Kızılbaş terimi belli bir tarihten sonra üzerine olumsuz anlamlar yüklenerek siyasi ve dini bir hakaret ifadesi olarak kullanılmış olsa da esasında askeri bir terimdir. Safevi Devleti askerleri için kullanılan bu terim, Osmanlı tarafından Safevi Devleti vatandaşı ya da yandaşı olan herkes için kullanılan bir terime dönüşmüştür.
Örneğin; Osmanlılar, Şiilere de Kızılbaş demektedir. Bu duruma rağmen Şiiler, Türkiye’deki bazı Aleviler gibi “bizim asıl adımız Kızılbaş’tı” dememektedir. Safevilerin komşusu olan Şeybaniler (Özbekler) için Yeşilbaş terimi kullanılıyordu çünkü, Şeybani askerlerinin üniforması yeşildi. Kızılbaş terimi, inançsal değil, siyasi bir terimdi. Safevilerin 150-200 yıllık bir dönemden sonra tarih sahnesinden çekilmesiyle bu terim ortadan kalktı. Yalnızca, Anadolu’daki Sünni zihinlerde bilgi kırıntısı olarak kalmaya devam etti. Safevilerin askerlerinin başlarına giydikleri serpuşun kırmızı renk olarak tercih edilmesine sebep olan birkaç rivayet vardır: Hz. Ali Hayber savaşında başına kırmızı sarık sarmış; ayrıca Sıffın savaşında da Muaviye’nin askerinden ayrılmaları için kendi askerlerine de kendisininki gibi şal bağlatmıştır.[1] Bir başka rivayet: Hz. Ali Uhut savaşında Hz. Peygamberin de “Edrikni (Yetiş) ya Ali” demesiyle Peygamberin imdadına yetiştiğinde başındaki sarığın kandan kırmızıya boyanmış olmasıdır.
Bazı araştırmacı ve tarihçilerin Kızılbaş sözcüğüne tarihte nasıl bakıldığına ilişkin birkaç örnek verelim: İbni Bibi, Babailer olayı sırasında Konya’ya doğru yürüyen Türkmenlerin “Siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları çarıklı” olduğu aktarmaktadır. Keza Osman Gazi’nin giydiği fes büyüklüğünde kırmızı kadife ve çuhadan yapılan ve üzerine Tatar usulünde destar sarılan börküne, “Börk-i Horasani” denirdi.[2]
Tarihçi Faruk Sümer ise; Türk unsuru kendilerinin Türkmenlerin torunları olduklarını biliyor ve onun şuurunu taşıyordu. Kızılbaş sözünü onlar öğünerek taşıyorlardı. Bu deyim yalnız devletin askeri bakımdan dayandığı Türk unsuru ifade etmiyor (Tavâif-i Kızılbaş, Padişâh-ı Kızılbaş, Ümerây-yi Kızılbaş, Leşker-i Kızılbaş, Sipâh-i Kızılbaş, Gâziyan-ı Kızılbaş) onun kurduğu ve yaşattığı devlete “Devlet-i Kızılbaş” ve hâkim olduğu yere de “Ülke-i Kızılbaş” deniliyordu.[3]
Baha Said ise; …bazı şahısların gerek Kızılbaşlık gerekse Bektaşilik hakkındaki namusa aykırı davrandıklarına dair yaptıkları suçlamalar ancak kara çalma cinsinden birer iftira olmalıdır.[4]
Tarihçi Hammer ise; Venedik elçilerinin raporlarında Şah İsmail’in elçisi için “Della testa rossa= Kızılbaş” Özbek elçisi için “Della testa verda=Yeşilbaş), Osmanlı elçisi için=Della testa bianca=Akbaş” ve Gürcü elçisi için ise “Della testa nera=Karabaş” ifadeleri kullanılırdı.[5]
