir noktada durur. Halvetiliğin öncüsü, Ömer Halveti’ye göre, Tanrı önsüz-sonsuzdur. Gerçek olan tek varlık Tanrı’dır. Evren yoktan var edilmiştir. Varlık geçici, tin ölümsüzdür. Tin ölünce geldiği kaynağa (Tanrı’ya) yeniden dönecektir.
Kalenderilik ise, insanı Tanrısal bir varlık olarak görür. Buna göre, insanın yüzü Tanrı’yı yansıtır. Güzellik Tanrı’nın maddi varlıklarda görünüşe çıkmış suretidir. Bu nedenle güzeli sevmek, Tanrı’yı sevmektir. Görünüş aldatıcıdır. Dünya nimetlerine bağlı kalmak insana acı verir. Görünüşe, gösterişe önem vermemek gerekir. Bu anlamda kalenderiler saç-sakal gibi kılları hep keserler. “Çar u darp” ederler. İşte bu iki anlayışın ortak bileşenleri zamanla Safeviliği doğurmuştur. Safevilik belli bir süre evrilerek Şiiliğe dönüşmüş ve Şiilik bir mezhep olarak varlığını sürdürmüştür.
Şiiliğin özünde, Hz. Ali’ye olan bağlılığa ve on iki imam sevgisine dayanır. Şiiler, Hz. Ali’nin ilk halife olması gerektiğini, oysa bunun egemenlerce önlendiğini ileri sürmüşlerdir. Bu anlamda, Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmezler. Aslında bu hareket İslam içinde doğan ilk ayrılıktır. Bu aynı zamanda Heterodoksi bir harekettir. Çünkü İslam’ın içinden doğan bir farklı anlayışı sergiler. Şiiler, on iki imama içten bağlılık gösterirler.
Şiiliğin kökeni, İran tarihinin geçmişine dayanır. Geçmişin önemli kültürel kazanımları üzerine İslam’ın da eklenmesiyle oluşan yeni bir mezhep olarak ortaya çıkmıştır. Ali yanlısı bir tutum sergileyen Şiiler, ondan sonra gelen on bir imama da bağlılık göstermişler ve eski İran inançlarıyla bütünleştirilerek farklı bir kol oluşturmuşlardır. Şiiliğe göre, insan tanrıya yakın bir varlıktır. Tanrı’ya en yakın kişi ise olgun ve bilgili kişidir. Tanrı’ya en yakın kişiler ise “imam”1ardır. İmamlar en yetkin kişilerdir ve yanılmazlar. Onlar Tanrı adına konuşurlar. Çünkü onlar tanrısal ışıkla doludurlar. Onların her sözü dinlenmeli ve davranışları önemsenmelidir. En büyük imam Hz. Ali’dir. Bu anlamda Hz. Ali yetkin bir kişidir. Buna karşın Hz.Ali’nin imamlığı hep engellenmiştir. Egemen Emevi anlayışı ve onların yönetimi Hz. Ali’ye ve onun ailesine çok acı çektirmiş ve onları kıyıma uğratmıştır. Bu anlamda Kerbela Katliamı Peygamber ailesine karşı yapılan büyük bir kıyımdır.
Şiilik, Hz. Muhammet’i Peygamber ve Hz. Ali’yi gerçek ve ilk imam olarak tanır. Allah’ın birliğine ve Kuran’ın söylediklerini benimser. Yalnız, oruç, namaz, hac ve diğer İslami ibadetlerde bazı farklılıklar gösterirler. Şiilere göre son imam olan Mehdi ölmemiştir. Dünyanın düzeni bozulduğunda o düzeni kurmak için tekrar dünyaya gelecektir. Şiiler matem ayı olan Muharrem ayında on gün, kimi yerlerde on iki gün yas orucuyla, ramazan orucunu da tutarlar. Günümüzde Anadolu Alevileriyle, Şiilerin benzerlikleri çok azdır. Farklılıkları çok daha fazladır.
HATAYİ MAHLASI
Mahlas bilindiği gibi, ozanın kendisi için edindiği yeni bir kimliktir. Mahlas ozanın kendi gerçek isminden farklı bir ismi, şiirlerinde kullanması ve bu isimle anılmak istemesi sonucunda takılan isimdir.
Şah İsmail “Hatayi” mahlasını neden almıştır? Hatayi, köken olarak “Hata”dan gelmektedir. Hata; “iyi düşünememekten, beceriksizlikten vb. kaynaklanan yanlış davranış, kusur, yapmak istediği bir işi yerine getirememe, yanlış yapma, yanlış olanı doğru sanma, yanılgı vs. anlamlarına gelmektedir.( Büyük Larosusse; 8. Cilt; Sayfa; 5082, İlgili madde). Görüldüğü gibi hata, bir suçluluk duygusu, başarısızlıktan duyulan pişmanlık, affedilme duygusu, kişinin kendisiyle ve toplumla iç hesaplaşması vs. gibi değerleri ortaya koymak ve açığa vurmaktır. Şah İsmail, belki de yaşamında gerçekleştirdiği bazı olayları kendisi için bir hata görerek, bu mahlası (Hatayi) almış olabilir.
Bununla ilgili bir söylencede de şöyle denmektedir. “Riyad oğlu Hud, Kerbela’da önce Yezit’in ordusundaydı. Cenk esnasında İmam Hüseyin’in yanına geçip Yezit ordusuna karşı savaştı ve şehit düştü (680). Cesedini hemen orada uygun bir yere gömmek istediler. Ama yarasından akan kan bir türlü durmadı. Durumu İmam Hüseyin’e bildirdiler. O da gülümsedi ve “Öbür dünyada tanık istiyor” diyerek mendilini çıkartıp verdi. Yarayı mendille bağladılar, o an kanama durdu. Bu olaydan 830 yıl sonra Şah İsmail 1510’da Bağdat’ı alınca, İmam Hüseyin’in Kerbela’daki türbesini ziyaret etti. Bir ara gözü Hud’un mezarına ilişti. Birden hiddetlendi ve mezarın başka yere naklini emretti. Mezar açılınca Hud’un yarası üzerinde ki mendili gördü. “Bu nedir?” diyerek mendili çekip alınca, kan yeniden akmaya başladı. İşte o zaman İmam Hüseyin’in türbesinden “Hata ettin İsmail!” diyen bir ses duyuldu. İsmail, şaşkınlıkla mendili tekrar yaraya sarıp üzerini kapattı. O an hata yaptığını anladı ve bu hatasını devamlı hatırlamak için o günden sonra yazdığı şiirlerini Hatayi diye tapşırdı”. (Şah Hatayi ve Pir Sultan; Lütfi Kaleli; Alev Yayınları; 1.baskı 2006, Sayfa; 84. İbrahim Aslanoğlu’ndan bu kitaba aktarılmıştır.)
Şah İsmail Safevi, Hatayi mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yazdığı şiirler, yaşadığı dönemin Azeri Türkçesiyledir. Hatayi, şiirlerinde hem Aruz ve hem de hece ölçüsü kullanmıştır. Ozan, Anadolu halk edebiyatına ve kendisinden sonra gelen birçok ozana yol gösterici ve esin kaynağı olmuştur. Hatayi, çocuk yaşlarda yaşamın zorluklarını benliğinde yaşamış birisidir. Daha 5–6 yaşlarında, hayatta kalabilmek için, farklı bölgelerde yaşamak zorunda kalmış, 14 yaşında yeni bir devlet (Safevi) kurmuş; bu devleti kurmak ve yaşatmak için büyük mücadeleler vermiş ve savaşlar yapmış bir insandır. Tüm bu gel-gitler içinde Hatayi’nin en büyük özelliği onun ozanlık yanıdır. Çünkü onun, şiir üretme yeteneği, diğer tüm yeteneklerinin önünde gelmektedir. Konuştuğu güzel Türkçesiyle ürettiği şiirler, günümüzde bile hiç etkisini yitirmeden insanların gönül tellerini titretmekte ve kullandığı söz dizimleri beyinleri etkilemektedir.
Hatayi, bir tasavvuf ozanıdır. Dolayısıyla, tasavvufu oluşturan tüm değerlere kayıtsız kalmamış ve tüm bu değerleri şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde, Aşkı, sevgiyi, on iki imamları, Hz. Ali’yi, Ehlibeyti, Aleviliğin ritüellerini, Hurufiliği, Bâtıniliği, yaşamla ilgili değerleri vs. dile getirmiştir. Hatayi, aynı zamanda, Aleviliğinin kurumsallaşmasını sağlamış, ritüellerini, inanç öğelerini ve düşünsel yapısını ortaya koymuş bir bilgedir.
Hatayi; Babekliğin veya Hürremliğin (830’larda İran’da gelişen ve sosyal barışı, eşitliği, beraberliği, birlikteliği savunan ve halkçı bir yönetimi önceleyen Bâtıni bir hareket) etkisinde kalmıştır. Kendisinden önce yaşamış olan, Mevlana, Yunus Emre, Hallac-ı Mansur, Fazlullah, Seyyid Nesimi vs. gibi mürşitlerden beslenmiş, eşitlikçi ve paylaşımcı bir dünyadan yana duruş göstermiş bir ozan ve önderdir. Derin tasavvuf bilgisiyle, kendisinden sonra gelen mürşitleri, pirleri, ozanları, inanç önderlerini etkileyen bir bilgedir.
