İsmaililerin ve bu devrimci geleneğin son halkası olarak Hasan Sabbah ve Nizarilerin nihai hedefleri zulmün olmadığı adil bir dünya kurmaktı. Bu bakımdan başarısız oldukları, tarihin bildiğimiz akışını değiştiremedikleri kesindir. Ancak, ezilenlerin pek çok isyan deneyimini aşarak örgütlenmeleri, mücadele yöntemleri ve kısa sayılmayacak süreler boyunca iktidarı ele geçirebilmiş olmalarıyla tarihin yaprakları arasında unutulup gitmemeyi de başardılar. Tarihin egemenlerin gözünden yazılımı nedeniyle, gerçekler her ne kadar çarpıtılıp karalansa da, balçıkla sıvanmayacak nitelikleriyle ezilenlerin tarihinde özgün ve dikkate değer bir yer edindiler.
Pek çok kişi Hasan Sabbah’ı erişilmez dağların zirvesindeki kalesinde yaşayan, kendisine ölümüne bağlı fedailerden oluşan tarihin en etkili suikast örgütünün lideri bir tarikat şeyhi olarak bilir. Bu yaygın Hasan Sabbah tasvirine göre, Selçuklu yöneticilerinden ve İslam önderlerinden Haçlı komutanlarına, pek çok önemli insan onun fedailerinin hançerleri ucunda can vermiştir. Hasan Sabbah fedailerini afyonla sarhoş ederek kendine bağlar. Kalesinde inşa etmiş olduğu hurilerle dolu gizli bahçede gözlerini açan afyonlanmış fedai, kendisini cennette zanneder. Cennetin de cehennemin de şeyhin iki dudağı arasında olduğunu düşünür. Şeyhe sadakat yolunda ölüm cennete açılan kapıdır, şeyhin bir lütfudur. Hak etmek için şeyhin emirlerini gözünü kırpmadan yerine getirir. Bu tarikatın üyeleri afyon kullanmalarından dolayı “haşîşîler” olarak bilinir.
Sadece popüler tarih romanlarının değil, ciddi görünümde tarih kitaplarının çizdiği Hasan Sabbah portresi de kabaca böyledir. En başından söylemek iyi olacak. Bunların yansı uydurmadır. Diğer yarısı ise bölük pörçük bilgilerle anlatılanların, önyargılarla malul bir hayal gücünün prizmasından geçerek abartılması, çarpıtılmasıdır. Gerçeklik çarpıtmanın gölgesinde kalmış, nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz bir hal almıştır.
Bir Hasan Sabbah hikâyesi
Aslında söz konusu olan, dinsel ve toplumsal yönelimi İslam’ın hâkim çizgisi tarafından red ve mahkum edilmiş, felsefi temelleri İslam düşüncesinin dışına taşan köklü bir mezhep ve onun önderidir. Hasan Sabbah ve Ismaililerin bir kolu olan Nizariler, Sünni şeriatına karşı muhalefetin en etkin, kuramsal, siyasal ve örgütsel bakımlardan en bütünlüklü ve radikal kanalı olmuştur. Bugünkü İran, Irak ve Suriye topraklarına yayılan örgütlenme ve propaganda ağı sayesinde geniş bir kitleyi etkisi altına almıştır. Sayısız kıyıma uğramış, siyasi bir mücadele biçimi olarak suikastlarla, kendisine Abbasi halifeliği ve Selçuklu egemenliğinin kuşatması altında bir varolma alanı açmaya ve korumaya çalışmıştır. Meşhur Alamut Kalesini merkez edinmiş, yarım asrı sürekli bir direniş ve mücadele içinde geçen yüz elli yıllık bir devlet pratiği yaşamıştır. Tarihin bir talihsizliği sayabiliriz; bütün bunlar yirminci yüzyılın başına kadar neredeyse tümüyle, karşıtlarının düşmanca aktarımlarına dayanarak değerlendirilmiş, öyle bilinmiştir. Sünni ilahiyatçılar ve kronikçiler ile Haçlılar ve Avrupalı gezginlerin oluşturduğu imge 19. yüzyıl oryantalistlerince neredeyse sorgulanmadan veri kabul e-dilmiş, ortaya en başta kabaca özetlediğimiz Hasan Sabbah ve Nizari Ismailliler tablosu çıkmıştır. Ancak 1930lardan sonra özgün kaynakların incelenmesiyle Nizaıilertn gerçekte kim oldukları yer yer bulanık da olsa belirmiş, ama bu da akademik çevreler dışında pek rağbet gömemiştir. Nizariler ve Hasan Sabbah bugün hâlâ afyonlanmış cani fedailer, güzeller güzeli huriler, derelerinden bal ve süt akan cennet bahçeleriyle dört başı mamur egzotik masal olarak anılmaya devam etmektedir.
Burada asıl yapacağımız şey, Hasan Sabbah’ı ve önder olduğu mezhebi, İslam tarihinde muhalefet geleneği içindeki kökleriyle birlikte, toplumsal ve politik bir hareket olarak anlamaya çalışmak olacak. Ama Hasan Sabbah söz konusu olduğunda, efsanenin gölgesi gerçeğin üzerine öyle düşmüş ki, onunla didişmeden, nereden kaynaklandığına ve gücünü nereden aldığına değinmeden ilerlemek mümkün değil.
Hasan Sabbah efsanesi
Bugünkü yaygın Hasan Sabbah efsanesinin 19. yüzyıl Avrupa oryantalist tarih yazımından kaynaklandığını, bunun da 12. yüzyılda Haçlı Seferleri ile başlayan anlatılara dayandığını söylemiştik. Bu ilk anlatılar aslında Suriyeli Nizarilerle ilgilidir. Batılılar henüz Nizarilerin merkezi olan Alamut’tan ve İran Nizarilerinden haberdar değildir. Olduklarında da, bunların birbirleriyle bağını daha sonra anlayacaklardır. Bu anlatılar kısmen Suriyeli Nizarilerle girdikleri temaslarla gelişen doğrudan gözlemlere, daha çok da Sünni Müslümanların asıl amacı kara çalmak olan aktarımlarına dayanmaktadır. Bunların önemli birkaç tanesini ele alarak efsanenin oluşumunu izleyebiliriz.
Haçlıların kaleminden Nizariler
Nizarilerle ilgili ilk yazılı bilgilere Ispanyalı haham ve gezgin Tude-lalı Benjamin’in seyahatnamesinde (1167) rastlanmaktadır. Benjamin islam dinine inanmayan, peygamber saydıkları önderlerine adanmışlık-la bağlı, hayatları pahasına kralları öldüren, Haşişin adıyla bilinen bir topluluktan bahseder. (1) Kutsal Roma Germen İmparatora Frederick Barbarossa’nm 1175’te Suriye’ye gönderdiği elçisi Gerhard ise, ”Şam, Antakya ve Halep civarındaki dağlarda yaşayan, kendi dillerinde Heysessini diye anılan” topluluğu şöyle anlatır: “… hak hukuk tanımazlar… kendi dinlerine aykırı olarak domuz eti yerler ve annekız kardeş ayrımı yapmaksızın tüm kadınları kullanırlar… Dağlarda müstahkem kalelerde oturdukları için dize getirilmeleri imkânsızdır. Başlarında hem Arap emirlerinin hem de komşu Hıristiyanların yüreğine korku salan şeyhleri yer alır. Şeyhten bu denli korkulmasının sebebi, gözüne kestirmiş olduğu kimseyi akla hayale sığmayacak yöntemlerle öldürtmesidir. Şeyh yüksek surlarla çevrili saraylarında, küçük yaştan i-tibaren ailelerinden ayrı yetiştirmek üzere alıkoyduğu çok sayıda köylü çocuğu barındırır. Aralıksız eğitimleri boyunca bu delikanlılara pek çok yabancı dil öğretilir. Şeyhlerine gözü kapalı itaat etmeleri, bu sayede Şeyhin kendilerine cennetin güzelliklerini bahşedeceği zihinlerine kazınır… Sırası geldiğinde Şeyh, her birine altın bir hançer teslim eder ve sıradaki kurbanın üzerine gönderir.” (2) Gerhard’m bu raporunda Nizarilerle ilgili efsanenin birçok öğesi ilk defa der-li toplu ifade edilmiştir. İslam’ın değerlerine referansla yapılan suçlamalar, bu bilgilerin kaynağının genelde Sünni kaynaklı anlatımlar olduğunu düşündürtmektedir.
Sur Başpiskoposu William da, 1186’da Haçlı Seferleri’ni ayrıntılarıyla aktardığı kayıtlarında Nizari-lerden söz eder. Daha önceki bilgilere ek olarak, mezhebin kendilerine bağlı köylerle birlikte on müstahkem kalede yaşayan yaklaşık altmış bin kişiden oluştuğunu, şeflerinin kan bağıyla değil liyakata bağlı bir seçimle başa geçtiğini, hem Müslüman hem de Hıristiyanlarca Haşîşî / Assassini olarak adlandırıldıklarını anlatır. (3)
1192 yılında Kudüs Latin Kralı Conrad’ın Nizari fedailerince öldürülmesi Batılı kronikçilerin ilgisini artırmış, birçoğu tarafından mezhebin esrarengiz ve yiğit şeyhi, ölümüne bağlı müritler, acımasız suikast yöntemleri uzun uzun anlatılmıştır. Bunlardan Lübeck’li Arnold, şeyhin bir tür uyuşturucuyla kendinden geçirdiği müritlerini, rüyadayken gördükleri her şeyin, dava adına dökecekleri kanın mükâfatı olarak ölümlerinden sonra kendilerine bahşedileceği vaadiyle kendine bağladığından söz eden ilk kaynak olması bakımından dikkate değerdir. Arnold ayrıca “son derece muteber saydığı kimselerin tanıklıklarından” edindiğini söylediği bilgilere göre, müritlerin şeyhe bağlılıklarını göstermek için onun bir emri ile surlardan aşağı atladıklarım da- ilk hikâye eden kişidir. Aynı yıllarda bu hikâyeden Kudüs Krallığı vekili Kont Henry de söz etmektedir. (4)
Haçlıların Nizarilerle kurdukları ilişkilerin artmasıyla, bazı yeni bilgilere ulaşmaları mümkün olmuştur. 5. Haçlı Seferine katılan ve 1217’de Akka Piskoposu olan Vitry’li James mezhebin İran’dan yayıldığını belirterek Suriyeli Ismaillilerin İran’daki merkeze bağlı olduğunu saptar. (5) Kral 7. Louis’nin 1250 yılında Is-maililerin Muhammed’e inanmayıp Ali’nin izinden gittiklerini öğrendiğini söyler. Breton’un Sünni-Şii ayrışmasına ilişkin anlattıklarının çoğu, doğrularla yanlışlar birbirine karışmış halde, Müslüman Doğu toplumuna karşı dinsel önyargıların ve bilgisizliğin izlerim taşımaktadır. (6)
Buraya kadar anlatılanların tümü Nizari Ismaililerin Suriye kolu kaynaklıdır. Sonradan Hasan Sabbah’la özdeşleşecek olan “dağın şeyhi” tasviri ise, aslında Suriyeli Nizarilerin en etkili oldukları dönemde önderliklerini üstlenmiş olan Raşi-deddin Sinan’dır. Batılıların mezhebin İran’daki varlığıyla ilgili bir fikri varsa da, yüzeyseldir ve tümüyle kulaktan dolmadır. Alamut’taki Ni-zariler ve İran’daki örgütlenmele-riyle ilgili doğrudan gözlemlere dayanan ilk bilgiler Fransa Kralı’nm 1253-1255 yıllarında Moğol Hakanı Cengiz’e elçi olarak gönderdiği Rahip Rubruck’lu William’dan gelir. Bu tarihlerde Hasan Sabbah’m ölümünün üzerinden kuşaklar geçmiş, Nizariler Moğol baskısı altında çökme noktasına gelmiştir. William, Hazar Denizi kıyısında yaşayan Nizarilerle temas eder. Ismaililer i-çin, Arapça’da “dinden çıkmış, dinsiz” anlamındaki mülhid sözcüğünden bozma “mulidet” adını kullanır. Ayrıca o güne dek Suriye îsmailile-ri için kullanılan “Axasin’, “Hacca-sin” gibi adlan İran Ismailileri için ilk kullanan Avrupalılardan biri de William olmuştur. Bu artık mezhebin Suriye ve İran kollan arasındaki bağın kesin olarak bilindiğini gösterir. William Karakurum’a gittiğinde Cengiz Han’ın kendisine suikast yapmak için kırk Nizari fedaisinin tebdili kıyafet şehre geldiği duyumuna karşı aldığı olağanüstü güvenlik önlemlerinden söz eder. (7)
Haşîşî adı terk edilmeli
Bu anlatımlann tümünde mezhebin mülhid ya da daha sıklıkla heysessini / assassini gibi sözcüklerle adlandırılıyor olması dikkat çekiyor. Mülhid’in dinden çıkmış, sapkın anlamına geldiğini söylemiştik ve mezhep Sünni islam kaynaklannda aşağılama amacıyla çoğunlukla böyle anılıyor. İkinci sözcüğün, Arapça’da hint kenevirinden elde edilen uyuşturucunun karşılığı olan haşîş’ten geldiği, 19. yüzyılın başında yürütülen uzun etimolojik tartışmalar sonucunda kesinlik kazanmıştır. (8)
Kabaca esrarkeş anlamına gelen bu adlandırma, Şeyhin afyonla uyuşturarak fedailerinin sadakatini pekiştirdiği ve cinayetlere hazırladığı şeklindeki rivayete dayandınlmıştır. Böylesi daha çekici gelmiş olmalı ki, Batı’da mezhebin adı olarak en başından beri assasin (haşîşî) kelimesi kullanılmıştır. Mezhep, Avrupalı’nın bilincinde siyasi cinayetleriyle özdeşleşmiş olduğundan, 15. yüzyıldan itibaren neredeyse tüm Batı dillerinde bu kelime suikast anlamına gelmektedir.