Kızıl rengin diğer bir adı da “Al”dır. Türkmenlerin “al” rengine özel bir ilgileri olduğu muhakkaktır. Kırmızı börk veya başlık giyenlere “Kızılbaş” adı verilmiştir. Vaktiyle Sünni olsun Alevi olsun bütün Türkmen oymakları kızıl börk giyerlerdi. Anlaşılan Sünniler zamanla kırmızı börkü terk edince yalnız Alevi toplulukların şapkası hükmüne girmiş. Bu yüzden baş giyimlerine izafeten Alevilere “Kızılbaş” denmeğe başlamış. Cem ayinlerinden gizli toplantılarından içki içmelerinden ve sır saklamalarından ötürü yakıştırmalar, suçlamalar –iftiralar- yapılmış ve neticede Kızılbaş terimi bugünkü ifadesini kazanmıştır.[6]
Yavuz ile Şah İsmail arasındaki çatışmalardan özellikle de Çaldıran savaşından sonra Kızılbaş sözcüğüne olumsuz anlamlar yüklenerek ve bu anlamlar din adamlarının fetvalarıyla desteklenerek günümüze kadar gelmiştir.[7] Bu olumsuz bakış her ne kadar tamamen yok olmamışsa da aklı başında, dünyayı tanıyan bir vatandaşımızın böyle saçma sapan anlatımlara inanacağı düşünülemez. Sonuç olarak Kızılbaş tanımı Alevilerin kendilerine verdiği bir tanım değil, dışarıdan Alevilere izafe edilen veya yapıştırılan tanımdır. Bu tanım da önceden ve bütün kamuoyuyla devletin bütün imkânları kullanılarak yerleştirilmiş bir kavramdır. Bunun en güzel örneğini Pir Sultan Abdal’ın şiirlerinde görmekteyiz:
Gidi Yezit bize Kızılbaş demiş
Meğer Şah’ı sevmiş dese yoludur
Yetmiş iki millet sevmese Şahı
Biz severiz Şah-ı Merdan Ali’dir
Pir Sultan’ım[8] Nesimi’dir pîrimiz
Evvel kurban verdik Şah’a serimiz
On’ki İmam meydanında dârımız
Biz şehidiz serdarımız Ali’dir
Yine bir başka şiirinde:
Lanet olsun sana ey Yezid pelid,
Kızılbaş mı dersin söyle bakalım!
Biz ol âşıklarız ezel gününden,
Rafızî mi dersin söyle bakalım.
Pir Sultan’ım eder lanet Yezid’e,
Müfteri yalancı münkirler size,
İşte er meydanı çık meydan yüze,
Rafızî mi dersin söyle bakalım.
XVIII. yüzyıl Alevi şairlerinden Kemteri de şöyle demektedir.:
Ehl-i imana Kızılbaş dediler ey Kemteri
Nesd-i münkire Bi-hamdi-lillah Kızılbaş olmuşum
Son söz olarak Kızılbaşlık teriminin kullanımı ve bu terimi kullanan özellikle ilahiyatçı çevrelerin “Kızılbaş” terimine yoğun ilgisinin üç başlık altında toplamak mümkündür:
Birincisi, Aleviliğin Şah İsmail ile I. Selim arasındaki çekişme sonucu ortaya çıktığı, dolaysıyla köksüz, temelsiz siyasi bir oluşum olduğunu aşılamak.
İkincisi, Kızılbaş’ın Türkçe bir terim olmasından hareketle Aleviliğin tümüyle Türk kültürünün bir ürünü olduğunu iddia etmek.
Üçüncüsü ise, Alevi teriminin Hz. Ali’yi hatırlatması nedeniyle Hz. Ali’yi, Alevilere kaptırmak istememektir.
Son zamanlarda bazı Alevilerin Kızılbaş terimini kullanma eğiliminin, solculuğun kızıl rengiyle, ya da isyankârlıkla bir ilgisinin olup olmadığı titiz bir araştırma sonunda ortaya çıkabilecektir.
Kaynakça
http://karacaahmet.org.tr/roportajlar.asp?id=6
/sö