Alevi- Bektaşiliğin en güçlü ozanlarından biri olan Hatayi, didaktik ve lirik şiirler yazmıştır. Şiirleri İran ve Anadolu’daki Şiiler ve Aleviler tarafından benimsenmiş ve buralarda hızla yayılmıştır.
Hatayi, güçlü ve etkileyici bir ozan olduğundan, kendisinden sonra gelen birçok ozanı ve şairi de etkilemiştir. Bundan dolayı da süreç içinde, gerek ”Şah Hatai” veya gerekse ”Hatai” mahlasını kullanıp şiirler yazan başka ozanlar da olmuştur.
Hatayi’nin “Dehname” adında 1400 beyitlik mesnevisi vardır. Ayrıca şiirlerinin bir bölümü “Nasihatname” adı altında toplanmıştır.
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLERLE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Adım İsmâil-übni Hayderiyem
Aliyyel- Mürtezâ’nın çâkeriyem
Hüseyni meşrebim ben din içinde
Mevâli olanın Hak rehberiyem
Benim gâzilerime hürmet eyle
Gelüp anda olanın minberiyem
Beni ayrı onlardan sanmanuz siz
Yakin bilin onların serveriyem
Benim hem pir ve hem sultân-ı âlem
Hatayi’yem Ali’nin çâkeriyem
(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnançİbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000, sayfa; 151)
(İsmim İsmail, ben Haydar’ın (Hz. Ali’nin) oğluyum /Ali’nin, Murteza’nın (Hz. Ali, bir başka ismi) kuluyum, hizmetçisiyim)–(Gittiğim yol, Hüseyin’in yoludur. İnancım bu yolun inancıdır / Arap olmayan, Emevi olmayan; Hz. Ali’den yana olanların sözcüsü ve önderiyim)–(Benim taraftarlarıma, yiğitlerime saygı gösterenin / her an üzerine oturdukları veya namaz kıldıkları minber olurum)–(Beni sakın onlardan (taraftarlarımdan) ayrı görmeyin / bilin ki ben onların önderiyim, onların başıyım, başkanıyım)–(Ben bu dünyada hem Pir’im (önderim) hem de Sultan’ım (en üst makamdaki insan) / Ben Hatayi, bilin ki ben Hz. Ali’nin hizmetçisiyim, onun yolunun kölesiyim.)
Ozan bu dizelerde kimliğini ve dünya görüşünü açıkça dile getiriyor. Adım İsmail Haydar’ın (Hz. Ali’nin) oğluyum, onun kölesiyim diyor. Ozan meşrebinin yani güttüğü yolun Hüseyin’in yolu olduğunu, Mevali olanların yani Ehl-i Beyt’i sevenlerin, gerçek önderi olduğunu belirtiyor. Mevali, Emeviler tarafından Arap olmayanlara verdikleri isimdir. Emeviler kendi dışında bulunan halkları köle görmüşler ve onları köle, kul olarak değerlendirmişlerdir. Emeviler, özellikle İslam’ı benimseyen ve kendileri gibi inanmayan, İslam’a farklı bir yorum getiren İran ve Türk’lere karşı çok olumsuz davranışlar sergilemişler ve Türk’leri ve İranlıları kendilerine düşman görmüşlerdir. İranlılar ve Türk’lerin Ehlibeyt yanlısı bir inancı savunmaları Emeviler’i kızdırmıştır. Çünkü Emeviler, Ehlibeyt’i ortadan kaldıran ve Hz. Muhammed’in ailesine düşmanca davranan politikalar gütmüşlerdir. Emeviler’in Ehlibeyt’e bu düşmanca duruşu ve Hz. Ali’ye yaptıkları uygunsuz eylemler dolayısıyla Türkler ve İranlılar Ehlibeyte sahip çıkan bir politik duruş geliştirmişlerdir. Bu anlamda Mevali, Ehlibeyti sevenler ve onlara yandaş olanlar anlamındadır. Mevali, aynı zamanda, dervişlik aşamasına ulaşan insanlar demektir. Hatayi, bu konumda, insanlara hizmet sunduğunu belirtmektedir. Ozan’ın dizelerinde ki “Mevali” söylemini, her iki anlamda da kullanmıştır. Bir yandan, Emevi düşüncesiyle davranış gösteren ve kendisi gibi düşünmeyenleri düşman olarak gören anlayışlara karşı bir duruşu eleştirirken, diğer bir yandan kendisine öncü olarak gördüğü ulu insanlara saygı ve sevgi gösterdiğini ve onları yücelttiğini görüyoruz. Ozan, bu yüce insanlara sevgi ve saygı gösterilmesini isteyerek, bu ulu insanlara minber(kürsü) olacağını, kendisinin bu insanlardan ayrı olmadığını, bu önderlerin yakını, tarafı olduğunu, onların savunucusu konumunda bulunduğunu anlatıyor. Hatayi, Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in… Ehlibeyt’in kendisinin piri, dünyanın da “Sultanı” yani uluları olduğunu belirterek, kendisinin Hz. Ali’nin hizmetçisi, kölesi, kulu olduğunu açıkça dile getirmiştir.
Ey Hatayi zikr-i fikrin eyledin eş’are sarf
Tuttu irfan defterini ehl-i divan şimdiden
(Ey Hatayi, tapınmamı, görüşümü şiirlerimde dile getirdim / Söylediklerim bu işi bilenler tarafından yazıldı.)
Ozan, ben enerjimi her zaman fikrimi, inancımı, özümü bulmak için harcadım. Bu konuda bilgisi olanlardan yararlandım demektedir. Hatayi, insanın özüyle, doğanın veya Tanrı’nın özünün aynı olduğunu ve yaşamını bu özü bulmak ve bu gerçekleri ortaya koymak için harcadığını anlatıyor. Ozan, okuduğu üstatlardan, dervişlerden, bilginlerden de yararlandığını ve ulaştığı gerçekleri şiirlerine yansıttığını belirtmektedir.
Hatayi, şiirin insanları etkilemedeki gücünü sezdiğini, sözcüklerdeki vurgunun insanları alabildiğine etkilediğini çözümlemiş ve bundan dolayı dünya görüşünü şiirlerle dile getirdiğini Açıkça belirtmiştir. Bunun için de, gerek Tanrı’ya bakışını, tasavvuf anlayışını, Aleviliğin tapınma biçimini, tarihi, inançları ve gerekse insanı yorumlayışını şiir diliyle anlatmaya çalışmıştır. Yaşamı hep mücadele içinde geçen Hatayi, bilgisi, kararlılığı ve önder kişiliğiyle taraftarlarına güven vermiş ve gerek askeri, gerek devlet adamlığı, gerek liderliği ve gerekse şairliği vs. gibi yönleriyle tarihin sayfalarına ulu bir insan olarak geçmiştir. Zaten şiirin ikinci dizesinde, şiirlerinde öne sürdüğü bilgileri, gerçekleri, olgu ve olaylara bakışını bu konuyla ilgilenenlerin kayda geçirdiklerini ve bu işi bilenlerin bu dizeleri değerlendireceklerini vurgulamıştır. İrfan, bilme, kavrama, gerçeğin farkına varma, ehil ise, biri işi yapan kişinin o işi bilmesi, usta veya becerikli anlamlarına gelir.
Diyarı aşka sultanam dila men de zamanılda
Vezirimdir gam u gussa oturmuş iki yanımda
Men ol şahbaz-ı kühsarem başeğmem gülle-i Kare
Nice Anka kimi yavru uçurdum aşiyanımda
(Ben, bir zamanlar benden uzak kalan aşka gönülden, içten bağlıydım. Benim en büyük yardımcım keder ve gam; oturmuşlar yanı başımda sanki acılar eksik değil bedenimde. Ben yiğit, mert, kahraman ve korkusuz dağlar gibiyim; baş eğmem gülleye, silaha, zorbaya. Issız kuş yuvalarında nice bilinmez kuşları uçurdum; Anka Kuşu gibi.)
Hatayi, yalnızca bir tasavvuf ozanı değildir. Onun eserlerinde, tasavvuf, inanç, toplumsal olaylar yanında, aşk ve ayrılık şiirleri de vardır. Yaşamı boyunca çektiği acıları, hüzünleri, yaşanmışlıkları şiirlerinde yansıtmasını bilmiştir.
Hatayi, Kur’an’ı da okumuştur. Ozanın, bu konuda da yeterli bilgiye sahip olduğunu şiirlerinde görmek olasıdır. Ama Hatayi’nin şiirlerinde en çok değindiği konuların başında On iki İmam, Kerbela ve Hz. Ali sevgisi gelir. Onun eserleri, Düvaze, Mersiye, Nefes ve Deyişler yüzyıllardır, Alevi-Bektaşi Cem’lerinde, Kutlamalarda, Muhabbetlerde, Semahlarda, Sohbetlerde vs. söylenegelmektedir. Hatayi, Pir Sultan Abdal’dan sonra en çok tanınan ozanlarından birisidir. Her iki ozan da yedi ulu ozan içinde sayılmaktadır.