Oysa ciddi Müslüman tarihçiler, eğer karalamak için mülhid adlandırmasını kullanmışlarsa, mezhepten Ismailiye, Nizariye ya da öğretilerine gönderme yaparak Batıniye, Talimiye diye söz etmişlerdir. Niza-rilerin kendilerim mülhid (sapkın) ya da haşîşî (esrarkeş) olarak adlan-dırmalan söz konusu olamayacağına göre, Haçlılann bu adlandırmayla ilgili kaynaklannm, mezhebin kendisi değil, Sünni toplumunun daha çok sözlü anlatından olduğu kesinlik kazanmaktadır. Özellikle haşîşî adı, Nizarilerin gizli bir pratiklerine işaret etmekten çok, onlara karşı genel düşmanlığı yansıtan bir hakaret sözü olarak görünüyor. Acı olan şu ki, mezhep akademik camia da dahil bütün dünyada, hâlâ bu adla tanınıyor. Önemli bir islam düşünce tarihçisi olan Henry Carbin’in bu noktada yaptığı uyan çok önemli: “Hayli uzun zamandan beri, bizler edindiğimiz alışkanlıkla ‘Ismaili’ kavramını ‘haşîşî’ diye tercüme ediyoruz. Belki bunda bazı duygulann etkisi vardır, ama böyle bir etki tam anlamıyla faciadır, inanıyorum ki, bundan böyle sadece Iran Ismailileri için değil, aynı zamanda Suriye îsmaillileri için de bu terminolojiyi terk etmemiz gerekiyor.” (9) Ne var ki, gerek haşîşî teriminin dışlanmasında en büyük rol sahibi olan ve klasik oryantalizmin dışına çıkmaya çalışan araş-tırmacılann öncüsü durumundaki Marshall Hodgson’m, gerek Ismai-liler üzerine ciddi Lewis’in bu konudaki en önemli eserleri bile “Haşîşîler” adını taşımaktadır.
Marco Polo’da Alamut’un cennet bahçeleri
“Şeyh … iki dağ arasındaki vadinin girişlerini kapattırmış ve burayı her türlü meyvenin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikle bir bahçeye çevirtmiş-tir. İçerisine … akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan şarap, süt ve bal akmaktadır. Dünya güzeli hurilerin ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dansları izleyeni büyüler. Şeyhin gayesi, tebaasını buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır…
Haşişiler olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde her türlü saldırıya karşı koyabilecek güçte bir kale vardı. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki ila yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. Muhammed gibi cennet hikâyeleri anlatıyordu; Sarazinler (Araplar) Muhammed’e nasıl inanıyorlarsa, gençler de aynı inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarh ya da onarlı gruplar halinde bahçesine götürüyordu. Böylece gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı…
Bizim İhtiyar dediğimiz Efendi, sarayını alabildiğe görkemli bir hale getirerek, basit dağlı halkı kendisinin yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı. Haşi-şilerden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aynı iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu… Şeyh’in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam gerçek bir peygamberin huzurunda olduğuna canı gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğini sorduğunda, cennetten geldiğini ve burasının Muhammed’in Kuran’da sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz kabul edilmemiş olanların bir an için dahi olsa oraya gitme arzularını kamçılıyordu.
Şeyh bir hükümdarın katlini istediğinde bu gençlerden birine şöyle diyordu: “Git ve şunu öldür, geri döndüğünde meleklerin seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, meleklerini yollayıp seni cennete getirteceğim.” Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanı katletmeye koşuyordu. Şeyh kimin ölümüne karar vermişse, müritleri hazır sırada bekliyordu. Uzak yakın bütün hükümdarların yüreğine saldığı korkuyla, onları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyordu.” (The Book of Ser Marco Polo’dan aktaran Bernard Lewis, Haşîşîler, s. 10, Kapı Yayınları, 2005).
Efsane Marco Polo’yla yayılıyor
Mezhebin Suriye’deki koluna dair yaratılan efsaneyi aynı şekliyle alıp Alamut Kalesi’ndeki Iran Nizarileri için kurgulayan Marco Polo olmuştur. Aslında Avrupa’da assassin teriminin ve Ismaillilerle ilgili efsanenin yaygınlık kazanması da, Polo’nun seyahatnamesi sayesinde olur. Polo Alamut Kalesi’ndeki gizli bahçeyi, bu sahte cennetteki hurileri, afyonla uyuşturulup gözünü cennette açan müritlerin Şeyh’e nasıl sadakatle bağlanıp ölümcül görevlerine hazırlandıklarını ballandıra ballandıra ve kendi gözüyle görmüşçesine canlılıkla anlatır.
Marco Polo bu hikâyeyi karşılaştığı Ismaililerin anlattıklarına dayandırmıştır. Oysa genç gezginin İran’da bulunduğu 1273 yılında Alamut Kalesi Moğollarca yıkılalı 17 yıl olmuş, iran’daki bütün kale ve yerleşimleri yerle bir edilmiş, Ismaililer iran’ın dört tarafına dağılıp gizlilik dönemine girmiştir. Olasılıkla, Marco Polo Suriye îsmailileriyle ilgili önceden duyduğu hikâyeyi, mezhebin iran’da varlığını öğrendiği koluna uyarlamıştır. Bunu yaparken hayal gücünden de epeyce faydalandığı anlaşılıyor.
Şaşırtıcı olan, en tam haline Marco Polo’yla ulaşmış bu efsanenin, neredeyse olduğu gibi, bugün hâlâ gerçek olarak kabul görmesidir. Batı düşüncesinin övünçle anılan akılcı, bilimsel aydınlanma döneminde dahi, bu efsane mantık süzgecinden geçirilip sorgulanmaksızın ve yeni bilgilerle kıyaslanmaksızm doğru kabul edilmiştir.
Cennet bahçeleri ve afyonkeş fedailer efsane mi gerçek mi?
Elbette ki her efsane gibi bu da, kalkış noktası olarak basit gerçeklere dayanmaktadır. Örneğin, Alamut başta olmak üzere pek çok Nizari kalesinin içerisinde çok güzel bahçeler olduğu bir gerçektir. Hasan Sabbah’m Alamut’u ele geçirdikten sonra ilk yaptığı şeylerden biri kalenin içinde yer aldığı vadiyi yeşillendirmek, bir sulama sistemiyle dağın tepesindeki kaleye kadar su çıkarmak olmuştu. Ama Nizari kalelerinde yapılan arkeolojik incelemelere göre bu kalelerin hiçbirinde, fedaileri cennette olduklarına inandıracak büyüklükte bir bahçe için elverişli bir yer bulunmamaktadır. (10) Yani şeyhin müritlerini götüreceği bir cennet bahçesi yoktur.
Ama başka bir açıdan, bu ifadenin bir gerçekliği anlatıyor olması kuvvetle olasıdır. 19. yüzyıl sonrasında ulaşılan Ismaili kaynakları, mezhebin öğretisine dair ciddi bilgiler sağlamıştır. Batıni bir mezhep olarak Ismaililikte her şeyin görünen (zahiri) yüzünün ardında bir de iç (Batıni) anlam gizlenmektedir. Görüntünün arkasındaki özü anlama ve yorumlama çabasına tevil denir. Corbin’e göre Şeyh’in sadakatleri karşılığında müritlerine cenneti bahşetmesi söylencesinin kökeninde, Ismaili düşüncesinde cennet kavramına verilen sembolik anlam bulunmaktadır.
Ismaili tevili, kutsal kitaplardaki Adem’in cennetten kovuluş hikâyesi üzerine derinleşmiş ve farklı bir yorum getirmiştir. Ismaili dönemi tarih anlayışına göre, dünya tarihi birbirini izleyen tecelli ve gizlilik dönemlerinden oluşur (devr el keşf – devr el setr). ilk başlangıç çağı, göksel düzene karşılık gelen, kusurdan ve günahtan arınmış bir yersel düzenin dünyada hüküm sürdüğü tecelli dönemidir. Bu dönemde hakikat (gerçeğin bilgisi) ve öz hiçbir kabuğa ve dışsal görüntüye ihtiyaç duymaksızın ortadadır. Hiçbir yasaya ve şeriata gerek duyulmaz. Iblis’in beli-rip başlangıçtaki uyumu bozmasıyla bu devrin sonuna gelinir ve hakikatin gizlendiği bir sır dönemi başlar. Cennetten çıkışın sembolik olarak anlattığı budur. Gizlilik devrinde gerçeğin bilgisi sır olur, dünya ancak şeriatla, peygamberlerin getirdiği dini kanunlarla ayakta durur. Hakikatin, örtüsünden sıyrılıp son imamın kişiliğinde kendini ortaya koymasıyla (kıyamet) bu devir bitecek ve yeni bir tecelli devri başlayacaktır. İmamı manevi gerçekliği içinde görebilen gerçek müminler için şeriat bağlarına gerek kalmayacak, müminler yeniden cennete ulaşmış olacaktır.
