Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır.

Hallacı Mansur Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.

Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor:[iii]

“Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”

Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.

Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük sufi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü sufi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü sufi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd), ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.

Hallac’ın bu evliliği sufilerin arasında ikilik yaratmıştı. Sufiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Sufilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükûnetli olmasını istedi.

Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir.

Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanamadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.

Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:

Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık .ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.”[iv]

Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:

“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.

Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.

Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.

Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.

Allah’a dayanan hiçbir zaman yıkılmaz. 

Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Hallac’ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm Bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enel Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir” diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere yardımcısı tarafından Hallac’ın abası suya atılmış, böylece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.

Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler:

Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı’dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır.

Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk sufilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için;

“Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir.

Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.”

Diğer bir söylenceye göre de:

Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed)in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı?” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi]

Acaba Hallac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi, yoksa Hallac’ı Karmatilerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abbasi halifelerinin hileli oyunları mı?

Karmatiler

Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz.

Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz daha artar.

Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım;

Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii]

“Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”

Karmatilerde kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde)tır. Bu hicap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki, işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir.

İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir.

Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.

Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı , insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız.

İbni Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok okuyan insanlardı. “Dar-ul Hikmet” denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.

Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar:

1- Büyük ve seçkin dostlar için,

2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için,

3- Sıradan insanlar ve yolcular için,

4- Kadınlar için,

5- Saraylı kadınlar için.

Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.

Karmatilerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı.

Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz.

  1. Sosyal gruplar (işçi, çiftçi, zanaatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü.
  2. Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı..
  3. Bilgi ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi.
  4. Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi.
  5. Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı.
  6. Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı.

Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi.

Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler!” diye göstermişlerdir.

Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki;

308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.

Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix]

Azim ve sebat en büyük yardımcıdır.

Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere , mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi.

Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallac’ı “zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplerce affedilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre affedilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbn-i Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbn-i Davud el-Zahiri; “ Eğer Allah’ın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir.”

Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allah’tan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti.

Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum.

Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor:

Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına göğüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.”

Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sihirbazlıkla suçlayan sufilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor:

“Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.”

“Enel Hak” için kim ne söyledi;Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir.

Hallac-ı Mansur ; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hak’kım, zira ben hiç bir zaman Hak’la hak olmaktan vazgeçmedimç”

Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.”

Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir.

Sunni İslam uleması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Sünni İslam ulemasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler.

Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der;

Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim!

Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.”

Kendisine Hallac’ın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal;,

“Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.”

“Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla;

Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır.

Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların ziynetidir…
Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir…

*** *** *** *** ***

Enel Hak sözünü söylerken…

Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm…

*** *** ** *** ***

“Her kim ki Hallac libasında geldi,

“Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu.

Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hak’kı” şöyle işliyor;

Sırr-ı Enel Hak söylersem

Alemde pinhan gelmişem

Hem Hak derim Hak bendedir

Mem batini insan gelmişem.

*** *** *** ***

Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer

Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir!.

** *** *** *** ***

Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur.

Küllü yer gök Hak oldu mutlak

Söyler def u ceng u ney Enel Hak

** *** *** *** ***

Yanağında ayan oldu Enel Hak
Kaçan süret olur gözgüde mestür
Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap
Ki Mansur’u asar hem dare mansur.

Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor:

Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.”

Şah Latif bir şiirinde;

Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat!
Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak!’
Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir.
Hepsi binlerce Mansur’dur
Hangisini darağacına çekeceksin?

“Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam!” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında:

Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak

Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim.

*** *** *** *** ****

Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı

Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem

*** *** *** *** ***

Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan

Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan

*** *** *** *** ***

Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve;

Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılan kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar şaha gidelim.

Fazilet, kralların en büyüğüdür.

Zeki Eyüboğlu’nun ‘Tarikatlar’ adlı eserinde belirttiğine göre; Hallac-ı Mansur’un,  Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre; “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yaratılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne , tek varlık olan Tanrı karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x]

Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır.

Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi:

Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem”

Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi”

Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der;

Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum:

Allah sana nasıl muamele etti? Dedi:

‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu.

Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi:

“Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için”

Şibli sözlerine devamla;

“Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım”

Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi….O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir… Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır… Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur… O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.”

Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.”

Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.”

Eğer faziletiniz yoksa yaratınız.

Mevlana’nın oğlu sultan Veled de şöyle der;

Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.”

Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani:

Hallac çok zor durumda kaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden tutardım.”

Ve yíne; Hak’kı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.”

Hallac-ı Mansur’un savunduklarından pek de hoşlanmayan sufi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder:

“ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rab’bim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hak’kım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi]

Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der;

Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.”

Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir.

Massingnon şöyle der;

“Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telakki eden anlayış sufi ekollerinin tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı , sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansur (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır.”

Seven ben, o sevilen de ben
Bir bedene girmiş iki ruhuz.

Hallac-ı Mansur’dan:

Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir.

Yüksek ahlak, Hak’kı tanıdıktan sonra, halktan gelen eza ve cefanın insana tesir etmemesidir.

Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.

Konuşan diller, susan kalplerin helakidir.

Sözler ve sohbetler illetlereö fiiller şirke bağlıdır. Allah ise ise cümlesinden müstağnidir.

Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir.

Müridin cehdi kefşi, müradın keşfi cehdini geçmiştir.

Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar.

İyi yaradılışlı olmak esenliktir.

Dünyadan geçmek nefs zühdü, ahiretten geçmek ruh zühtüdür.

Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır.

Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı yine Hallac’ın bir şiiri ile noktalayalım:

Şu bedenden sana makam.
Candır Senden başkasına yer yo gönülde
Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır
Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle !?

*** *** *** ***

Ey! Duyur dostlara, çabuk haber ver!
Paralandı yelken, çöktü sefine
Deniz ortasında kaldım perişan
Gün olur Mansur’u berdar ederler
Göründü gözüme salibden nişan
Ne baht var bana, ne de Medine
*** *** *** ***

Seven ben, o sevilen de benim
Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz
O diye gördüğün benim bedenim
Bana bak, onu gör;hep ayni şeyiz!

Kaynakça

http://sufizmveinsan.com/aksam/hallac.html

Bektaşiliğin iç Yüzü, M Teyfik Oytam, Marşf kütüphanesi- İstanbul
G. Öz – Alevilik, Uyum yayınları 1997 -Ankara
Doç. Dr. B.Noyan Dedebaba – Bektaşilik ve Alevilik, Cilt 1- 11, Ardıç yayınları 1999 -Ankara
Prof. Y. N. Öztürk- Hallac-ı Mansur, Yeni boyut 1997- İstanbul
İ.Z. Eyuboğlu, Tarikatlar ve Mezhepler, Der Yayınları, 1990- İstanbul
A.B. Gölpınarlı- Mevlana celaleddin, 1985- İstanbul
M. İkbal, Cavidname,
Ş. Tebrizi- Makalat,çeviri- 1974 -İstanbul
L. Massingnon, La passion de Hallaj- 1975- Paris

[i]Hatip El-Bağdat; Tarihu Bağdat. Prof. Yaşar Nuri Öztürk.Hallac-ı Mansur.
[ii] Taberi; Tarih.
[iii] Doç.Dr. Bedri Noyan dedebaba; Bektaţilik ve Alevilik.
[iv] Tarihi Bağdat- Passion.
[v] Tarikatlar- İ.Z. Eyuboğlu-Der yayınları 1990-İstandul
[vi] Doç. Dr. B. Noyan, Betaşilik ve Alevilik, Ardıç yayınları , ciyt 11,1999-İstanbul
[vii] İ.Z. Eyuboğlu, Tasavvuf ve Tarikatlar, Der Yayınları,1990 -İstanbul
[viii] Abdan el-karmati, Ţeceretül-Yakin
[ix] Teberi, 11/79; İbnul Esir- el Kamil, 8/127- Y.N. Öztürk,Hallacı Mansur, Yeni boyut-1997 İstanbul
[x] Tarikatlar-Z.Eyuboğlu, Der yayınları 1997- İstanbul
[xi] Massignon, Textes, 144
[xii] Passion.

/sö