Hatayi hal çağında
Hak gönül alçağında
Yüz bin Kâbe yapmaktır
Bir gönül alçağında
(Birdoğan; Anadolu’nun Gizli Kültürü; Sayfa; 327)
Hatayi, bu dizelerde Tasavvuf’un en doruk noktasına varmış, kendi içselliğini, gönül gözünün ulaştığı coşkuyu ve bilincinin vardığı aşamayı anlatmaktadır. Hatayi, Hal çağında derken; içe duyuş yoluyla tanrısal gerçekliğe ulaştığını, gönül sezişiyle Hakk’a vardığını anlatıyor. Hal, insan gönlünün tanrısal bilgiyle dolması, içsel sezgiyle Tanrı gerçeğine veya var oluşun bilgisine ulaşılması anlamına gelmektedir. Ozan “Hak Gönül Alçağında” dizesiyle; insanın olgunlaşmasını vurgulamaktadır. Ozan, olgun insanın ancak Tanrı gerçeğine varabileceğini söylemektedir. Alçakgönüllü, bilgili, olgun, nefsini yenebilmiş, kin ve nefret duygularını aşmış, sevgiyi öne çıkarmış bir insan, özünde Tanrı gerçeğine ulaşabilir. Hak (gerçek) olan, insanda mevcut olandır. İnsan, sevgiyi öne çıkararak Tanrı’nın özünü yansıtır. Çünkü Tanrı sevgiyle özdeştir. O zaman insana sevgi beslemek, insana zarar vermemek Tanrı’ya sevgi beslemekle aynıdır. Çünkü insan gönlü Tanrının evidir. O halde Kâbe insanın gönlüdür. İnsan kendini yetiştirerek, hamlıktan, banallıktan özünü kurtarması, bunun için de özünü sevgiyle beslemesi, bir insanı kırmaması, alçakgönüllü, hoşgörülü olmasını söylüyor. Ozan, insanların olaylara akıl ve muhabbetle yaklaşmasını, insanı kazanmasını vs. istemektedir. Bunu yapabilmek ancak gönlün eğitilmesiyle söz konusu olabileceğini belirtiyor. Alevilerce büyük bir değer olarak görülen Hatayi’nin şiirleri ibadetlerde deyiş olarak en çok okunan ozanların başında gelir.
Mü’minlik bahsin edenin
Hırs-u nefsi ölü gerek
Hak sıfatin gözleyenin
Kıldan ince yolu gerek
(Yunus Emre, Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü; Mehmet Yaman Makalesi; Ümit Yay. 1995; sayfa 295)
Yukarıdaki dizlerde ozan, inançlı olduğunu söyleyenlerin benliklerini, hırslarını, doyumsuzluklarını yıkmaları, Hakk’a yakın olduğunu dile getirenlerin, Hakk’ın gerçeğine ulaşmaları gerektiğini, bunun da çok ince bir yol olduğunu, herkesin bu yolun zorluklarını aşamayacağını belirtmektedir.
Şah Hatayi‘m vakıf oldu
Bu sırrın ötesine
Hak’kı inandıramadı
Özü çürük ervaha
Bu dizelerde Bâtıni bir anlayış, tasavvufi bir duruş söz konusudur. Hatayi, varoluşun gizemini çözümlediğini söyleyerek, var olan her şeyin Hak’tan geldiğini ve yine Hakk’a döneceğini, Hakk’ın, Tanrı’nın kendini var edip, açığa çıkaran gerçeklik, var olan her şeyin de Hakk’ın belirtisi olduğunu, ama bu gerçeği, cahile, ham insana, tinini geliştirmemiş kişiye anlatamadığını belirtiyor.
Bir kandilden bir kandile atıldım
Türap oldum, yeryüzüne saçıldım
Bir zaman Hak idim, Hak ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim.
(Erdoğan Çınar; Aleviliğin Gizli Tarihi; Çiviyazıları Yay. 5. Baskı2004 sayfa; 48)
Bu dizelerde ozan; enerjinin dönüşümünü anlatıyor. Madde ve enerji sonsuzca birbirlerine dönüşürler. Hatayi, bu düşünceyi günümüzden yaklaşık altı yüz yıl önce şiirlerinde belirtmiş. Madde sürekli enerjiye, enerji de maddeye dönüşür. Var olan her şey bu dönüşümün sonucunda oluşmuştur. Ozan, toz, zerre (toprak) olup yeryüzüne saçıldım diyerek, güneşten kopup dünyamızın oluşumunu anlatır gibi. Bugün, dünyamızın gaz ve toz zerreciklerinin bir araya gelmesiyle oluştuğu yönünde bilimsel görüşler vardır. Ozan, Tanrı+Evren+İnsan, birlikteliğini açıkça dile getirmiş. Bir zamanlar “Hak” idim demek, Tanrı’yla birdim, onun özündeydim demektir. Hatayi, Tanrının özünde iken, Hakk’a dönüşüp, bedenleştiğini, gerçek olup, yani enerji (ateş) alıp yeryüzüne geldiğini açıklıyor. Burada Vahdeti Mevcut kavramıyla karşılaşıyoruz. Vahdeti Mevcut’a göre, var olanların bütünü Tanrı’yı oluşturur.
Hatayi hâl elinden
Yanmışam kaal elinden
Gördüm ayası değil
Verdiğin al elinden
(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 134)
Hatayi, yukarıdaki dizelerde, bu yola giren insanların, bu yolun gereklerini yerine getirmeleri gerektiğini belirtiyor. Ama insanların davranışlarından, yol kurallarına uymayan söylemlerinden ve hizmetlerinden memnun olmadığını da dile getiriyor. Bu yola giren insanların yolun öğretisine uygun davranışlar sergilemesi önemlidir. Eğer, insanlar bu yolun gerektirdiği koşullara uygun davranışlar göstermezlerse, yolun öğretisini algılayamaz ve yanlış davranışlar içinde olurlarsa, bu tür insanları bu ortamdan uzaklaştırmak gerekir diyor. Hatayi, savunduğu görüşleri yaşamın pratiğinde de uygulamaya çalışan bir eylem insanıdır. O’nun bu konuda tutarlı olan ve taviz vermeyen bir yapı ve davranış içinde olduğu anlaşılıyor.
Yer yoğiken gök yoğiken tâ ezelden var idim
Gevherin yek-dânesinden ilerü perkâr idim.
(Atilla Özkırımlı Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt 1; İnkılâp Yay. 2004)
Bâtıni felsefede, evren ensiz ve sonsuzdur. Evren görünüme çıkmadan önce de vardır. Yokluk denilen şey gizil nesnellikten başka bir şey değildir. Gizil nesne ancak düşünceyle veya ortaya koyduğu sonuçlarla anlaşılır. Tanrı, kavramı gizil nesnelliğin adıdır. Ortaya veya görünüme çıkmamış her şey Tanrı’nın veya evrensel enerjinin içinde potansiyel olarak vardır.
Açığa, görünüşe çıkan her nesne kendi gerçekliğini var kılar. Ozan, ben doğmadan önce de vardım diyerek, görünüşe çıkmadan, bedenselleşmeden önce kendisinin Bâtın (gizil) konumunda bulunduğunu ama kendisi beden bularak Batın konumundan, zahiri (görünür, gerçek) konuma geldiğini belirtiyor. Ozan, her şeyin tek bir cevherden (noktadan) var olduğunu, evrenin bir pergel veya cetvel ölçüsü duyarlılığında bulunduğunu belirtmektedir. Her şey bir birikim, bir ölçü sonucunda vardır. Moleküler anlamda da bu böyledir. Suyun oluşumu için iki adet Hidrojenle, bir adet Oksijenin birleşmesi gerekir. Eğer bu ölçüde bir birleşme olmazsa o zaman su olmaz. Bir insanın ölümünün de yine, insan bedenini oluşturan moleküllerin süreç içinde azalması ve hücrelerinin iş yamamaz konuma gelmesiyle söz konusu olmaktadır. Moleküller bir bedenden ayrılıp, başka bedenlere can verirken, birisinin ölümüne ve bir başka şeyin ise doğumuna neden olmaktadırlar. Hatayi, bu evrensel oluşumu dile getirmektedir.
Gönül ne gezersin, seyran yerinde
Âlemde her şeyin var olmayınca
Olura olmaza dost deyüp gezme
Bir ahdine bütün yâr olmayınca
Hatayi, gönül fazla gezip dolaşma, bilmediğin yerlerde, dünyada her şeyin bulunmadıkça, olur olmaz her şeyi, çevrendeki herkesi dost diye görme, verilen bir sözü bile yerine getirmeyene inanma diyerek gönlüyle konuşmaktadır. Ozan, İnsan yaşamında ki gerçekliği anlatarak, insanların farklı zaman ve mekânlarda, farklı davranışlar ve eğilimler gösterebileceğini, olgu ve olayların insan davranışları üzerine olumlu veya olumsuz etkide bulunduğunu belirterek, evrende, toplumda ve insanda mutlak güven diye bir şeyin bulunmadığını vurguluyor.