Nitekim Alamut’un Hasan Sabbah’tan sonraki üçüncü şeyhi olan Hasan kendisinin imam olduğunu iddia ederek kıyameti ilan etmiş, kendisine inananlar için şeriatı kaldırmıştır.
Yine Corbin’in belirttiğine göre, Hz. Muhammed’in “kabrim ve minberim arasında cennet ravzalanndan (bahçelerinden) bir ravza vardır” hadisinin Ismaili tevili, yine “şeyhin bahşettiği cennet” anlatısına açıklık getirmektedir. Bu hadisteki minber yani vaaz kürsüsü, dinin lafzi kurallarını, şeriat buyruklarını sembolleş-tirir. Kabir ise felsefedir, çünkü felsefe sayesinde din ve dogmaların zahiri görünüşü çözülür, bu bir nevi ölümdür. Böylece minber ve kabir ortasındaki cennet, yani gerçeğin bilgisi, hakikat ortaya çıkar. Ismailileregöre, bir yol gösterici olmadan buraya ulaşılamaz, müridinin felsefeyle hakikate ulaşmasını sağlayan şeyh, ona cennetin kapılarını açmış olur (11).
Öyle görünüyor ki, “şeyhin kendisine sadakatle bağlı olanlara cennetin güzelliklerini bahsedeceği” şeklindeki Ismaili söylemi, arkasındaki sembolik anlam anlaşılmaksızın, Haçlılar tarafından engin bir hayal gücüyle sahte cennet efsanelerine kaynaklık etmiştir.
Hasan Sabbah anlatılarında efsaneyle gerçeğin birbirine karıştığı bir başka nokta da, Nizari fedailerin afyon kullanımıdır. O dönemde hint keneviri ve benzer bitkiler Mısır’da ve Hindistan üzerinden İran ve Ortadoğu’da hem tıpta hem de keyif verici olarak kullanılmaktadır. Bazı tasavvufi tarikatlarda bir vecd hali için kullanıldığı da bilinmektedir. Bu yüzden Nizarilerde afyon kullanımı bir gerçeğe dayanıyor olabilir. Ama aynı nedenden dolayı, etkisi ve kullanımı sır olmayan haşîşîn, Marco Polo’da ve diğer anlatılarda söylendiği gibi, şeyhin elinde gizli bir silah olarak fedailere sezdirmeden kullanılması pek akla uygun değildir. Hele de, bu nedenle haşişi olarak anılacak kadar dile düşmüşken. Öte yandan, sonradan bazı anlatımlarda ileri sürüldüğü gibi, afyonun fedailere suikastlar sırasında cesaret ve sadakat aşılaması için kullanılması da mantığa sığmaz. Suikast gibi önceden incelikli bir planlamayı ve hazırlığı gerektiren bir eylem için, aksine açık ve berrak bir zihin gerekir. Ayrıca, Alamut’ta dünya zevklerinden elini çekmiş katı bir yaşamın hüküm sürdüğü, Hasan Sabbah’m bir oğlunu şarap içerek topluluk yasalarına karşı geldiği için öldürdüğü kesin olarak bilinmektedir. Dolayısıyla Nizarilerde yaygın bir haşiş kullanımı da söz konusu olamaz. Ciddi hiçbir İslam kaynağında bu yönde bir bilgiye rastlanmamaktadır. (12)
Aslında, kendilerine takılan adın haşişten kök alması dışında, Nizarilerin haşiş kullandıklarına işaret eden bir veri de yoktur. Ama şunu biliyoruz ki, esrarkeş olarak yaftalanmak, bütün dinlerin tarihinde, hâkim düşüncenin dışına çıktığı ve düzeni tehdit ettiği için sapkın sayılan pek çok muhalif hareketin ortak kaderi olmuştur. Nizariler için de bu adlandırmanın, gerçekten haşiş kullanıp kullanmadıkları bir yana, aşağılama amaçlı olduğu, daha önce de belirttiğimiz gibi, kesindir. Batıklar için ise, bu şekilde hikâyeye katılan bu öğe, kendilerine akıldışı görünen ö-lümüne sadakat ve inançlarına canı pahasına bağlılık gibi davranışları akla uygun kılacak bir açıklama sağlamıştır. Hikâyeye kattığı esrarengiz hava da cabasıdır.
Batı’nın zihnindeki Doğu ve Hasan Sabbah
Uzunca bir süre boyunca Batı’nın Nizariler hakkındaki bilgi ve düşüncesi, kabaca buraya kadar anlattıklarımızdan ibaret olacaktır. Özetlersek, acımasız ve yiğit bir şeyh, ölümüne bağlı müritler, gözü kara fedailerin en güçlü kralları bile korkutan suikastları, sadakati pekiştirmek için kullanılan afyon ve cennet bahçeleri, bu anlatanın akılda kalan öğeleridir. Dünya güzeli huriler ve altın hançerler de eklendiğinde, Avrupa’da dilden dile dolaşacak “Haşîşî efsanesi” tamamlanmaktadır.
Haçlı Seferleri Batı’nın kendisinden ayrı bir Doğu fikrini oluşturmasında önemli bir dönemeç olmuştur. Dinsel önyargıların ve gayelerin belirlediği karalamalar dışında, o çağlarda Avrupa’da oluşmuş olan Doğu imgesi, henüz yontulmamış bir kültürün, kendinden daha incelikli ve gelişkin bir kültüre yönelik hayranlığının izlerim fazlasıyla taşır. Batı’daki tüm sınıfların Doğu’yla ilgili her şeye dair hissettiği merakı tatmin etme ve kışkırtma zorunluluğu, Haçlı Seferleri’yle gelen Doğu anlatılarının tümüne ölçüsüz bir abartının damga vurmasını beraberinde getirmiştir. Elbette bu abartının önemsiz sayılmayacak bir faydası da, seferlerin çekiciliğini artırarak, Haçlıların basanlarını ve kahramanlıklarını olduğundan büyük göstermektir. Sonuç olarak o dönemin Avrupası Doğu efsanelerinden geçilmez. (13)
Bu efsaneleştirmeden Nizariler de fazlasıyla nasibini almıştır. Nizariler hem soylu duyguların, sadakat ve bağlılığın timsali, hem de hayal bile edilemeyecek bir kötülük ve fesadın öznesi olarak anılmıştır. Bunun en kalıcı izi, daha önce değindiğimiz gibi, Nizarilere verilen adın (haşîşî / assasin) Batı dillerinde suikast, planlı işlenen cinayet anlamında kullanılmaya başlanmasıdır. Avrupa edebiyatında da, en belirgini Dante’de olmak üzere, Nizari imgesinin izleri görülebilir. Dante gençliğinde kaleme aldığı bir sonede, sevgilisine bir haşişinin şeyhine bağlı olduğu kadar tutkuyla bağlı bir aşıktan söz eder. İlahi Komedydâz ise kendisini, şeytani bir haşîşîye günah çıkartan bir rahip olarak anlatır. Aslında assassin kelimesinin Baü dillerinde yaygınlaşması da Dante’den sonra olmuştur. (14)
Bu efsanelerle ortaçağ Avrupa-sı’nda benzeri görülmemiş bir bağlılık, sadakat ve fesat simgesi olarak şekillenen Nizari imgesi, sonrasında da Batinin mezhep hakkındaki düşüncelerinin temeli olmaya devam etmiştir. Bu imge o kadar güçlü yerleşmiştir ki, yakın tarihlere kadar en ciddi incelemeler bile bunun izlerini taşımıştır.
Oryantalizmin gözünden Hasan Sabbah
Ismaili araştırmalarında önemli gelişmeler ancak 18. yüzyılda, oryantalizmin Doğu ve Doğu dilleri üzerine derinlemesine bilgilenme dar anlamıyla, bir bilim olarak ortaya çıktığı, Aydınlanmanın erken dönemlerinde yaşanmıştır. Barthelemy d’Herbelot’un pek çok Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaktan yararlanarak hazırladığı Bibliothèque Orientale (y. 1697) bu alanda öncü sayılabilir .(15) Bunda ilk defa olarak, Nizarilerin İslam dünyasındaki en ciddi bölünmede Sünni mezhebinin karşısındaki Şiilikten kopmuş bir mezhep olan Ismaililikle bağı belirtilmiştir. Bu dönemde assasin / haşîşî isminin etimolojisi üzerine önemli tartışmalar yürütülmüştür. Modern oryantalizmin kurucusu sayılan Silvestre de Sary’nin araştırmaları (1809), eldeki bilgilere göre bu ismin “haşiş”ten geldiğini kesin olarak ortaya koymuştur. (16) Bazı Arapça elyazmalarını ilk defa incelemiş olmasıyla Ismaili araştırmalarında bir dönüm noktası sayılan de Sacy’nin çalışması, Karmatiler ve bazı eski mezhepleri ele alarak, Nizarilerin kökeniyle ilgili bazı boşlukları da doldurmuştur.
Oryantalizm Ismaililerle ilgili olarak nesnel, sistemli ve yöntemli bir inceleme ve akıl yürütmeye dayanan bir bilgi kümesine ulaşmayı sağlamış olsa da, önyargılara dayanan etnik merkezli bir tarihyazımmın ötesine geçememiştir. Batinin değerlerini ve normlarını evrensel sayan, bunları ölçü alarak, bir inceleme nesnesi saydığı Doğu’yu irdeleyip yargılayan ve sonunda aslında kendini yeniden tanımlayıp değerlerinin sağlamasını yapan oryantalist anlayış, Ismaili incelemelerinde de baskın durumdadır. Araştırmacılar dönemlerinin hâkim anlayışına uygun genel sonuçlara varmaya pek yatkındırlar. Ortaya koydukları çıkarsamaların kimi zaman kendi araştırmalarında bile açık dayanakları yoktur, önyargılara ve hâkim düşünceye uydurulmuş olmaları yeterlidir. Bu anlayışı örneklemek gerekirse, M. Falconnet 1751’de yayımladığı “Haşîşîler” üzerine broşürde, mezhebin işledikleri cinayetler karşılığında komisyon alan kiralık katiller olduğunu ileri sürmüştür.