Şeriat, tarikat, marifet haktır
Hakikat od’u var andan içeri
(Hacı Bektaş Veli, Anadolu Kültür Vakfı 2007 Takvimi; 5 Şubat)
Hatayi, bu dizelerde Alevi tasavvufunun özü olan dört kapıdan söz etmektedir. AleviBektaşi öğretisinde, dört kapı-kırk makam insanın en ham halinden, en olgun aşamaya ulaşmak için geçilmesi gereken aşamaları bildirir. Her kapının da on kapısı olmak üzere toplam kırk makam vardır. Şeriat kapısı dünyaya gelmektir. İnsanın işlenmemiş halidir. Tarikat, yol anlamına gelir. Buradaki anlamı gideceği veya yöneleceği yolu belirlemek, yola girmek ve yolun öğretilerini öğrenmeye karar vermek anlamındadır. Marifet kapısı, yola giren kişinin, yol hakkında bilgi ve becerisini artırması ve yol hakkında ki bilgileri öğrenmesidir. Hakikat kapısı ise, yola giren kişinin bütünsel gerçekliği kavraması ve var oluşun gizine erişmesidir. Hatayi, Hakk’a ulaşmanın çok zahmetli ve zorlu bir yol ve gerçeğin de ateş kadar yakıcı olduğunu, bu yola girenin sabır göstermesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Şah HATAYİ, özün Hakk’a yetirir Kapıda kuldur Sultandan içeri Hatayi, sultan da olsa, hükümran da olsa, kim ne olursa olsun, Hakk’a ulaşan, gerçeği kendi özünde bulan kişi, özünü Hak’la birleştirmiştir. Bu durumda artık, Hakk ondan ayrı değildir. Hak’la Hak olan birisi için, dünyada kişisel makamların bir anlamının olmayacağını belirtmektedir.
Ölmeden evvel ölmüşüz
Vasıl-ı can olan can olur.
(Çınar; age; Sayfa 101)
Alevi- Bektaşi öğretisinde “ölmeden evvel ölmek” insanın nefsini eğitmesi, hamlıktan kurtulması, bütünselliği kavraması, iyiliği, güzelliği, sevgiyi, aşkı, vs. yaşamının temeline koyması, kötülükten, kibirden, benlikten, vs. arınması, aşırı isteklerden kurtulması ve var oluşun gerçekliğine erişmesidir. Ozan yukarıdaki dizelerde bu görüşleri anlatmak istemektedir. İkinci dizede, cana kavuşan kişi canla can olur diyerek, Tanrı’yı canan, kendisini can yerine koymakta ve Tanrı’ya kavuşmayı canla cananın buluşması olarak değerlendirmektedir. Alevi- Bektaşi öğretisinde “ölmek” kavramı yoktur. Onun yerine “Hak’ka Kavuşmak” deyimi vardır. Burada da bu söylenmek istenmiştir. “Hak’ka Kavuşmak”, canın cananla buluşmasıdır. Bu durum, parçanın bütüne karışıp bütünün içinde yer alması gibidir.
Hak’ka mazhar durur,
Adem sücut it uya şeytana
Ki Ådem donına girmiş,
Hudâ geldi, Hudâ geldi
(Melikoff; age; Sayfa 44)
Hatayi, bu dizelerde, insanın Hak’tan (Tanrı’dan) geldiğini ve tanrısal özelliklerle donatıldığını belirtiyor. İnsanın Tanrı’ya ibadet etmesi gerektiğini belirten ozan, ibadetin ise insanın özünü arındırması olduğunu, özünü arındırmak isteyen kişinin içindeki şeytani duygulardan uzaklaşması gerektiğini vurgulamaktadır. Hatayi, Tanrı’nın insan donuna (bedenine) girerek, kendini açığa çıkardığını söylemektedir. Tanrı gizli durumdayken, kendi gerçekliğinin farkına vardı ve Hak oldu. Hak insanda kendini gösterdi.
Küfür her mezhepte küfür
Küfür bizde iman olur.
(Birdoğan age; Sayfa; 326)
Hatayi, kötü söz, insanı kırmak, insana kaba davranmak, her zaman, her yerde olasıdır diyor. Kendini yetiştirmemiş, nefsini yenememiş, yanlıştan kurtulamamış her insan, hangi inanç ve mezhepten olursa olsun küfür etmekten, insanı kırmaktan kurtulamaz. Ama kendini eğitenler, kâmil insan olanlar, özünü iyilikle, sevgiyle donatanlar, küfür bile hoş görür, kötülüğü bile iyiliğe çevirir. Hatayi, küfrün imana çevrilmesi, yani hoş görülmesi olgunluğun belirtisi olarak görmektedir.
Derdimün dermanı, yaremin ucı
Dört güruh mevcuddur, Güruh-ı Naci
Belinde kemeri, başında tacı
Yüzünde balkıyor nur Hacı Bektaş
(A.Celalettin Ulusoy, age)
Hatayi, Hacı Bektaşi Veli’ye inanmış ve onun görüş ve düşüncelerinden etkilenmiş bir ozandır. Yukarıdaki dizelerden de bu gerçeği görmekteyiz. Ozan, dertlerin dermanının Hacı Bektaş’ta bulunduğunu söylüyor. Güruh-ı Naci diyerek, Hacı Bektaş felsefesini benimseyenlerin kurtarılmış topluluklar olduğunu belirtiyor. Güruh-ı Naci, kurtarılmış topluluklar anlamına gelmektedir. Ozan, başlangıçta her yanında dört güruh (Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat aşamalarına ulaşmış farklı topluluklar) bulunurken, Hacı Bektaş Veli’nin düşüncesine ulaşan bir insanın, var oluşun gerçeğine erişerek kurtarılmış topluluklara katılacağını anlatmaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin, başındaki tacı, belindeki kemeri ve bal gibi tatlı görünen yüzüyle, insanlara ışık, aydınlık ve güzellik yansıttığını söylemektedir.
Dinle nefes canlıdır
Tutmayanlar kanlıdır
Hatayi hazer eyle
Bu yol nerdibanlıdır.
(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 26)
Ozan, burada nefes derken; gerçek velilerin, önderlerin sözlerini dile getirmektedir. Erenlerin, önderlerin sözü, alınan nefes kadar değerlidir. Erenler, önderler, veliler en önemli kaynaktır. Bu kaynaktan sürekli yararlanmak, bu önemli kaynakları korumak ve sakınmak gerekir. Bu sözü tutmayanlara diyecek bir şey yoktur. Ama erenlerin söylediği gerçeklere ulaşmak aşamalıdır. Bu bir merdiven gibidir. Onun için gerçeğe erişmek için merdivenin basamaklarını yavaş yavaş ve öğrenerek çıkmak en önemli yöntemlerden birisidir. Hatayi, kendisinin bu yolu tuttuğunu belirtiyor.
Vücudun şehrini seyran eyledim
Baktım dört köşede, dört han
Dördün, birbirine sırrın söyledim
İçinde hükmeder, sultan oturur
(Birdoğan age; Sayfa;3)
Hatayi, bedenini çözmek, insanın nereden ve nasıl var olduğunu araştırmak ve kendi gerçekliğine ulaşmak için, kendi bedeninde dolaştığını, bu bedenin çok büyük bir kent olduğunu ve bu kentin yapı taşlarını çözdüğünü belirtiyor. Kent, gelişmiş, çağdaş değerlerle bezenmiş, ileri aşamalara ulaşmış yerleşim alanlarını belirtir. Kent aynı zamanda bütünlüğün simgesidir. Bir insanın bedenini oluşturan tüm organlar, o insanın kendisini var kılar. O bütünsellik içinde artık tek tek organlar değil, insanın kendisi öne çıkar. Ama o insanı var kılan bir çok organ vardır. Kent kavramı da bu anlamdadır. Kentler, her türlü insanın, çok farklı mesleklerin, çeşitli yapıların vs. oluşturduğu ve o dönem insanlığın oluşturduğu her değerin bulunduğu bir yapıdır. Buradan hareket eden ozan, Tanrı+Evren ve insan birlikteliğini de bu konumda değerlendiriyor. Her şey bir bütünün parçasıdır diyerek, bütün olan Tanrı’dır diyor. Bu gerçekliği kavramak içinde Bâtıni söylemler kullanıyor. Üstü örtülü, kapalı ve ancak belirli eğitim olan insanların ulaşabilecekleri bilgileri sunuyor. Dört Köşe kavramı bir örtüdür. Bu örtüyü kaldırdığımızda, ozanın, esas söylemek istediği ortaya çıkıyor.
Ozan, bedenini dört köşeye ayırıyor. Alevilikte ve tasavvufta dört sayısının önemini vurguluyor. Gerçeğe ulaşmak için dört kapı, yönümüzü bulmak için dört yön, nesneleri oluşturduğu var sayılan dört madde (Su, Hava, Ateş, Toprak), dört nitelik (sıcak, soğuk, kuru, ıslak), daha buna benzer birçok nitelemeyi bizlere anımsatıyor. Evrenin dört öğeden oluştuğunu belirtiyor. Bu dört öğenin birbirine bağımlılığını anlatan ozan, bunların birbirine etki ettiklerini, bu etkilenme sonucunda evrenin varlaştığını söylüyor. Var olan bu evrensel oluşum içinde, insan meydana geliyor. İnsanın fiziksel görünümünün yanında ona esas kimlik kazandıranın “Can” olduğunu belirtiyor. Can, bedene hareket veren enerjidir. İnsanı insan eden dört önemli değer olduğunu belirten Hatayi, bunu,”dört han, dört köşe” kavramıyla açıklıyor. Bu “dört han, dört köşenin” ne olduğunu da daha sonraki dizelerinde açıklıyor.