Ünlü İngiliz tarihçi Gibbon Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Düşüşü adlı başyapıtında (y.1776) Falconnet’in broşürünü temel bir kaynak sayarak, bu “iğrenç tarikat”m kökünü kazımakla, Moğol Hakanı Hülagü’nün insanlığa büyük bir hizmette bulunduğunu yazmıştır. (17)
En dikkat çekici olan ise Avustralyalı oryantalist Joseph Von Hammer PurgstalPm 1818’de yayımlanıp bir buçuk yüzyıl boyunca bu alanda temel kitap kabul edilen Haşîşîler Tarihidir. (18) Pek çok kaynağın incelenmesiyle hazırlanan ve İran’daki Nizari devletinin bütün tarihini ilk kez ve ayrıntılı olarak ele alan bu kitap, değerlendirmelerinde mezheple ilgili tüm önyargıları korumuştur. Nizariler’e oldukça düşmanca yaklaşan, Marco Polo’nun anlattıklarını ve diğer rivayetleri veri kabul eden Von Hammer, mezhebi “daha sofu bir i-nanç ve daha katı bir ahlak maskesi altında dinin ve ahlakın topyekûn temelini oyan bir sahtekârlar ve aldatılmışlar birliği, hükümdarları ve milletleri hançerlerinin ucunda oynatan bir katiller tekkesi, ruhani ve dünyevi iktidarın merkezi saydıkları halifelikle birlikte yıkılana dek tam üç yüz yıl boyunca dünyaya korku salmış bir güç merkezi” olarak anlatır. (19)
Aslında Von Hammer, bir tarih çalışması yaparken, Nizarilerle ilgili önyargıları dayanak yaparak kendi politik tutumunu ortaya koymuştur. Fransız Devriminin bütün Avrupa’yı sarstığı yıllarda, bir düzen yanlısı olarak, düzen karşıtı Nizarileri anlatırken Fransız devrimcilerine karşı kinini kusma fırsatını kaçırmaz: “Salt vaazla halkı, hükümdarların acımasız baskılarından ve dini uygulamaların zincirlerinden azat edebileceklerini hayal edip, Fransız Devriminde en kanlı dehşet hadiselerine yol açmış Aydmlanmacılar’daki çılgınlık, Asya’da İkinci Hasan’m saltanatında kendini göstermiştir.” (20)
Von Hammer kitabının bir amacının da “gizli cemiyetlerin zayıf devletler üzerindeki yıkıcı etkisine dikkat çekmek” olduğunu söyler. “Haşîşîler”le, çağının Avrupası’nda büyük bir düşmanlık duyduğu Cizvitler ve Tapmak Şövalyeleri arasında basit analojiler kurar. Ve derin bir ilişki olduğunu iddia eder. Bunun i-çin, bir dönem Suriye’de kurdukları temas dışında ileri sürdüğü tek delil, Tapmakçılann kırmızı haç işlenmiş beyaz gömlek giymesi, Nizarilerin de beyaz gömlek giyip başlarına kırmızı bant takmasıdır. Nizarilerin de Tapınakçılar gibi gizlici (okült) bir öğretiye dayandığı şeklinde, fazlasıyla zorlama yorumlar yapmıştır. Ne var ki, sonrasında pek çok tarihi roman ve inceleme Nizarilerle Tapınakçılar arasındaki ilişkiyi konu e-dinirken bu iddiaları esas almış ve bugüne dek getirmiştir. (21)
19. yüzyıl boyunca Avrupa akademik çevrelerinde Ismaili araştırmalarında birkaç istisna dışında ö-nemli bir gelişme kaydedilmemiştir. Fransa’nın Halep Konsolosu Jean Baptiste Rousseau’nun yerel ve özgün Ismaili elyazmalarma dayanan ve mezhebin tarihi üzerine olmasa da öğretisi ve dini ilkeleri hakkında yeni bazı bilgileri ortaya çıkaran çalışmasını anmak yeterlidir.
Modern Ismaili araştırmaları
Tarihçiler için Ismaili araştırmaları, hem özgün eserlerinin düşmanları tarafından büyük oranda yok edilmiş olmasından, hem de mezhebin çoğu zaman kendini gizleyen ve sırlarını dışarıya vurmayan geleneğinden ötürü, oldukça güç bir alan olmuştur. 20. yüzyıla gelirken mezhebin Suriye’de ve Hindistan’da yaşayan kollarının keşfedilmesi, geniş bir mezhep yazınının ortaya çıkması ve katı gizlilik geleneğinin esnemeye başlamasıyla, çalışmaların önü açılmıştır. Dört bilim insanının, Vladimir İvanov, Henry Corbin, Marshall Hodgson ve Bernard Lewis’in araştırmaları modern Ismaili çalışmalarında özel bir öneme sahiptir. Kendilerinden sonraki istisnasız tüm eserlere dayanak olan bu araştırmalar, Ismaililer ve Nizarilerle ilgili bugün sahip olduğumuz bilimsel bilginin kaynağı durumundadır. İvanov çok sayıda özgün Ismaili eserini gün yüzüne çıkartmış, yazdığı otuzdan fazla kitap ve makaleyle pek çok konuyu aydınlatmıştır. Hayatının uzun bir dönemini Türkiye, Suriye, Mısır ve iran’da geçiren Fransız akademisyen Henry Corbin’in esas katkısı, Ismaili öğretisi ve felsefesinin bugüne taşınmasmdadır. Nizarilerin bugüne kadarki en bütünlüklü ve doğru incelemesi, İngiliz Marshall Hodgson’un çalışmalarmdadır. 1955 yılında yayımladığı Haşîştler Mezhebi adlı çalışması bir köşe taşı niteliğindedir. Neredeyse tüm akademik kariyerini Nizari çalışmalarıyla geçirmiş olan Bernard Lewis, mezhebin tarihi üzerine, Suriye’deki koluna daha fazla yoğunlaşmak kaydıyla, çok sayıda eser yayımlamıştır. Bunlar arasında, mezheple ilgili yaygın yanlış kanaatlere karşı özel bir ö-nem taşıyan popüler kitap ve makaleler de bulunmaktadır. (22)
Tüm bu çalışmalar sayesinde, tarihinde hâlâ bazı boşluklar olsa da, Nizariler hakkında net bir kavrayışa ulaşmak mümkün olabilmiştir. İnançları, öğretileri, tarihsel ve dinsel açıdan önemleri bağlamında ortaya çıkan bu yeni Nizari tablosu, hem ortaçağ gezginleriyle Haçlıların söylence ve fante-zileriyle, hem Sünni ilahiyatçı ve tarihçilerin kara çalmalanyla, hem de oryantalizmin bunlara dayanan önyargılı ve çarpık kavrayışıyla kökten bir farklılık arz eder.
Efsane yıkılmıyor
Özetle, Nizarilerin gerçekte kim olduklarını açıkça ortaya koyan yeterli bilimsel veri epey zamandır mevcuttur. Ancak her nedense bu, mezhep ve tarihiyle ilgili efsanelerin ve klişelerin hegemonyasını sarsmaya yetmemektedir. Ismaililer üzerine bugünün popüler edebiyatı, bütün Hasan Sabbah ve Alamut romanları Marco Polo’nun fantezileri üzerine kurulmaktadır. Tıpkı 19. yüzyıl oryantalistlerinin yaptığı gibi, din adına cinayet işleyen afyonlanmış bir katiller sürüsünün simgesi olarak Hasan Sabbah figürü, bugün yine siyasal amaçlar için yeri geldikçe kullanıma sokulmak üzere, sözde bir tarih bilgisi o-larak hazır tutulmaktadır.
Faik Bulut, Türkiye’de her konunun uzmanı kalem erbabının gazete köşelerinde Hasan Sabbah hakkında sergilediği cehalet ve kötü niyet örneklerini sıralamış. Şunlar anlatmak istediğimizin en bariz örnekleri: (23) Zülfü Livaneli 24 Nisan 1997’de Mühyet’teki köşesinde Peru’daki Tu-pac Amoru ve Cezayir’deki radikal İslamcı GİA ile Hasan Sabbah hareketini birleştirerek; “sonuçta teröre başvuran bütün ilkel şiddet örgütleri, Hasan Sabbah’m afyonlaşmış cahil sürülerinden ibarettir” demiş. Murat Belge 7 Kasım 1998 tarihli Radikal’de Almanya’da faaliyet yürüten Cemalettin Kaplan yandaşları için “Hasan Sabbah’ın torunları” benzetmesini kullanmış.
Magazin tarihçisi Murat Bardakçı 5 Aralık 1999’da Hürriyet’teki yazısında Hasan Sabbah’la Adnan Oktar’ı (Harun Yahya) ilginç biçimde benzeştirerek, “Tarihin İlk Adnan’ı Alamut-u Hasan’dı” başlığını koymuş. Gazetelerde Adnan Oktar’la ilgili haberlere gönderme yaparak; “Sakallı ve şişman zatın kurduğu teşkilat ve müridlerinin ona bağlılığı, bana 12. yüzyılın meşhur bir ismini hatırlattı: Hasan Sabbah’ı… Hasan Sabbah hedefi için tek bir metot uyguladı: Terör… Bizzat kurduğu ve uyuşturucu bağımlısı gençlerin oluşturduğu müridler ordusu, tarihlere, İslam tarihinin en büyük terörist hareketi olarak geçti…” yorumunu yapmış. Böylece tarihi, romanlardan, efsanelerden öğrenerek de tarihçi olunabileceğini göstermiş! Bir başka örnekte, Taha Akyol 20 Ocak 2000 tarihinde Müîiyet’te, “Hizbullah, islam tarihindeki Hariciler ve Hasan Sabbah tarikatıyla ortak anlayışa sahiptir” demiş.
Siyasal bir tavır olarak İslam-terör özdeşliği kurmanın gerekli görüldüğü her yerde, Hasan Sabbah efsanesinin elverişli bir malzeme olduğu görülüyor. Emperyalizmin, bu yönde bir algının oluşup yaygınlaşmasını önemsediği bir dönemde çarpıtılmış bir Hasan Sabbah simgesinin popülerlik kazanması da bu yüzden olağandır. (24) Yapma imkânımız olmadı ama şöyle bir taransa, 11 Eylülden sonra ABD’nin Irak ve Afganistan işgalinin ardından, Hasan Sabbah isminin bu tür değerlendirmelerle birlikte daha sık anıldığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Nizari İsmaililerin efsanelere konu olan tarihi, Hasan Sabbah’m 1090 yılında Alamut Kalesini ele geçirmesiyle başlar. Bu dönemde İsmaililerin merkezi Mısır’daki Fatımi Halifeliğiydi. Hem İran hem de Suriye’deki İsmaililer Kahire’nin dinsel ve örgütsel otoritesine bağlıydı. 1072 yılında mezhebe katılmış olan Hasan Sabbah da, bu merkezin yönetiminde propaganda ve örgütlenme çalışması yürüten İsmaili daîlerinden (davetçi) biriydi. Eğitim için Mısır’a gönderildiğinde oradaki çürüme ve yozlaşmaya şahit olmuş, muhalif tavrı nedeniyle Mısır’dan uzaklaştırılmıştı. (25)
Hasan Sabbah on yılı aşkın bir süre boyunca önce Suriye’de ardından İran’da dolaşarak, İsmailileri kendisinin ilan ettiği Yeni Davet’e (26) çağırmıştı. Alamut’un ele geçirilmesiyle İran’daki yeni İsmaili davası Selçuklu ve Sünni egemenliğine karşı açık bir isyana dönüştü. Kısa bir süre içerisinde İran’ın çeşitli bölgelerinde pek çok kale, köy ve kasaba İsmaililerin kontrolüne girdi. Resmen olmasa da fiilen Mısır’dan bağımsız hareket eden İran Ismailileri, çok geçmeden tam bir kopuş için uygun fırsatı buldular. Fatımi Halifesi el Mustansır ölmüş, Vezir el Efdal yerine geçmesi gereken büyük oğlu Nizar’ı hapsedip, halifenin diğer oğlu Musa’yı halife ilan etmişti. Nizar hapiste öldürülünce, onun imamlığını tanıyan Hasan Sabbah ve yandaşları resmen bağımsızlaştılar. Böylece merkezi Alamut olan ve İran’ın birbirinden ayrı bölgelerine yayılan bir Nizari devleti ortaya çıktı. Gönderdikleri daîlerle kısa süre içinde Suriye’de de etkin olup, Akdeniz kıyısında dağlık Cebel Bahra bölgesinde Alamut’a bağlı bir devlet daha kurdular. Egemen oldukları topraklarda eşitlikçi, topluluğun çıkarlarını esas alan, katı ve adil hükümlerle yönetilen bir yaşam kurarken, bu kurtarılmış bölgeleri, aynı zamanda Selçuklu topraklarında sürdürdükleri mücadelenin üsleri olarak kullandılar.
Nizariler tarihleri boyunca Selçukluların pek çok saldırısına ve Sünni ulema tarafından kışkırtılan kıyımlara maruz kaldı. Bu baskılar karşısında Hasan Sabbah, Nizarilerin devlet olarak varlığını korumak ve geliştirmek için eşsiz bir strateji uyguladı. Davaya en sadık fedailerin iyi seçilmiş hedeflere karşı suikastlarıyla yarattığı korku sayesinde, düşmanlarının maneviyatını bozdu. Bu korku Nizarilerin en güçlü kalkanı oldu. Nizariler bu stratejinin yanı sıra, Selçukluların iç karışıklıkları sırasında uyguladıkları başarılı diplomasi ve en çok da, inandıkları davanın sağladığı moral kuvvet sayesinde, birliklerini sürdürüp geliştirdiler.
Hasan Sabbah’ın otuz dört yıllık yönetiminin ardından, onun sergilediği önderlik düzeyinin devamı gelmedi. Selçuklularla yaşanan yenişememe durumu olağanlaştı. Devlet iktidarı pratiği ve kendisini kuşatan düşmanlarla bir arada yaşamayı kabullenme zorunluluğu, hareketin devrimci dinamizmini törpüledi ve durağanlaştırdı. Bir dönem savunmacı bir siyaset izledikten sonra, Hasan Sabbah’tan üç kuşak sonraki şeyh olan adaşı ikinci Hasan zamanında bir iç hamle olarak kıyameti ilan ettiler ve şeriatı kaldırdılar. Ancak bu pek bir etki yaratmadı. Daha sonra Sünni şeriatını tanıdıkları bir takiye dönemine girdiler. Nihayet, Nizarilerin bir buçuk asırdan biraz uzun süren devletli varlığı, kalelerinin birer birer Moğol saldırısı altında düşmesiyle son buldu.
Nizari tarihini en kaba hatlarıyla bu şekilde özetlemek mümkündür. Bu hali bile efsanelerden hayli farklı bir tablo ortaya çıkarmaya yetiyor. Bu özeti, önemli yönlerini daha yakından inceleyerek genişletecek, çizdiğimiz Nizari resmini netleştireceğiz. Ama ne kadar ayrıntılarına inersek inelim, bu tarihsel kesiti kendinden ibaret bir olaylar dizisi olarak almak, bize Hasan Sabbah ve Nizariler gerçekliğini vermeye yetmeyecektir. Beslendiği tarihsel köken, devraldığı düşünsel miras, içine doğduğu siyasal ve toplumsal şartlar, yaslandığı ve çatıştığı toplumsal güçler dahil edilmeden yapılan bir incelemenin, bütün bu tarihi, sıklıkla olduğu gibi, bir din çatışması ya da hırslı bir kişiliğin intikam macerası olarak yazması kuvvetle muhtemeldir.
Hasan Sabbah’m hırslı ve etkileyici bir kişiliğe sahip olduğu ve tarihin bu kesitinde çok belirleyici bir rol oynadığı doğrudur elbette. Ancak unutulmamalı ki, Ortadoğu doğru zamanda ortaya çıkmadığı, uygun tarihsel ve toplumsal koşullarla bütünlenmediği için meczup sayılmış peygamberler, imamlar, mehdiler mezarlığıdır. Hasan Sabbah’ı öne iten ve kendi tarihinin etkin bir öznesi haline getiren nesnel koşullar bu yüzden önemlidir.
Öte yandan, bunun bir din çatışması, Sünni İslâm’la, öğreti ve dini ilkeleri bakımından ondan köklü bir farklılık arz eden İsmaililik arasında bir mücadele olduğu da yanlış değildir. Ama dinler, ne gökten zembille inen, ne de birdenbire akla üşüşüveren fikirlerdir; toplumun ürünleridir. Hele de dinin insanın maddi yaşamı üzerindeki etkisinin çok güçlü olduğu ortaçağda, her yerde baş gösteren din savaşlarının tümünün arkasında, az ya da çok belirgin halde, zorunlu olarak din kisvesine bürünmüş, mücadele amaçlarını ve dünya tasarımlarını dini ilkeler ve kurallar olarak formüle etmiş toplumsal hareketler, sınıf mücadeleleri vardır. İslâm’ın, en başından beri insanın ahlaki ve manevi dünyasının yanı sıra, toplumsal-politik dünyasını da alenen düzenleyen bir sistem olması, belki de İslâm dünyasında her sınıf mücadelesini din kisvesinde görünmeye daha da zorlayan bir etken olmuştur.
İsmaililer ve Batınilik
Öyleyse, Hasan Sabbah ve Nizariler gerçeğini ortaya koymak için, önce İslâm tarihinde gerilere gidip Nizarilerin köklerini belirginleştirmek gerekiyor.
Bir Şii mezhebi olan İsmaililik 765 yılında Şiiliğin beşinci imamı Cafer’in ölümüyle ortaya çıkar. İmam Cafer önce büyük oğlu İsmail’i kendinden sonraki imam olarak belirler. Ama İsmail’in radikal Şii çevreleriyle ilişkisinden rahatsız olarak onu kendisinden uzaklaştırır. İsmail’in kendisinden önce ölmesini fırsat bilerek, küçük oğlu Musa’yı imam tayin eder. Şiilerin çoğunluğu Musa’nın imamlığını kabul ederken (27), Musa’yı reddedip İsmail üzerinden devam eden soyu imam olarak tanıyan “heyecanlı ve eğilimleri açısından ‘müfrit, aşırı’ olarak nitelendirilebilecek olan bir bölük Şii” İsmaili mezhebini kurarlar. Corbin’in ifadesiyle, “bunların aşırı oluşları (…) Şii irfanından köktenci sonuçlar çıkarmalarıdır: örneğin, imamlık anlayışlarında ‘tanrısal olanın sureti’ (ilahi mazhar) kuramına yer vermeleri, her zahire bir iç hakikatin, bâtının tekabül ettiğini kesinlikle kabul etmeleri, manevi kıyamete, şeriatın zahirinin terk edilip içyüzüne dönülmesine önem vermeleri…” (28)
Görüldüğü gibi, bu bölünme kişiler arasındaki bir çatışmadan doğmamıştı. Gerçekte olan şuydu. Batınilik diye anılan, aslında İslâm’a özgü olmayıp eski dinsel öğretilerden süzülerek devralman, İslâmiyet’in ortaya çıkışından beri İslâmi bir karaktere bürünerek çeşitli mezheplere bölünmüş şekilde görüne kaybola varlığını sürdüren ve Abbasi egemenliğinin başlarında ciddi bir dağılma yaşayan muhalefet geleneği, İsmail yandaşları adıyla yeniden toparlanma sürecine girmişti. (29)
Muhalif, devrimci bir karakter Batıni öğretide şöyle ifade bulur. Batınilik en genel haliyle, her şeyin görünen (zahiri, egzotik) yüzünün ardında gizli bir özün, bir gerçek anlamın (batın, ezoterik) bulunduğunu esas alır. Dünyayı ve evreni, olup bitenleri ve olacakları görüntülere değil, iç anlam ve ilişkilere bakarak anlamaya çalışır. Besbelli ki böyle bir düşünce, kökeninde, özlem duyduğu ile gerçek olan arasındaki çelişkiyi çözümleme ihtiyacındaki insan zihninin bir ürünüdür, içinden çıkamadığı sorunu kendinden öte bir güce havale etme yatkınlığı, bu çelişkiyi soyut ve aşkın bir mükemmellik atfedilen ve gücü her şeye yeten bir yaratıcı ile onun eliyle yaratılmış bu dünyanın kusurları arasındaki karşıtlık olarak- bütün dinlerin ortak sorunu haline getirir. Ne bu adaletsiz ve çivisi çıkmış dünyadan, ne de dinin hâkim yorumunun bu çelişkiyi öte dünyaya göndererek açıklama biçiminden tatmin olanlar, bu dünyanın ardında ancak özel bir kavrayış ve yol göstericilikle anlaşılıp ulaşılabilecek adil ve u-yumlu bir düzen bulunduğuna inanmışlar, böylece bu dünyadaki çileli yaşamlarına anlam vermenin ve katlanmanın yolunu bulmuşlardır.
Batınilik dini ilkeleri ve kuralları zahir, özü çevreleyen kabuk saydığından, bunlara dayanan düzene karşı hem düşünsel, hem ahlaki, hem de siyasi bir eleştiriye zemin sağlar. Hâkim düzenin ideolojik hegemonyasının kapsama alanı dışına bir kapı açar. İlahi mesajın ve kutsal kitabın yaygın kabul gören yorumunu bir kenara bırakıp iç anlamına yoğunlaşır. (30) Bu anlayış ve bunun getirdiği siyasal, felsefi ve toplumsal duruş, İslâm dünyasında felsefi pratiğe, özgür düşünceye ve muhalif siyasal eyleme geniş bir alan açmıştır. Bu, dinin egemen yorumunda kendi toplumsal özlemlerine yer bulamayanların, buna karşı kendi özledikleri dünyaya yönelen bir yorum geliştirmelerinin de imkânıdır. (31)
Bu içeriğiyle Batınilik İslâm düşüncesinde, en radikalinden ılımlı ve uzlaşmacısma, bir dizi eğilimi yan yana ve birbirleriyle çatışma halinde barındıran dinamik bir muhalefet geleneği olmuştur. En geniş cephesi Şiiliktir. Kuramsal bakımdan en bütünlüklü ve derin, siyasal ve toplumsal bakımdan en etkin ve yaygın radikal ifadesine ise, İsmaililik’te kavuşmuştur.
İslâm’da muhalefetin toplumsal temelleri
İslâm dünyasında Batıniliğin bir toplumsal tabanda vücut bulması zor olmadı. Şimdi İslâm tarihinde biraz daha geriye giderek bu gelişmeyi izleyelim:
İslâmiyet’in ilk otuz yılında, klasik uygarlık merkezlerinin hemen kıyısındaki Arap kabileleri, çok hızlı ilerleyen bir fetih süreciyle dev bir imparatorluğun hâkimleri haline geldiler, İslâm’ın siyasi egemenliğine girmiş topraklardaki çeşitli dilleri konuşan, çeşitli kültürlere sahip, çeşitli dinlere mensup insanlar (32), özerk topluluklar olarak var olma imkânları yanında, İslâm toplumunun ve inancının aşama aşama kristalize olma süreci, aynı zamanda bu genel mirasın süzüldüğü, elenip uyarlandığı bir süreç oldu.
Putperestlikten tektanncılığa geçiş ile kabileden devlete geçişi iç içe yaşayan Araplar arasında, bu hızlı fetih döneminde sınıfsal farklılaşmalarda yeni bir temelde ve hızla derinleşti. Kabilelerin kandaş yapısı çözüldü. Kabile yaşamından kopup askeri garnizonların gelişmesiyle oluşan büyük şehirlere yığılmış Araplar, fetihlerin durup ganimet gelirlerinin kesilmesinin ardından, kendilerini toplumsal ve ekonomik güçlüklerle örülü, daha önce bilmedikleri güvencesiz bir yaşamın içinde buldular, İslâm’ın onlara vaat ettiği bu değildi, İslâm’ın ilk muhalifleri onlar oldu.