Köşenin birinde yola giderler
Köşenin birinde niyaz ederler
Köşenin birinde samah güderler
Köşenin birinde mihman oturur
(Birdoğan age; Sayfa;329)
Hatayi, bu dizelerde bedende bulunan dört köşenin ve dört hanın görevlerini, işlevlerini anlatıyor. Beden hanından ve köşelerinden birisinin, insanın gitmesi gereken yol olduğunu ve bu yolun da Hak yolu olması gerektiğini; ikinci köşenin ise ibadet (niyaz) olduğunu ve ibadetin Hakk’a ulaşmak için yapılması gerektiğini; üçüncü köşenin semah olduğunu, insanların evrensel gerçekliğe varması için semah dönmeleri gerektiğini; en son köşenin ise konuklara ait olduğu ve burada esas olanın insanları olguluğa taşımak olduğu gerçeğini dile getirmektedir. Ozana göre bedeni sevgiyle, bilgiyle, bilinçle dolan insan, artık gönlünü Tanrı’yla birleştirmiş insandır. Onun en büyük konuğu, Tanrı’nın kendisidir.
Sofi mezhebimin nesin sorarsın
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Gözlüye gizli yok ya sen ne dersin
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Eğnimize kırmızılar giyeriz
Halimizce her manadan duyarız
Katarda İmam Cafer’e uyarız
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz
Hatayi, mezhebini soran sofuya verdiği yanıtta, kendisini Hz. Ali’yi seven ve ona bağlı olan Şii mezhebinden olduğunu dile getiriyor. İkinci dörtlükte bu görüşünü anlaşılacak şekilde belirtiyor. Bu dizelerde, kırmızı giydiğini, yani Kızılbaş olduğunu, bu yola girenlerle birlikte kararlı bir şekilde yürüdüğünü ve Caferi Sadık’a ve Hz. Ali’ye bağlı olduğunu belirtiyor. Şiilik’de Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye, Ehlibeyt’e ve On iki İmamlara bağlılık en temel ilkedir. Hatayi’de de bu değerlere derin bir bağlılık görmekteyiz. Hatayi’nin bu anlamda birçok şiiri bulunmaktadır.
Şah Hatayi, Azeri Türk ozanlarından Nesimi ve Habibi’den etkilenmiştir. Hatayi, Alevi-Bektaşi edebiyatında çok önemli bir yere sahiptir. Onun şiirleri, birçok Ozan, sanatçı tarafından bestelenerek okunmakta ve zakirler tarafından Cem’lerde, ibadetlerde söylenmektedir. Şiirlerin de didaktik yön ağır basar. Aleviliğin felsefi ve inanç boyutu Hatayi’nin şiirlerine yansımıştır. Şiirlerinde gerek hece ve gerekse aruz veznine yer vermiştir. Hatayi, şiirlerinde sade bir Türkçe, anlaşılır ve akıcı bir dil kullanmıştır. Azeri lehçesini de çok ustaca kullanan ozan, hoşgörü felsefesini de derinlemesine şiirlerinde yansıtmıştır.
ŞAH İSMAİL’E İLİŞKİN POLEMİKLER
Şah İsmail’le ilgili, birçok karalamalar ve suçlamalar yapıla gelmektedir. Özellikle Hoca Sadettin Efendi, İbn Kemal (Kemal paşazade) gibi yazarların verileri kaynak gösterilerek Şah İsmail’e bugünde saldırılar yapılmaktadır.
Yakın zamanda, İskender Pala, isimli bir yazar, “Şah ve Sultan” isimli bir roman yazarak, Şah İsmail’i konu alan bir kitap yazdı. Bu kitap da Şah İsmail, gerçek kimliğinden uzaklaştırılmış ve özellikle Aleviliğe ve Şah İsmail’e ön yargıyla ve suçlu olarak bakanların yazdıkları gerçek olarak değerlendirip, bu veriler üzerinden, Şah İsmail’in kişiliği aşağılanmış, tarihsel gerçeklere uygun olmayan giysiler giydirilerek, farklı ve aykırı alanlara çekilmiş ve Şah İsmail bu yöntemlerle değersizleştirilmeye çalışılmıştır.
“Gerek yukarıda isimlerini verdiğim yazarlar ve gerekse İskender Pala’nın romanında, Şah İsmail, zevkine ve kadınlara düşkün, hırsız, bir katil ve bir canavar olarak tanıtılmıştır.
Öyle ki Şah İsmail; annesini öldüren bir katil, eşini Yavuz Selim’e bırakıp kaçan bir korkak ve Tebriz’de ateşler yakıp üzerine kazanlar kurdurup, içine katran koyup, binlerce Sünni’yi kıyıma uğratan bir cani, namus kavramı bulunmayan bir edepsiz, kurnaz, zeki ve altadıcı bir kişilik vs. olarak gösterilmiştir. Hiçbir neden yokken, Anadolu’ya saldıran ve Türk’ü, Türk’e kırdıran birisi olarak sunulmuştur.”
Öncelikle şunu belirteyim ki; Osmanlı Yönetimi, Türkmenleri her zaman avam, banal ve basit insanlar olarak görmüşlerdir. Onların gözünde Türkler “Etrak-i bî-idrak” tır. Yani “Akılsız Türkler.” Türkmenler ve Anadolu insanı Osmanlı yönetiminde hep dışlandılar, ezildiler, baskı gördüler ve kıyıma uğradılar.
Peki, o dönemde 1500’lü yıllarda Anadolu’da ki insanlar hangi koşullarda yaşıyorlardı. Özellikle Anadolu Halkı, büyük bir yoksulluk ve yokluk içindeydi. Topraklar köylülerin elinden alınıyordu. Rüşvet ve yolsuzluk üst aşamadaydı. Hak arayan insanlara büyük baskılar ve sıkıntılar yaşatılıyordu. Ağır vergiler halka soluk aldırmıyordu. Ayrıca, koyu Sünni anlayışta ki yönetim kadrosu, Kızılbaşların inançlarını küçümsüyor ve kültürleriyle alay ediyorlardı. Halkın konuştuğu dili banal görüyorlardı. Bu koşullar içinde 1200’lü yıllardan başlayarak devam ede gelen halk ayaklanmaları, 1500’lü yıllarda doruğa ulaşmıştı. Baba İlyas ve Baba İshak’la başlayan, Şeyh Bedreddin’le devam eden bu ayaklanmalar sürüyordu. Bu ayaklanmaların esas nedeni, ekonomik koşulların ağırlaşması, sömür ağır vergiler ve adaletsiz paylaşımdı. Daha sonra ise, adalet, hak ve kimlik arayışı da çok önemli nedenlerdendi. O dönemde, insanlar, inançlarını yaşayamıyorlardı. II. Beyazıt’la başlayarak, Yavuz’la süren baskılar ve kıyımlar Alevi-Kızılbaşları canlarından bıktırmışlardı. Birçok Alevi-Kızılbaş, yerlerinden edilmiş, aileler dağıtılmış, birçokları balkanlara zorunlu göç olarak gönderilmiş ve bu süreçlerde on binlere varan Kızılbaş katliamları gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı’da gerçekleşen en yoğun ayaklanmalar Yavuz Selim dönemindedir. Bu Dönemde Şahkulu Ayaklanması (1511), Bur Ali Ayaklanması (1512), Bozoklu Şeyh Celal Ayaklanması (1518), Şah Veli Ayaklanması (1519) Süğlün Koca ve Baba Zünnun Ayaklanması (1526) ve Zünnunoğlu Halil Ayaklanması (1527) gibi başkaldırılar Yavuz Selim döneminin toplumsal yapısını ortaya koymak açısından önemli bir gösterge oluşturmaktadır. Tüm bunların bir anlamı ve yaşamda karşılıkları vardır. İşte tüm bu karmaşa içinde Anadolu halkı ve Kızılbaş’lar bir kurtarıcı bekliyorlardı. Bu kurtarıcı Tebriz’de devlet kuran Şah İsmail (Hatayi) olarak ortaya çıktı.
Şah İsmail 1502 yılında, başına oniki dilimli, Kızılbaş Şahlık Tacını giyerek, Kızılbaş İktidarını kurmuştu. (Onarlı; age; S.58). Şah İsmail, Türkçe konuşan, Anadolu’da ki halkın dilini kullanan, Hz. Ali’ye bağlı, Kerbela’ya sahip çıkan, tasavvuf diliyle konuşan ve kendisi de Kızılbaş olan, aynı zamanda Anadolu’da halkı destekleyen bir duruş gösterdi. Bu durum Anadolu’da ki Alevileri sevindirdi ve Halk Şah İsmail’e sevgi besledi. Osmanlı’dan baskı gören halk, Safevi devletinden, Şah İsmail’den gördüğü yakınlık ve sevgi nedeniyle, gönül bağıyla oraya bağlandı. Bu çok doğal bir gelişimdi. Ama bu gelişimi içine sindiremeyen Yavuz Selim, iktidarı döneminde 40-80 bin arasında Alevi’yi öldürttü. Büyük kıyınlar yaptı.
Bu gerçekler ortadayken, Yavuz’un yaptıklarını, Şah İsmail yapmış gibi gösteren egemen anlayışın söylemlerini doğruymuş gibi kabul etmek, bu oyunları ve yaşanılan tarihi gerçekleri görmemektir.
Oysa “Yavuz, yalnız Alevileri değil, kendi ailesini de öldürten bir Padişah’tı. Saltanatı için, aile çevresinde kendisine rakip gördüğü herkesi öldürtmüştür. Kardeşi Ahmet’i ve büyük ağabeyi Korkud’u öldürtmüştür. Yeğenleri, Musa, Emin, Orhan, ve Osman’ı boğdurtmuştur. (İsmail Metin, Osmanlı Kanlı Tarihi, Ant Yay. 1996, S. 297). Tüm bunlardan hiç söz etmeyenler, Şah İsmail’i karalamak için, belgesiz ve kanıtsız olarak Şah İsmail’e olmadık hakaretler içeren romanlar ve yazılar yazmakta ve karalamaktadırlar. Bu bakış “şaşı” bir bakıştır.
Hoca Sadettin (1536-1599) gibi, koyu Sünni, Alevi-Kızılbaş düşmanı bir tarih yazıcısının yazdıklarını doğru kabul edip, Şah İsmail’e olmadık karalamalar yapmak akıl ölçülerini zorlamaktır. “Kızılbaşların kirli varlıklar olduğunu, ortadan kaldırılması gerektiğini, Ayıplı mezhep ve geniş meşrepli ve sapkın” vs. olduklarını belirten Hoca Sadettin’in tarafsızlığına nasıl güven duyabiliriz.
Kemalpaşazade (İbni Kemal (1468-1534), vermiş olduğu fetvalarla “Kızılbaşların kanı helaldir” diyen bir gerici, koyu bir Sünni’nin söylediklerini ve nasıl doğru kabul edeceğiz? İdris-i Bitlisi (1452-1520) Osmanlı’da yöneticilik yapan ve “Kızılbaşları nerede görürseniz öldürün” diyen bir yazarın söylediklerine nasıl güveneceğiz? Ama biz ozanlarımıza inanıyoruz. Bakın Pir Sultan Abdal ne demiş:
Benim Şah’ım al kırımızı bürünür
Dost yüzün görmeyen düşman bilinir
Yücesinden Şah’ın ili görünür
Niçin gitmez Yıldız Dağ’ın dumanın
(…)
Mağripten çıkar görünü görünü
Kimse bilmez evliyanın sırrını
Koca Haydar Şeyh Cüneyd torunu
Ali nesli güzel imam geliyor
(ONARLI, İsmail; Şah İsmail, Can yay.2000, S.75)
Pir Sultan Abdal, Şah İsmail’i bu dizelerle anıyor, onu bir kurtarıcı olarak görüyorsa ve onu öven dizeler yazıyorsa tabii ki ben buna inanacağım ve onun söylediklerini doğru göreceğim. Yoksa Ebusuud’ları, Kemalpaşazadeler’in, Hoca Saddetin’leri, İdris-i Bitlisi’lerin yazdığını değil…
ŞAH İSMAİL’LE HATAYİ FARKLI KİŞİLER Mİ?
Bu konuda da kafalar karışık. Ozanlık geleneğinde, bir ozanın adıyla şiirler yazan başka insanlar veya ozanlar vardır. Burada önemli olan yazılan şiirlerin özüdür. Şiir kimin kimliğiyle yazılmışsa, onunla bedenleşir. Hatayi, içinde bu söz konusudur. Ama, Şah İsmail, ozan değil di, o yalnızca devlet adamlığı ve komutandı demek, ne kadar kesin bir bilgidir? Ama aşağıda vereceğim örneklerde bunu hiç de doğru bir yaklaşım olmadığı konusunda bilgiler vermektedir. Bazıları, Şah İsmail’le, Hatayi’nin farklı insanlar olduğunu savunarak, Şah İsmail’in aslında bir kıyıcı, Hatayi’nin ise bir ozan olduğunu söylemektedirler. Bir kıyıcıyla, bir ozanın aynı kimlikte, aynı bedende bir arada olamayacağını dile getiriyorlar. Şah İsmail kıyıcı mıydı. Tarihe böyle bakmak doğru mudur? Tarih, kendisini var eden maddi dünyanın verileriyle ve yaşanmışlıkları doğru bir şekilde ortaya koymakla yapılır. Doğru olmayan, soyut yaşanmışlıklar (aslında yaşanmamışlıklarla) yapılan tarih, hayali tarih olur. Şah İsmail’in yaşadığı dönem ve tarihi olgular bellidir. Olayların nedensellikleri de ortadadır. O dönem Osmanlı’yla, Safeviler arasında bir savaş var ve her iki tarafta da ölen var öldüren var. Bu bir gerçektir. Ama bunun yalnızca bir tarafını verip, diğer tarafı vermemek doğru değildir. Yavuz’un 100 bine yaklaşan Alevi Kıyımında söz etmeyenler, Şah İsmail’i karalamak için kanıtlanmamaış, belgesiz, olaylar var ederek, onu karalamaktadırlar. Esas konumuza gelirsek: Şu dizelere bakalım:
İsmail’em cihana geldim
Yeri, göğü dolunu menem
Bilmeyenler bilsin meni
Ben Ali’yem, Ali menem
(İskender Pala, Şah ve Sultan, Kapı Yay. 2010, S.42)
Bu dizelerde, açıkça kendi ismini (İsmail) kullanarak şiir yazdığı görülmektedir. Ozan, İsmail ismiyle dünyaya geldiğini, panteist bir anlayışla, doğayla bir bütünlük içinde bulunduğunu, her şeyin her şey olduğunu, Hz.Ali’nin kimliğiyle donandığını belirtmektedir. Şimdi, Şah İsmail ozan değildi demek doğru mudur? Yukarıda ki dizeler, bu savı çürütmektedir. Aşağıdaki dizelere bakalım:
Şirvan helayügü, gamu Tebriz’e daşına
Mülk-i Acem sorar kim, giyamet haçan gopar
(Haz. Gülağ Öz, Şah İsmail Hatai; “Metanet Azizgızı Aliyeva-(Azerbaycanlı)’ın yazısı” s. 14)
Şah İsmail, (Şirvan’da yaşayanlar, Tebriz’e taşınsın /Mülk-i Acem (O dönemde İran’ın ismi Acem’di) İran topraklarına, burası neresi diye sorarsanız, o zaman kıyamet kopar, diyor.)
Burada, kendi soyunun Azerbaycanlı- Şirvan’lı olduğunu ve Tebriz’e geldiğini, burayı mülk yani toprak edindiğini ve devlet kurduğunu açıkça belirtiyor. Şah İsmail’in Erdebil Tekkesi’ne bağlı bulunduğunu ve bu tekkenin kurucularının Sünni olduğunu belirterek, Şah İsmail’in Kızılbaş veya Alevi olamayacağını söyleyenlerde vardır. Erdebil Tekkesi’ni kuran Şeyh Safi’nin ve ondan sonra gelen oğlu Sadreddin, Sünni geleneğe bağlı kalmışlar ama Hoca Ali’yle birlikte Şiiliğe yönelim başlamıştır. Şeyh İbrahim bunu devam ettirmiş ve Şeyh Cüneyt tamamen Şiiliği benimsemiştir. O dönem Şiilik, bugünkü gibi tutucu ve gerici değildi. “Safevi Tarikatı, Hoca Ali’yle birlikte Şiiliğe mütemayil almıştı. Şeyh Cüneyt zamanında ise tarikat tamamen siyasi gayeler taşıyan bir sürece girmiştir. (Haz. Gülağ Öz, Şah İsmail Hatai; “Dr. Halil İbrahim Bulut” yazısı s.54)
“Safeviler, hanedanın kurucusu Şeyh Safi’den itibaren, bir sufi birliği tesise çalışılmıştı. Şeyh Safi’nin intisap ettiği Şeyh Zahid /Tacüddin İbrahim b. Ruşen, v. 1296) Horasani tarikat an’anesine mensup bir sufi olup, Safeviye gibi, Halveti’ye tariki de onun halkasına bağlıdır. Bu sebeple, hiç olmazsa, Şeyh Cüneyd’e kadar Safevi Hanedan’ının tamamiyle tarikat an’anesine bağlı olduğu düşünülebilir. Ancak Hoca Ali’den itibaren Safeviler’in Şafi-Sünni telakkisini terk edip, Şii fakihlerinin tesiriyle tarikat esasından tamamen uzaklaşarak Şii zühd ve takvasına istinad ettikleri, “Safevi” tarikat isminin zamanla yalnız lafzi bir mana taşıdığı aşikar olmaktadır.” Haz. Gülağ Öz, Şah İsmail Hatai; “Prof. Dr. Hüseyin Mir CAFERİ”nin yazısı” s. 79)
Geniş bir alıntı yaptığım bu yazıda, Şeyh Safi’nin bağlı olduğu tarikatın Halveti tarikatı olduğu, bu nedenle hem Halveti ve hem de Hanefi inancını yaşadığı, bundan dolayı da (Erdebil Tekke’sinin) Sünni bir geleneğe bağlı kaldığını belirtiyor. Ama Hoca Ali’yle birlikte bu gelenekten ve inançtan dönüldüğü, Şeyh Cüneyd’den sonra bu tekkede Şiiliğin egemen olduğu belirtilmektedir. “Safeviye Tarikat”ının ise sadece isminin kaldığı ve bir etkisinin olmadığını açıkça belirtmektedir. Bu durumda Şah İsmail Sünni’ydi demek ne kadar doğru bir mantık olur. Bu konuda aynı görüşte direnme olsa olsa düz mantığın bir yansımasıyla olur. Yoksa, diyalektik mantık bu olasılığı onaylar.
ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER (GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE)
ELA GÖZLÜ PİRİM GELDİ
Elâ gözlü pirim geldi,
Duyan gelsin işte meydan.