Bu bölükler, egemenler tarafından çarpıtılıp bozulanâ’ın mesajının, sadece Hz. Muhammed’in soyu tarafından yorumlanabileceğini düşündüler. Ancak kendisi de İtaksızlığa uğrayan peygamber soku hakkı olanı aldığında, İslâm’ın adil hükümleriyle dünyanın yeni bir düzene kavuşabileceğine inandılar.
Peygamberin hem damadı hem de amcasının oğlu olan Ali’nin ve zulme uğrayıp katledilmiş oğullarının etrafında toplanıp Şia’yı (33), sonlasında da bu soydan gelen imamları izlediler, onların önderliğinde bir kurtuluşu beklediler.
Öte yanda ise, mevali (34) olarak adlandırılan, İslâmiyet’in yayıldığı topraklarda sonradan Müslüman olan iranlı, Arami, Berberi ve Arap olmayan diğer toplulukların oluşturduğu bir tabaka gelişti. Mevalinin yoksul ve hiçbir hakka sahip olmayan kesimleri, yani köylerdeki geçim kaynakları tahrip edilmiş, vergi ve haraçlar yüzünden tarım yapamaz hale gelip kente göçmüş köylüler ve İslâm’ı seçip azat edilen savaş esirleri, bütün Müslümanların Allah karşısında eşit olduğuna dayanarak, din kardeşleriyle bu dünyada da eşit haklara sahip olmayı istediler.
Emevi hanedanı egemenliğine muhalif olan tüm kesimlerin altında toplandığı bir bayrak olan Şiiliğin, en radikal ve dinamik kanadını mevali oluşturdu. 685 yılında Irak’ın Küfe şehrinde gerçekleşen Muhtar ayaklanmasından (35) sonra mevali Şiilikle tümüyle bütünleşmiş, onun etkin ve belirleyici tabanı haline gelmişti. Mevali beraberinde İslâmiyet öncesi inançlarından pek çok düşünceyi getirdi. Sonradan İsmaililerce sürdürülecek olan tevil (36) anlayışı ve kıyamet, yeniden dirilme, cennet, cehennem gibi kavramların dünyada yaşanan deneyimler olarak sembolik kavranışı, Şiiliğin radikal kanatlarının öğretisine böylelikle girmiş oldu. Bu radikal kanatlar, Şia’nın geneli tarafından aşrılıkçı, abartıcı anlamında gulat olarak adlandırıldı.
İsmaililiğin doğuşu
Abbasiler 748 yılında Emevi hanedanını yıkıp egemen olduklarında, önceden ittifak yaptıkları Şiilik ve radikal muhalefetle bağlarını da kopardılar ve Sünniliğin ateşli savunucuları haline geldiler. Bu dönemde Şia’nın ve diğer muhalefetin aktif önderleri öldürüldü, tasfiye edildi. Ilımlı olanlar ise siyaset dışına itildi. İmamın dinsel bir otorite olduğu, toplumun dünyevi yönetimini üstlenmesinin gerekmediği düşüncesini geliştirerek Abbasilerle uzlaşan İmam Cafer, ılımlı Şiileri etrafında toplarken, gulatı da kontrol altında tutma misyonunu üstlendi. Ancak, oğlu İsmail’in gulattan etkilenmesi (37) ve Cafer’in imamlık hakkını İsmail’den geri alıp diğer oğluna devretmesiyle, daha önce değindiğimiz, İsmaililiğin doğuşuna varan süreç yaşandı. Radikal Şiiler İsmail’in soyuna ait olan imamlık hakkının gasp edildiği iddiasına dayanarak, onun adıyla, kendilerine meşruluk sağlayan birleştirici bir bayrak edinmiş oldular.
İsmaili araştırmacıları, mezhebin doğduğu 765 yılından sonra geçen bir asırdan biraz fazla süreyi erken İsmaililik olarak tanımlar. Bu dönem mezhebin tarihinin hayli karanlık bir kesitidir. İsmail’in oğlundan sonra gelen imamlarla ilgili bir belirsizlik olduğundan gizli /kayıp imamlar dönemi olarak da adlandırılır. Mezhebin yeraltına çekildiği, takiye dedikleri gizlilik taktiğine sığınarak varlığım koruduğu, uzun ve sabırlı bir gizli propaganda örgütlenme çalışması sürdürdüğü ve kendisini düşünsel olarak geliştirdiği söylenebilir.
Bu döneme ait iki önemli İsmaili eserden, hareketin sonraya devredeceği düşünsel birikim hakkında fikir vereceği için, kısaca söz edelim. Ismaililiğin ilk ortaya çıktığı döneme ait olan Umm-ul Kitab (Kitapların Anası) İslâmiyet öncesi düşünceyle İsmaililik arasındaki bağı göstermektedir. Bu kitapta İslâm dışı etkiler çok ve çeşitlidir. Corbin ve diğer uzmanlara göre bu eserde, ağırlıklı olarak, iran’dan gelen ve Mani ile Mazdek dini karışımı olan, kısmen de Hıristiyanlık ile Hint ve Babil irfanının (gnose) izlerini taşıyan bir sentez söz konusudur. Dışta ise İslâmi bir karakter taşır, başka bir deyişle İslâm’a uyarlanmıştır. Esas olarak, gulatm İslâmi çerçeveye uygun şekilde evirilip olgunlaşma aşamasındaki düşüncesinin ifadesidir. îsmaililiğin başlangıç öğretişidir.
O döneme ait diğer önemli eser ise İhyan üs Safa Risalesi‘dir. En son haline 10. yüzyılda kavuştuğu bilinen eserin ilk nüvesinin, erken İsmaililik döneminin sonlarında ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Ismaililer tarafından İhvan üs Safa’nın en sonuncu “toplayıcı risale”sinin, gizli imamların ikincisi olduğu iddia edilen Ahmed tarafından yazıldığı ileri sürülmektedir. Sonradan yapılan araştırmalara göre risaleler, Fatımilerin ortaya çıkışından hemen önce 870-900 yılları arasında Basralı bir grup İsmaili daîsi tarafından hazırlanmıştır. (40) Dört bölüm halinde, matematik, geometri, astronomi, mantık, fizik, kozmoloji, tevhid ve kelam gibi alanların incelendiği eser, mezhep üyelerinin eğitimini hedefleyen bir tarzda hazırlanmıştır. (41) ilk İsmaililik döneminin sonlarında ulaşılan düşünsel düzeyi sergileyen eser, iran’dan ispanya’ya, İslâm düşünce dünyasında büyük bir etki yaratmıştır.
İsmaililiğin görkemli yükselişi
İsmaililiğin sessiz sedasız bir örgütlenme çalışması sürdürdüğü dönemde, İslâm dünyasında önemli toplumsal değişimler gerçekleşmekteydi. Sanayi, zanaatlar ve ticarette büyük gelişmeler olmuş, şehirler hızla büyüyüp ticari merkezler haline gelmiştir. Bu yeni ve daha karmaşık koşullarda, yeni çıkar çatışmaları ortaya çıkmıştı. Abbasi egemenliğinin ilk elli yılında, Arapların ayrıcalıklı konumuna dayanan toplumsal yapı dağılmış, Arap-mevali ayrımı ortadan kalkmıştı. Arap kabile aristokrasisinin hegemonyası tümüyle dağılmıştı. Bunun yerini tüccarlar, büyük toprak sahipleri, profesyonel askerler, sivil yöneticiler ve dinsel liderlerden oluşan yeni bir yönetici tabaka almıştı. Devlet yönetiminde iranlılara ve Sasani modeli merkezi yönetime dayanan bir imparatorluk kurulmuştu. (42)
Kırsal kesimlerde geniş mali ayrıcalıklarla donanmış büyük mülk sahipleriyle sefalet içindeki küçük toprak sahipleri ve topraksız emekçiler karşı karşıyaydı. Şehirlerde ise, gezgin bir emekçi sınıf ile yoksul, yersiz yurtsuz göçmenlerden oluşan topluluğun yanı başında, ticaret ve sanayinin doğurduğu büyük bir zenginlik birikmişti.
İslâmiyet’in ideolojik hegemonyası da zayıflamaktaydı. Bernard Lewis’in ifadesiyle bu dönem, “aynı zamanda İslâm dünyası için bir düşünsel çoraklık dönemiydi. Sünni inancın katı kuralcılığı ve donukluğu, onu Yunan bilimi ve felsefesiyle, Fars mantığıyla ve tarihin katı gerçekleriyle yüzleşmesiyle ortaya çıkan ve cevap bekleyen ciddi problemler karşısında zayıf düşürmüştü. Saygın din adamlarının kurulu düzenle barışıklığı, yoksul ve mutsuz müminlerin maddi ve manevi ihtiyaçlarından uzak kalmalarına yol açmıştı. Dini, felsefi, siyasi ve toplumsal büyük İslâm mutabakatı çatırdamaktaydı.” (43)
Bu koşullarda halk düzene karşı çıkan her türlü muhalefete, mücadele çağrısına kulak verecek durumdaydı. Nitekim 9. yüzyılın ortalarında Iran ve Irak’ta birkaç tanesi büyük ve etkili olan çok sayıda köylü ayaklanması gerçekleşti. Basra’da büyük toprak sahibi aristokratların yamnda çalışan kölelerin Zenc isyanı (Savrat-ül Zenc) adıyla anılan hareketi, on beş yıl ayakta kalacak eşitlikçi bir cumhuriyetin kuruluşuyla son buldu. (44)
Tüm bu toplumsal dalgalanmalar İsmaililiğin yapısına ve gelişimine de etkide bulundu. Mevalinin İslâm toplumuyla bütünleşip ayrı bir sınıf olarak ayırt edici niteliklerini yitir-mesiyle birlikte, İsmaililik ile mevalinin toplumsal özlemleri arasında oluşmuş özdeşlik ortadan kalktı. Bunun yerine İsmaililik ekonomik ve toplumsal olarak ezilen her kökenden kitlelerin daha geniş ve köklü muhalefeti için uygun bir siyasal çerçeve haline geldi. İsmaililiğin, Mehdinin dünyaya adalet getirmek üzere kısa zamanda geleceğini ilan eden mesajı, bu kitleler için oldukça etkili bir çağrıydı. Uzun süren gizlilik döneminin ardından İsmaililik, elverişli toplumsal-siyasal koşullardan da beslenerek, dinamik bir devrimci hareket olarak ortaya çıktı. Hareket en büyük etkiyi halifeliğin yönetsel merkezlerinin uzağında daha az kentleşmiş bölgelerde yarattı. Daha sonraları yeni kurulmakta olan meslek birlikleri ve loncalar sayesinde şehirli emekçi ve zanaatkarlar arasında destek bulsalar da, o dönemlerde İsmaililer esas olarak köylülere ve göçebelere hitap ediyordu. (45) Neticede 9. yüzyılın sularında İsmaililik, Irak’ta özellikle Küfe bölgesinde köylüler ve göçebe kabileler, Bahreyn ve Suriye’de «sas olarak göçebeler, Yemen’de dağlık bölgelerde yerel yöneticiler de dahil olmak üzere karmaşık bir toplumsal kesim içerisinde, hatırı sayılır bir güce ulaşmıştı.