Dört kapıyı kırk makamı,
Bilen gelsin işte meydan.
Hudey hudey, demler hudey,
Hudey hudey canlar hudey.
Ben pirimi Hak bilirem,
Yoluna kurban oluram,
Dün doğdum bugün ölürem,
Ölen gelsin işte meydan.
Hudey hudey, demler hudey,
Hudey hudey canlar hudey.
ŞAH HATAYİ der sırrını
Meydana koymuş serini,
Nesimi gibi derisini
Yüzen gelsin işte meydan.
Hudey hudey, demler hudey,
Hudey hudey canlar hudey.
GEL BERİ
Hakikat bir gizli sırdır
Açabilirsen gel beri
Küfr içinde iman vardır
Seçebilirsen gel beri
Açıldı cennet kapusu
La’l ü gevherdir yapusu
Kıldan incedir köprüsü
Geçebilirsen gel beri
Canımız melek canıdır
Tenimiz Selman tenidir
İçtiğim aslan kanıdır
İçebilirsen gel beri
Pirimden öğüt almışam
Üstadımdan ders almışam
Men kanadım bağlamışam
Uçabilirsen gel beri
Men bağçelerin gülüyem
Ayn-ı Cem’in bülbülüyem
Kırk kapunun kilidiyem
Açabilirsen gel beri
ŞAH HATAYİ’m eydür heman
Dağları bürüdü duman
İşte İncil işte Kur’an
Seçebilirsen gel beri
YALAN SÖYLER
Şu dünyanın ötesine
Vardım diyen yalan söyler
Baştanbaşa safasını
Sürdüm diyen yalan söyler
Ark kazarlar argın argın
Felek çevirmekte çarkın
Bu dünyada evim barkım
Vardır diyen yalan söyler
Kurağaçta olur gazel
Kendi okur kendi yazar
Ahdi bütün hüsnü güzel
Vardır diyen yalan söyler
ŞAH HATAYİ’m der varılmaz
Varılırsa bile gelinmez
Rehbersiz hiç yol bulunmaz
Buldum diyen yalan söyler
CAN DEDİLER
Kırklar meydanına vardım
Gel beri ey can dediler
İzzet ile selam verdim
Gel işte meydan dediler
Kırklar bir yerde durdular
Otur deyü yer verdiler
Önüme sofra serdiler
El lokmaya sun dediler
Kırkların kalbi durudur
Gelenin kalbi arıdır
Gelişin kandan beridir
Söyle sen kimsin dediler
Gir semaha bile oyna
Silinsin açılsın ayna
Kırk yıl kazanda dur kayna
Dahi çiğ bu ten dediler
Gördüğünü gözün ile
Söyleme sen sözün ile
Andan sonra bizim ile
Olasın mihman dediler
Düşme dünya mihnetine
Talip ol Hak hazretine
Ab-ı Zemzem şerbetine
Parmağını ban dediler
ŞAH HATAYİ’m nedir halin
Hakk’a şükret kaldır elin
Gıybetten kese gör dilin
Her kula yeksan dediler
VAR OLMAYINCA
Gönül ne gezersin seyran yerinde
Âlemde her şeyin var olmayınca
Olura olmaza dost deyip gezme
Bir ahdine bütün yar olmayınca
Yürü sofi yürü, yolundan azma
Elin gıybetine kuyular kazma
Varıp her dükkânda metaın çözme
Yanında mürşidin var olmayınca
Kalktı havalandı gönlümün kuşu
Kavga, gıybet etmek kötünün işi
Üstadın tanımaz bunda her kişi
Anın kim mürşidi er olmayınca
Varıp bir kötüye sen olma nöker
Çarhına değer de dolunu döker
Ne Huda’dan korkar ne hicap çeker
Bir kötüde namus ar olmayınca
ŞAH HATAYİ’M edem bu sırrı beyan
Kamil midir? Cahil sözüne uyan
Bir baştan ağlamak ömredir ziyan
İki baştan muhip yar olmayınca
YOL İSTERLER
Serseri girme meydana
Âşık, senden yol isterler
Kallaş ile oturmadım
İman ehli kul isterler
Bu yola giren oturmaz
Hak söze hile katılmaz
Bunda hiç hile satılmaz
Cevherinden pul isterler
Bir kılı bin pare eder
Bu yolu ihtiyar eder
Şah’ım bir yol kurmuş gider
Yol içinde yol isterler
ŞAH HATAYİ der neylersin
Her müşkili hal eylersin
Arısın çiçek derersin
Yarın senden gül isterler
TALANCI İLE OLMA MÜSAHİP
Nefesi ehl-i gevher kânıdır bilene
Nutkumuz kudret-i Hak ruh-ı revanıdır bilene
(Bu kaynaktan çıkan sözler işlenmiş cevher gibidir, bilenler için /söylediklerimiz Tanrısal gücün eseridir bu sözler bilenlerin, anlayanların ruhlarına akar)
Marifet gevherinin kânına maden olagör
İşte bu ilm-i hüner genc-i nihandır bilene
(Bu cevheri üretenlerin kaynağı, pınarı maden gibidir /aslında bu bilgileri kendi benliklerinde bulunduranlar her zaman gençtirler)
Kavil yalancı ile olma musahip çek elin
Hemdem olmak dev ile külli ziyandır bilene
(Bir insan yalan söyleyerek musahip (yol kardeşi) olamaz, böylesi birisi benden uzak kalsın / böyle birisiyle birlikte dostluk içinde yaşamak zarardır bilene)
İstedi buldu Hızır âb-ı hayat çeşmesini
Ey kim ol maşukunun derd-i dermandır bilene
(İsteyen amacına ulaşır, Hızır ona yaşam suyunu sunar, yardım eder / yeter ki o sevdiğinin derdine derman olmasını bilsin)
Şerbeti Hak’dan içen aşk adı azade olur
Şöyle sermest olanın küfrü imandır bilene
(Gerçek aşkın şerbetini içine, özgür olur / diğer anlamda sarhoş olanın ise ibadeti, yalvarısı geçersizdir bilesin)
Ey HATAYİ Hakk’ı sen tanı özünde fariğ ol
Dahi söz söyleme var bir söz hemandır bilene
(Ey Hatayi, gerçeği sen özünde tanı ve özgür ol / başka söz söyleme, her zaman söylenecek söz vardır bilene)
(Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 43)
RIZA LOKMASINI YİYEN
Mürşide giden tâlibin
Her dem vücudu pâk olur
Bir mürebbi bir müsâhib
Bir dilden öter yek olur
(Bu yola giren birisi, eğer bilen birisine giderse / her zaman özü temiz kalır / öğrenmek isteyen bir insan bir kardeş gibi / aynı dilden söyler, birlik olur)
Arayub hâl ehlin bulub
Eyleme küfrünü gâlib
İzinsiz yürüme tâlib
Sakın ayağa yük olur
(Bilgiyi ara, bileni bul / küfür ederek, üste çıkma / üstattan izin almadan bu yolda yürüme / sonra doğru yürüyenlere engel olursun)
Her dem yakın gelir sesi
Kafadandır haslar hası
Gaziler aşkın kamçısı
Ehli elinde kök olur
(Her zaman sesi yakın gelir / nitelikli, kendini bilen insan uyumludur / bu yolu doğru yürütenler, sevgiyi, aşkı yaşatanlardır / bunlar bilginin, olgunluğun temeli olurlar)
Bir nemed bir hırka giyen
Rızâ lokmasını yiyen
Kaalinin ötesin çek olur
Bu câvidandan çek olur
(Bir keçe, bir hırka giyen / helal lokmayı yiyen / her şeyin ötesinde değerli olur / bu güzel değerleri yaşatanlar, sonsuzca var olur)
Bülbül öter gül içinde
Çene tâlib dil içinde
HATAYİ der yol içinde
Nefsin öldüren hâk olur.
( Bülbüller gülü görünce öter / dil olduğu için çene hareket eder ve konuşur / Hatayi’de güttüğü, benimsediği yol içinde /nefsini, bencilliğini yok edip, gerçekle gerçek olur.) Çeviren; Mehmet YAMAN; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler Kurulu Yay. 2000 sayfa; 101)
Süleyman Zaman
Ådem: İnsan, ilk insan.
Ahd-ün Ahit: Verilen söz, anlaşma.
Ali Abâ Ailesi ; Hz. Muhammet, Hz. Fatma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den olan Ehlibeyt.
Anka: Masallardaki kuş.
Asabe: 1-) Sinir. 2-) Baba tarafında akrabalık 3-) Taraftar 4-) Oymak, kabile.
Astâr: Satırlar, sıralar.
Aşiyan: Kuş yuvası.
Aya: 1-) Avuç içi. 2-) El.
Ayn-i Cem: Hem ibadet ve hem de toplumsal sorunların konuşulduğu cem.
Bağban: Bahçıvan, bağcı.
Ban: Bandırmak, değdirmek.
Batıl: Boş, anlamsız söz ya da davranış.
Bâtın: 1-) İç 2-) Gizli nesnellik.
Bi-riya: Riyasız, yalansız.
Cavidan: Sonsuz, ebedi, ölümsüz.
Cehd: Çalışıp çabalama.
Cibril: Cebrail.
Cüda: Uzak, ayrı.
Çaker: Kul, köle, değersiz.
Çarh: Dönme.
Çerağ: Çam ağacından elde edilen ve ışık elde etme için yakılan ağaç çubuk. Mum.
Çün: Çünkü.
Dila: İçten, gönülden seven.
Diyar: Memleket, yurt.
Diyar-ı Aşk; Aşkı gönülden duymak. Gönlü aşka açmak.
Don: Beden.
Ehil: bir işi yapabilen, beceri. Ustalık.
Ervah: Ruhlar, canlar.
Estağfirullah: 1-) Allah’tan bağış dileme. 2-) İncelik.
Eş’are: Şiirler.
Evliya: Ermiş, veli.
Eza : Eziyet, üzüntü.
Fariğ: Vazgeçmiş, serbest.
Farz: 1-) Yerine getirilmesi istenen Tanrı buyruğu. 2-) Sorumluluk. Fen: Bilim, bilgi.
Fer : Canlılık, güç.
Gani: Zengin, varlıklı. Bol.
Ger: Eğer.
Gevher: Cevher, değerli madenler.
Gıybet: 1-) Göz önünde bulunmama, kaybolma. 2-) Dedikodu.
Gussa: Keder, acı.
Gülle: İçi dolu top mermisi.
Gülşen: Gül bahçesi.
Güruh: Topluluk.
Güruh-i Naci: Kurtarılmış topluluklar.
Has: 1-) Birini bir işe yönlendirme, kandırma. 2-) Özellik.
Hatmetmek ; Kur’anı baştan sona okumak.
Hayber: Hayber Kalesi.
Haydar: 1-) Hz. Ali’nin lakabı. 2-) Yiğit, cesur.
Hazer: Sakınmak.
Hemdem: Birlikte yaşayan, arkadaş.
Hicap: Utanma, sıkılma.
Hilaf: Karşıt, zıt, aykırı.
Hülle: 1-) Cennet elbisesi 2-) Elbise giysi. 3-) Şeriatta, boşanan bir kadının eski eşiyle yeniden evlenebilmesi için bir başka erkekle bir gece birlikte kalma şartı.
Hun: Kan.
Hun-i Pak: temiz kan.
Hü: Allah’ın, yüceliğini, ululuğunu, aşkınlığını anlatan bir söz.
Hüda: Tanrı. Yaratıcı.
Hüner: Beceri, ustalık. Bilme.
Hünka: 1-) Veli, evliya, ermiş. 2-) Uğurlu. 3-) Osmanlı Padişahlarına verilen unvan.
İbni: Oğul, erkek çocuk.
İnşallah: Allah’ın izniyle.
İrfan: Sezme, kavrama ve anlama gücü.
İzzet: 1-) Büyüklük, yücelik. 2-) Saygı.
Kaal: Dedi anlamına gelen söz.
Kân: 1-) Maden ocağı. 2-) Bir şeyin kaynağı.
Kelam: Söz, söylem.
Katar: Aynı amaca yönelik hareket eden insan topluluğu. Kalabalık halde yürüme.
Kavil: Söz. Laf.
Kavlu (Kavli): Sözle ilgili.
Kibriya: 1-) Büyüklük, azamet. 2-) Tanrı adı.
Kisve: 1-) Elbise 2-) Giysi.
Küh: Dağ.
Küll: Genel, bütün.
Kühsarem: Dağı sarmak.
Lamekan: Mekansız.
Liva: Bayrak, sancak.
Mahrum: Gizli, yasak.
Maşuk: Sevilen, alık olunan erkek.
Mazhar: Sahip olma, nail olma, şereflenme, kavuşma, ortaya çıkma. Amacına ulaşma.
Memat: Ölüm. Men: Ben.
Mesa: Akşam.
Meşayin: Şeyhler.
Meşayim: Döl yatakları.
Meşrep: 1-) Yaradılış, huy, karakter 2-) Güdülen yol.
Meta: Mal.
Mevali: 1-) Emeviler’in Arap olamayanlara verdikleri isim. 2-) Kulla, köleler.
Mihman: Misafir, konuk.
Mihnet: Zahmet, eziyet, keder, acı.
Mihr: 1-) Güneş 2-) Sevgi.
Minber: Yüksek kürsü.
Muhip: 1-)Taraftar. 2-) Tarikata sevgi duyan kişi.
Muhkem: Sağlam, kuvvetli.
Mürebbi: Çocuk eğiticisi.
Mürşit: Doğru yolu gösteren önder. Uyarıcı.
Müşkül: Güçlük, zorluk.
Nâs: İnsanlar.
Nazargah: Bakış, ele alış.
Nemed: Keçe.
Nerdiban: Merdiven.
Nergis: 1- Bitki, 2-) sevgilinin gözü.
Nihan: Saklanmış, gizlenmiş.
Nübüvvet: Peygamberlik.
Olubdur: Olur. Olan.
Pay: Bölüşme.
Peltek: Kusurlu, yumuşak, gevşek.
Perkâr: Pergel, cetvel.
Rah : Yol.
Rahmet: Esirgeme, acıma. Allah’ın ölen birisinin günahlarını bağışlaması.
Rehnüma: Yol gösterici, önder.
Revan: Giden, yürüyen, akan.
Sadık: Bağlılık.
Sarf: Harcama.
Sarraf: Değerli taş veya maden satan kimse.
Sebz: Yeşil.
Sefa: Rahatlık.
Sefi: Sefalet, yoksul.
Sefil: Yoksul.
Selman: Selman-ı Pak ya da Selman-ı Farisi. +0’lar cemine katılan ululardan biri.
Ser: Kafa, baş.
Sermest: Sarhoş.
Server: Bir topluluğun başı.
Sikke: Madeni para.
Sinan: Mızrak, süngü, saklanılacak yer.
Sistem: Dizge. Birbirine bağlı olarak örgütlenmiş ilkeler bütünü.
Sofi: Sufi, bilge.
Sofu: Tutucu. Dinin buyruklarını yerine getiren kişi.
Sufi: 1-) Tasavvuf felsefesine bağlı kimse. 2-) Bilge.
Sultan: Yol’un ulusu, en büyüğü.
Sücut: Secde etmek.Allaha ibadet etmek.
Şahbaz: 1-) Çevik, becerikli. 2-) Kahraman, mert, yiğit.
Şah-ı Merdan: 1-) Hz. Ali’nin sıfatlarından biri. 2-) Yiğitlerin en büyüğü.
Şevk: Aşırı istek. Heves, sevinç.
Taç: Başlık.
Takrir: Anlatma, anlatış.
Talip: İstekli. Yola girmek isteyen kişi.
Tamu: Cehennem.
Teber: Küçük balta. Kesici bir alet.
Tutiya: Göze çekilen sürme.
Türap: Toprak. Sevdiğinin ayağının toprağı olmak.
Uralım: Vuralım.
Übni (İbni) ; Oğul, erkek çocuk.
Üryan: Çıplak
Vakıf: Bir işi bilen, öğrenen.
Vela: 1-) yakın olma. 2-) Sahip olma.
Vilayet: Bir şeyi elde etme, ele geçirme, yetkili olma. Devlet kurma.
Vü: Ve.
Vücut şehri; beden,can, bedenin bütünü.
Yad: 1-) El, yabancı. 2-) Düşman.
Yâd: Anma, anımsama. Akla getirme.
Yahşi: Güzel, çok güzel, iyi.
Yek: Tek, bir.
Yeksan: Düz, bir, beraber.
Zakir: Ozan, cemlerde saz çalıp deyiş okuyan kişi.
Zikir; Anma.
Kaynakça
Ana Britannica 12. Cilt. İlgili Madde.
BİRDOĞAN, Nejat; Anadolu’nun Gizli Kültürü, Alevilik; Berfin Yay. 1995 BİRDOĞAN, Nejat; Şah İsmail Hatayi Yaşamı ve Yapıtları, 1991 Kaynak Yayınları Büyük Larosusse; 8. Cilt; İlgili Madde.
ÇINAR, Erdoğan; Aleviliğin Gizli Tarihi; Çiviyazıları Yay. 5. Baskı 2004
Garip Dede Türbesi Takvimi 2 Ocak 2008. Hacı Bektaş Veli, Anadolu Kültür Vakfı 2007 Takvimi; 5 Şubat
KALELİ, Lütfi; Şah Hatayi ve Pir Sultan; Alev Yayınları; 1.baskı 2006.
MELİKOFF, İrene; Uyur İdik Uyardılar; Cem Yay.1993
METİN, İsmail, Osmanlının Kanlı Tarihi; Ant Yay. 1996
NOYAN Bedri, Doç. Dr. Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü; Makale; Ümit Yay.1995
ONARLI, İsmail; Şah İsmail, Can yay.2000
ÖZ, Baki; Osmanlı Alevi Ayaklanmaları, 3. Baskı. Can Yay. 2003 ÖZKIRIMLI, Atilla; Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt 1; İnkılâp Yay. 2004
ULUSOY, A. Celalettin; Yedi Ulular; Ajans Türk Mat.
YAMAN, Mehmet; Buyruk; Alevi İnanç-İbadet ve Ahlâk İlkeleri; Mannheım AKM Dedeler
Kurulu Yay.
YAMAN, Mehmet; Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü; Makale; Ümit Yay. 1995
Kaynakça
https://docplayer.biz.tr/12145860-Sah-hatayi-yasami-siirleri-dunya-gorusu-suleyman-zaman.html
/sö