İsmaiiliğin bu görkemli ortaya çıkışının yansıttığı birikimi, en iyi Bernard Lewis’ten aktaracağımız şu pasaj gözler önüne serecektir: “Uzunca bir süre kendisini gizli tutmuş topluluk, gerek bağlılık ve örgütlenme bakımından, gerekse de entelektüel ve duygusal bir çekim merkezi olması bakımından diğerlerini geride bırakan bir mezhep kurmuştur. Kendilerinden önceki mezheplere nüfuz etmiş kaotik tahliller ve iptidai hurafelerin yerine, bir kısmı ehil ilahiyatçı, üstün bir felsefi temel üzerinde yükselen bir din öğretisi sistemi, yüzyıllar boyu gözlerden uzak tutulmasının ardından gerçek kıymeti bir kez daha anlamaya başlamış bir literatür hasıl etmişlerlerdir. Dindar kesimlere göre İsmaililer gerek anane, gerekse de hukuk bağlamında en az Sünniler kadar Kuran’a itibar etmektedirler. Entelektüel kesimlere göre ise kadim, bilhassa da yeni- Eflatuncu düşünce temelinde kainata felsefi bir izahat getirmişlerdir. Manevi kesimlere göre, imamların ıstıraptları ve müritlerinin fedakârlıklarını – tutku deneyimi ve hakikate erişme-üret alarak, yeni, şahsi, mistik, hisli ‘bir inanç hasıl etmişlerdir. En nihayet hoşnutsuz kesimlere göre de, mevcut nizamı ortadan kaldırıp yerine imam -Hz. Peygamber’in varisi, Allah’ın seçtiği, insanlığın meşru – önderliğinde yeni ve adil bir toplum inşa edebilmek için gerçek bir imkân sunabileceğine inanılan, örgütlü, yaygın ve kudretli bir muhalefet hareketinin cazibesini uyandırmışlardır.” (46)
Tüm bu toplumsal dalgalanmalar İsmaililiğin yapısına ve gelişimine de etkide bulundu. Mevalinin İslâm toplumuyla bütünleşip ayrı bir sınıf olarak ayırt edici niteliklerini yitirmesiyle birlikte, İsmaililik ile mevalinin toplumsal özlemleri arasında oluşmuş özdeşlik ortadan kalktı. Bunun yerine İsmaililik ekonomik ve toplumsal olarak ezilen her kökenden kitlelerin daha geniş ve köklü muhalefeti için uygun bir siyasal çerçeve haline geldi. İsmaililiğin, Mehdinin dünyaya adalet getirmek üzere kısa zamanda geleceğini ilan eden mesajı, bu kitleler için oldukça etkili bir çağrıydı. Uzun süren gizlilik döneminin ardından İsmaililik, elverişli toplumsal-siyasal koşullardan da beslenerek, dinamik bir devrimci hareket olarak ortaya çıktı.
Eşitlikçi İsmaili Cumhuriyeti: Karmatiler
Ancak İsmaililerin altın çağı hiç de sorunsuz başlamadı. 10. yüzyılın ilk yıllarında yaşanan bölünme sonucunda, hareket iki ayrı kanaldan gelişti. Bu ayrışma görünüşte öğretideki bir revizyondan kaynaklanıyordu. O döneme kadar İsmaililer, yedinci ve son imamın İsmail’in oğlu Muhammed olduğuna, sırlara karıştığına ve çok yakında dünyaya dönüp adaleti sağlayacağına inanıyordu. İsmaililerin lideri Ubeydul-lah 899 yılında öğretiyi değiştirip imam soyunun kendisiyle devam ettiğini ilan etti. Güney Irak’ı ellerinde tutan İsmaililerin lideri daî Hamdan Karmat başta olmak üzere geniş bir kesim Ubeydullah’m imamlığını tanımadı. Bölünmenin ardındaki neden burada yatıyor. Hamdan’m Irak ve Arap Yarımadası’ndaki İsmaililer üzerinde güçlü bir siyasi nüfuzu vardı. Bu, Ubeydullah’ı hareketin sadece manevi, düşünsel lideri durumuna düşürmüştü. Ubeydullah’m öğretide yaptığı değişiklik, işleri elinde tutmak için yürüttüğü siyasi mücadelenin parçası olarak değerlendirilmelidir.
İki kanat arasında çıkan çatışma sonucunda Hamdan Karmat ve başka etkili daîler öldürüldü ya da ortadan kayboldu. Ubeydullah ise önce Mısır’a, sonra Kuzey Afrika’ya kaçmak zorunda kaldı. Bu çalışmalı bölünmeye rağmen, daha yirmi yıl geçmeden, Ubeydullah bugünkü Tunus’ta halifeliğini ilan ederek büyük Fatımi (47) devletinin temelini atmıştı. Onun imanlığım tanımayan Karmatiler (48) ise biri Yemen’de biri Bahreyn’de olmak üzere iki devlet kurmuşlardı. Bu durum, İsmaililerin İslâm topraklarına saldığı köklerin derinliğini ve yaygınlığını gösterir.
Ubeydullah’ın halifelikle birlikte Mehdi olduğunu da ilan etmesi ve bunu teorize edecek şekilde İsmaili öğretisinin temellerinden olan İmamlık düşüncesini revize etmesi sonucunda, Fatımiler ile Karmatiler arasındaki ayrım derinleşti. Bu iki kanat neredeyse bir asır boyunca gerilimli ilişkilere sahip devletler olarak yan yana yaşadılar, her fırsatta savaşa tutuşmaktan da geri durmadılar. Hasan Sabbah ve Nizariler bu kanatlardan Fatımilerin içerisinden kopup geliştiler. Ama hareketi yeniden devrimcileştirirken İsmaili öğretinin Karmatilere taşman eski radikal öğelerine döndüler. Ayrıca iran’da neredeyse bir asır boyunca Karmati etkisini taşımış İsmaililere dayandılar. Bu bakımlardan, Hasan Sabbah’m Yeni Davet’inin köklerinde, Fatımiler kadar Karmatiler’in de esaslı bir izi bulunmaktadır.
Karmatiler Ubeydullah’tan kopup bağımsız bir hareket haline geldiklerinde, zaten Irak’ın güneyinde Zenc İsyanının da yarattığı karışıklıktan faydalanarak güçlenmiş, bazı bölgeleri kontrolüne almıştı. 10. yüzyılın başında art arda üç ayaklanmaya kalkıştılar ama başarısız oldular. Gönderdikleri daîler sayesinde İran’ın güneyinde ve Yemen’de örgütlendiler. Yemen’de daha sonra Hasan Sabbah tarafından da uygulanacak bir stratejiyi kullanarak, dağlık bölgelerde üsler oluşturup çevre bölgelere yayıldılar. Bir süre sonra bütün Yemen’e hâkim oldular.
Karmatilerin bir başka kolu da Bahreyn’de, Arap Yarımadasının İran körfezi kıyısında egemen oldu. Bahreyn Karmatileri Abbasi ordularını defalarca bozguna uğratıp Irak içlerine seferler düzenledi. Mekke’den dönen kervanları yağmaladı. Mekke’yi basıp kutsal Hacer el Esved taşını rehin aldı, sonradan büyük paralar karşılığında iade etti. Her iki Karmati devleti de, Abbasi Halifeliği’nin en zorlu düşmanları oldu.
Ama Karmatilere İslâm siyasi tarihinde ve ezilenlerin mücadele geleneğinde önemli bir yer kazandıran esas nitelikler, kurdukları devlette hâkim kıldıkları eşitlikçi, toplumcu düzendir.
Bu düzen tarımsal üretim ve savaş üzerine kurulmuştu. Bütün ganimetler, talandan ve tarımdan elde edilen gelirler hazinede toplanıyor, ihtiyaca göre ve toplumda bireysel yoksulluğa ya da zenginliğe izin vermeyecek şekilde dağıtılıyordu. Hiç kimsenin kılıcı ve diğer savaş aletleri dışında özel mülkü yoktu. Toplumun zenginliği savaş ganimetleri kadar, üyelerinin gerçekleştirdiği ortaklaşa üretime bağlıydı. Bu ortak mülkiyet ve ortak çalışma ilkesi, tarlaları kuşlardan koruyan çocuklar ve yün eğirmek gibi gündelik işler yapan kadınlar dahil herkes için geçerliydi. Ayrıca devlete ait köleler de üretime katılıyordu, bunlar muhtemelen Ismaili olmayan savaş esirleriydi. (49) Karmatilerde kamusal işlerin yönetiminde ve önemli kararların alınmasında büyük ve etkili kabilelerin temsilcilerinden oluşan bir meclis söz sahibiydi. Bazı bölgelerde bu meclislerde kadınların da bulunduğu belirtiliyor. Karmatilerde eşitlikçi ve adil bir düzenin hüküm sürdüğü İsmaili olmayan Arap ve İranlıların tanıklığı ve anlatımlarıyla da doğrulanıyor. Bunlara göre, Karmatilerde cuma namazı gibi toplu ibadetler yok. Bahreyn’de İranlı bir tüccarın yaptırdığı büyük bir cami dışında diğer tüm camiler kapalı. Bahreyn Karmatileri’nin iki yüzyıl ayakta kalan devleti, girdikleri gerileme döneminin ardından 1077 yılında Sünni Araplar tarafından, Selçuklu askerlerinin desteğiyle ortadan kaldırıldı. (50)
Karmatilerin siyasi olarak egemenlikleri altındaki topraklar dışında da yaygın bir etkileri söz konusuydu. Iran İsmaililileri’nin çoğu, Fatımilerin 10. yüzyılın ikinci yarısında giriştiği etkin örgütlenme seferberliğine kadar, Fatımi halifesini reddederek Karmatilerden yana tavır aldı. İran’ın güneyindeki ve Hazar Denizi kıyısında Azerbaycan, Erdebil ve Deylem’deki İsmaililer i-se, Nizarilerin ortaya çıkışma kadar Karmati koluna bağlılıklarım sürdürdüler. (51) Hoşnutsuzluklarını ve radikal fikirlere açıklıklarını koruyan Iran İsmailileri, ileride Nizari isyanı için elverişli bir toplumsal zemin olacaktı.
Fatımi Devleti
İsmaili davasının en gösterişli sonucu Fatımi devleti oldu. Fatımi-ler halifeliğin ilanından sonra, 10. yüzyılın ikinci yarısında Mısır’ı a-lıp güçlü bir devlet haline geldiler. Yüzyılın sonuna gelindiğinde Suriye ve Hicaz’dan Akdeniz kıyısı boyunca Fas’a uzanan, Sicilya üzerinden Avrupa’ya el atmış bir imparatorluğa dönüştüler.
Ancak Fatımiler halifeliğin merkezini Mısır’a taşıdıklarında, pratik programlarındaki devrimci öğeler neredeyse tümüyle silinmişti. Halifelik Sünni kurumlara karşı daha ılımlı bir tavır içindeydi. Bu tavır, öğretinin de ılımlı bir içeriğe bürün-dürülmesiyle birlikte gelişti, imamlık öğretisi değiştirildi ve İslâmiyet çağında yediden fazla imam olacağı ileri sürüldü. Bu revizyonun politik sonucu, İsmaililerde baştan beri politik motivasyon kaynağı olan, tanrısal bir kurtarıcı beklentisinin boşluğa düşmesi oldu. Mehdi’nin misyonu bütün dünyada adalet düzenini sağlamak değil, kılıç zoruyla şeriatı savunmak olarak yeniden tanımlandı. Erken İsmaililik’tekiler, a-sıl belirleyiciliğin bâtında olduğunu kabul etme eğiliminin aksine, Fatımiler bâtın ile zahirin eşit önemde olduğunu ileri sürdüler. Her ikisinin de dinin tamamlayıcı boyutları olduğunu kabul ettiler ve radikal İsmaili çevrelerin, dinin yerleşik toplumsal kurallarına karşı çıkma eğilimlerinden uzaklaştılar. (52)
Mısır’ın verimli toprakları ve Akdeniz ticaretinde söz sahibi olmak, Fatımileri zengin bir imparatorluk haline getirdi. Mısır’da kurdukları Kahire şehri büyük bir kültürel birikimin merkezi oldu. Şehrin en büyük camisi olan El Ezher, kütüphanesiyle, her türlü giderleri karşılanan öğrenci ve öğretmenleriyle önemli bir bilim ve araştırma merkezi haline geldi. Daha sonra kurulan Dar el Hikme (Bilgelik Evi) ise Fatımi öğretisinin geliştirildiği ve yayıldığı, bütün İslâm coğrafyasından daîlerin yetiştirildiği bir okul oldu.
Daî örgütlenmesi en gelişkin biçimine Fatımiler’de kavuştu. Düzenli devlet organizasyonuna paralel bir dini hiyerarşiye dönüştü. Başdaî vezirle aynı seviyedeydi. Bu örgütlenme içeride yönetime katkı yaparken, Sünni topraklarıdaki İsmaili muhalefetin merkezi olmaya devam ediyordu. Bu sayede, başta Karmatilere kaptırdıkları İran ve Irak İsmailileri üzerindeki nüfuzu yeniden kazandılar.
İçeride ise Fatımi devletinin Is-ili davasından uzaklaşmasının sonuçları ortaya çıkmıştı. Devlet yönetiminde hem Sünni Müslümanlar, em de Hıristiyan ve Yahudiler söz gibi olmaya başladı. Bugünden bakıldığında bu durum bir hoşgörü işareti olarak algılanabilse de, gerçekte devletin ideolojik yapısının çözüldünün göstergesidir. Orduyu oluşturan paralı askerlerin komuta zinciri, yönetimdeki dini ve siyasi hiyerarşinin yanına bir üçüncü olarak eklendi. Sonunda Abbasilerde olduğu gibi, paralı askerlerin kontrolden çıkması ve üst sınıflar arasındaki çıkar çatışmasıyla ortaya çıkan krizin ardından, duruma el koyan asker, yönetimi ele geçirdi. İsmaililerin devlet içinde etkisi kalmadı. Halife isiyasi bir kuklaya dönüştü. Nizarilerin Fatımiler’den kopup bağımsız bir hareket haline gelmesi hemen bunun sonrasındadır. (53)
Fatımiler radikal bir öğretiye ve örgütlenmeye dayanan devrimci bir hareketin, iktidara gelmesiyle birlikte adım adım bu karakteri yitirip yozlaşmasının bir örneğidir. Fatımilerin büyük ve güçlü bir devlet olmasıyla, başlangıçta bütün İslâm dünyasının adil ilkeler temelinde yeni bir düzene kavuşacağına umutlanan İsmaililer bu sonuçla büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.
Sonuç olarak, ne Karmatiler ne de Fatımiler İslâm’ın evrensel liderliğini elde edebilmiş, İslâm dünyasına vaat ettikleri düzeni hâkim kılabilmişti. İsmaili davası altın çağının sonunda başarısız olmuştu. Şimdi sıra, Ismaililiği devrimci bir temelde yenileyecek, İsmailileri yeni bir mücadeleye hazırlayacak olan Hasan Sabbah’a gelmişti. Hasan Sabbah ve Nizari isyanı sayesinde, İsmaililiğin İslâm’ın siyaset sahnesinden silinişinin tarihte özel yeri olacak bir finale kavuşarak, bir süre daha ertelenmiş oldu.
İslâm coğrafyasında Selçuklu rüzgârı
Burada, o dönemde bütün bölgenin siyasi durumunu değiştiren bir etken olarak Selçuklulardan söz etmek durumundayız. 11. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular önce iran’da, ardından da Irak ve Suriye’de egemenlik sağlamış, Bağdat’ı alarak Abbasi halifeliğini Şii Büveyhi devletinin oyuncağı olmaktan kurtarmıştı. Karmati devletinin ortadan kaldırılmasında Sünni Araplara destek olan ve Fatımilerin gelişmesini durdurup Suriye’den süren de Selçuklulardı. Böylece Sünni İslâm’a taze kan taşımış, halifeliğin topraklarında birlik ve istikrarı yerinde tesis etmişlerdi.
Selçukluların Sünni egemenliği dirilten etkisi düşünsel alana da yansıdı. Kırılan ideolojik hegemonyasını pekiştirmek ve Batmîlik / Ismaililik başta olmak üzere kendisine düşman akımlarla hesaplaşmak için yoğun bir çaba gösterdiler. Selçuklu veziri Nizamülmülk bu amaçla pek çok medrese kurdurdu. Bunların en ünlüsü, Gazali’nin de görev yaptığı Bağdat’taki medresedir. Gazali el Mustazhir adlı eserini İsmaililere karşı yazmış, pek çok eser ve yazısında Batîniler ve İsmaililer ile tartışmıştır. Nizamülmülk’ün meşhur Siyasetname’sinde de Batîniliği ve Ismaililiği karalayan uzunca bir bölüm vardır. (54)
Selçuklularla gelen bu siyasi canlanma, Sünni egemenler için güç ve istikrar anlamına geliyordu. Ama bu, toplumsal huzursuzlukları artırmak pahasına gerçekleşti. Selçuklular başlangıçta, hâkim oldukları topraklarda işgalci bir dış güçten ibaretti. Beraberinde İran’dan gelip geçen Türkmen göçebeler yüzünden tarım iyice bozuldu. Köylüler kasabalara kaçtılar ya da şehirlere ve kalelere yakın tarlalarda çalışmaya başladılar. Şehirlerin azalan gelirlerini paylaşmak zorunda kaldılar. Selçuklu egemenliğinin yerleşmesiyle, toprak sultan tarafından beylerine ve komutanlarına ikta olarak dağıtılmaya başlandı. Eski hâkim sınıflarla yeniler arasında bir ittifak ve kaynaşma yaşandı.
Büyük ikta sahibi emirler, kendisini neredeyse sultanla eşit sayan bağımsız, küçük beylikler gibi davranabilmekteydi. Eski Iran devlet modeli bir merkezi yönetimi esas alarak Selçukluların hızlı devletleşme sürecini yöneten vezir Nizamülmülk, Sultan Melikşah döneminde ikta usulünü düzene sokmak ve merkezin bürokratik kontrolü altına almak için gayret gösterdi. Ancak, merkezi otoriteyi kısmen sağlayabildi.
Sonuç olarak, Nizamülmülk döneminde oluşan toplum yapısında, emirler ve ulema otoritenin özünü oluşturmaya başlamış, hâkim sınıf kalabalıklaşmış ve giderleri de çoğalmıştı. Merkezi yönetim ve saray masrafları sürekli artıyordu. Tüm bunlar, emekçi sınıflara daha ağır bir yükün bindirilmesi ve köylülüğün üzerindeki sömürü ve tahakküm sistemin gelişmesi pahasına gerçekleşti. (55)
Hoşnutsuz bir halk kitlesi, kurumsal mekanizmalara değil emirlerin güç ve otoritesine dayanan yerel idareler ve taht kavgalarıyla sarsılan, kırılgan bir merkezi birlik. Bütün bunlar İran’ı yeni bir İsmaili kalkışması için elverişli bir toprak haline getirmiştir.
Baha Okar
DİPNOTLAR
1) Forhod Dafraıy, Ismaililer, Doruk Yayınları, 2005, s.12.
2) Akt. Bernard Lewis, Hatifler, Kapı Yayınları, 2005, s.4.
3) Lewis, age, s.5.
4) Lewis, age, s.6. 5)Daftary, age, s.15. 6)Daftary, age, s.17.
7) Doftary, age, s.17.
8) Bu tartışmalarda Fransız oryantalist Silvestre de Sacy’nin araştırması sonucu belirlemiştir. De Scay’nin tezi ve tartışmanın detayları için bkz. Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, Bertin Yayınları, 2. baskı, 2002, s.68.
9) Akt. Edward Burman, The Assassins, The Aquarian Pres, 1987,s.l53.
10) 1950’lerde Alamufta incelemeler yapan ingiliz kazı ekibinin başkanı Peter Eilley, sözü edilen cennet Bahçesi için en uygun yerin 45 metre uzunluğunda 10 metre genişliğinde bir alan olabileceğini söylüyor. (Peter Willey, Alamuf Kalesi, Nokta Kitap, 2007, s.200)
11) Henry Corbin, İslam Felsefesi Jarihi, İletişim Yayınları, 1986, s.89, 98..
12) Bu konuda daba geniş bir değerlendirme için bkz. Bulut, age, s. 163.
13) Batıda sadece Salahaddin Eyyubi’nin kabramanlıklarıyla ilgili efsaneler başlı başına bir inceleme konusu olabilecek hacme ulaşmıştır. Bu efsanelerde rastlanan, Salahaddin’in aslında sonradan Müslüman olan bir Hııistiyon olduğu rivayeti, daha soylu ve yüksek değerler karşısında duyulan küçüklüğün ve kendine mal etme isteğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. (Thierry Henrsch, Hayali Doğu, Metis Yayınları, 2. baskı, 2008, s.69) Haçlı anlatılarından Doğu’nun “altınla kaplı, süt ve bal akan sokakları” efsaneleştirmedeki abartı unsurunun bir başka göstergesidir. (Alp Hamuroğlu, “Haçlı Seferleri”, Bilim ve Gelecek, 82. sayı, s.40)
14) Burman, age, s.l 34-135.
15) Burman, age, s.l 46.1604 yılında yayımlanmış olon Lebeyde Batilly’nin küçük kitapçığı, başlı başına “Haşîşîleri ele alması bakımından önemli olsa da, içeriğinde yeni bir bilgi bulunmamaktadır. (Burman, age, s.l 44)
16) Lewis, age, s.l 6.
17) Burman, age, s.17.
18) Haşîşîler Tarihi, ilk Almanca baskısından sonra 1833’te Fransızca, 1835’te İngilizce yayımlanmış. (Burman, s. 149)
19) Purgstall’dan aktaran Burman, age, s.l 50.
20) Lewis, age, s.l 8.
21) İddia edilen bu bağlantı, Burman tarafından etraflıca ele alınıp çürütülüyor. (Burman, age, s.l 51,155)
22) Yirminci yüzyılın önemli ismaili araştırmalarının özet bir değerlendirmesi için Burman, age, s.l52.
23) Bulut, age, s.24-27.
24) Bernard Lewis 1967’de “Haşîşîler: İslam’da Radikal Bir Tarikat” adıyla İngilizce yayımladığı kitabının 2011 baştandaki önsözünde, kitabın başlangıçta çok ilgi görmediğini, ama 80’lerden sonra ve o güne dek hep artan bir ilgiyle karşılandığını ve başka dillerde de yayımlandığını söylüyor. Ancak Fransızca çeviride kitabın alt başlığı “Ortaçağ islam Dünyasında Terörizm ve Siyaset” olarak değerlendirilmiş. Almancasında ise “Radikal islam’da Dini Cinayet Özerine” olarak çevrilmiştir. (Lewis, age, s. 10)
Kaynakça
/sö