“Doğadan gelen doğaya secde eder…”

Anadolu Aleviliğinin kökeni bakımından Asya/Ari dinlerinden geldiği, kuşkuya yer bırakmaz ölçüde açıktır. Gerek İslamlık ve gerekse aşağıda andığımız Ari/Asya dinleri ile Alevilik inanç ve ritüelinin şaşılacak biçimde doğrulamaktadır. Bu savın uzun uzadıya savunmasını “Köken ve İçerik Bakımından Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı” kitabımızda ele alacağımızdan burada yeniden tartışmayı gereksiz sayıyoruz.

Burada ele alacağımız konu bir tartışmadan çok bir olguyu sergilemektedir. Bu da Anadolu Aleviliğindeki doğa kutsallığı ile bununla ilgili olarak çevreye saygı kavramıdır. Aleviliğin çağlar boyunca adları yanı sıra unvan olarak kazandığı bir sıfat da doğa/tabiat dini oluşudur. Kökenini oluşturan Zerdüşt, Buda ve Şaman dinlerinin temelinde yatan panteist (Vahdet-i Vücud, öz birliği) görüntü, bugünkü Anadolu Aleviliğinde “her şey odur, ondan bir görüntü, ondan bir parçadır” anlayışıyla, her olgunun Tanrı’nın bir görüntüsü olduğu tasavvurunu doğurmuştur.

Konumuz tasavvufun tüm boyutlarını da ele almak değildir kuşkusuz. Ancak Alevi coğrafyasında ve inanışında kimi zaman bundaki aşırılık bizi ister istemez araştırmaya götürmektedir. “Olgu ve neden” araştırması yapıldığında karşımıza çıkan olayları şöylece sergilemeye çalışırsak :

YER/SU KÜLTÜ

Özellikle Asya’daki yaşantımızda Şaman dininden olduğumuz açıktır. Şamanlığın bir özelliği de her doğa parçasına bir ruh verip onu saygınlaştırmak ve de kutsallaştırmaktır. Bu tür yapılanmanın doğa parçaları ile sularla ilgili olanlarına yer-su kültü diyoruz. Doğadan amaç toprak, orman, dağ ve bitkilerdir.

Yer/su kültü büyük imparatorluklar döneminde gelişerek “vatan kültü” aşamasına yükselmiştir. Biz tarihsel yaşantımızda bunun ilk örneğini Orhun anıtlarında görüyoruz. Gök Türklerin uduk yer/sub (kutsal yer/su) adını verdikleri kavram, hem koruyucu ruhlar, hem de vatan demekti. “Atalarımızın yönettiği yer/su” tamlamasında amaç ise yönetilen vatan demekti. Tonyukuk yazıtına göre Göktürk vatanına saldıran düşman, Tanrı Umay ve yer/su ruhlarının yardımı ve himmetiyle gafil avlanarak bastırmışlardır.

DAĞ KÜLTÜ

Yer/su ruhlarının en önemli kesimi dağdır. Şamanist Türklerde dağ kültü Gök Tanrı kültü ile ilgili bir durum almıştır. Hunların kutsal tanıdıkları dağlar, kurbanların adak yeri olarak ünlenmişlerdir.

Ortaasya’nın tüm Türk budunluklarında kurbanlar dağların yüksek tepelerinde kesilirlerdi. Bu konuda bir gerçek uzman Barthold’un anlattıklarına göre Eski Türkler dağların Tanrı makamı olduklarına inanırlardı. Yüksek dağ tepelerinin göklere yakın görünmesi, onların uzaklardaki maviliği bu inancın yerleşmesine neden olmuş olabilir. Biz bu durumu Asya Zerdüştlüğünde de görmekteyiz. Tanrı Ahuramazda’ya tapınan Zerdüşt bugünkü Elbruz Dağı’nın tepelerinde Tanrısına yakarmaktadır. Biz bu söyleşinin ileriki bölümlerinde her üç dinin yani Şaman, Zerdüşt ve Budizm dinlerinin birbirleriyle şaşılacak ölçüdeki benzerliklerine tanık olacağız.

Eski Oğuzlarda her boyun, her oymağın kendine özgü kutsal dağı olduğu gibi boylardan kurulu büyük birliklerinde de kendilerine ilişkin kutsal dağı olduğu gibi boylardan kurulu büyük birliklerinde de kendilerine ilişkin kutsal dağları vardır. Bu dağa Kut Dağ denirdi. Söz gelimi Gök Türk İmparatorluğuna katılan kutsal dağı ve ormanı Ötüken Dağı ve Ormanıdır.

Uygur söylencelerine göre de onların mutluluk ve bolluk taşıyan dağları vardır. Bu dağ Çinlilerce parçalandıktan sonra götürülmüştür. Sonra Uygur ülkesine uzun süre kıtlıklar ve yıkım gelmiş, ancak dağ yerine geri getirildikten sonra Uygurlar dirliğe kavuşmuşlardır. Moğol mutluluk dağının götürülmesi de aynı sonucu getirdi. Bir kadın Şamanın duaları sonucunda Moğollar dağlarına kavuştular. Bayanıl Dağındaki Kazılık yaylasından kovulan Kalmuk Türklerinin ağıtları bugün bile Kazak Kırgız yazınının en içli örneklerini oluşturur.

Şamanlara göre tüm evren ruhlarla doludur. Dağlar göller ve ırmaklar bu nedenle hep canlı varlıklardır. Güçsüzün güçlüden yardım dilemesi bu nedenle burada da görülmektedir.

“Ey kutsal ve geniş Altay’ın yargı yeri! Durmadan kısmet veren Altay! Bizi yıpratmamak için yargılayan Altay! Saçları ağarmaz ihtiyarlarımıza dinlenme sağlayan Altay! Yer ve denizlerimiz yaratıldığında ata babalarımızın kutsadığı Altay!”

“Temiz yurdumuz yıpranıyor, az ulusumuz sıkıntı çekiyor. Ey kutsal Altay’ım biz ne yapalım? Geçim versen ne olur? Bereketli sürülerimizin kutlarını yaratan Altay’ım ver suyum…”

Şamanlığın ve Zerdüştlüğün bu dağ ruhlarına inanmasının etkisini Anadolu’da yaşayan Türk ve Kürt Alevilerinde kimi kutsal dağlarla hala yaşar görmekteyiz. Tüm Anadolu’da bu nedenle yüksek dağ tepeleri tekin değildir. Kutsallıklarından dolayı biraz da korkularak izlenen dağ coğrafyamızda ulu yol velilerinin mezarları, makamları dede düşekleri ya da doğrudan doğruya dağın adıyla ilgili kutsal söylenceler bulunmaktadır. Dersim/Tunceli bölgesinde Munzur Baba Dağı, Celaleddin Harzemşah’ın mezarının bulunduğu söylenen Tojil Baba Tepesi, Türkiye’nin hemen her tarafında bulunan Hıdırlık tepeleri, Hanak/Saskara bölgesinde adı romanlara konu olan Yelatan Dağı, Sürmeli/Sahat çukundaki Ağrı Dağı, Selim/Sarıkamış bölgesindeki Allahüekber Dağı, hep bu eski Asya dağ kutsallıklarının bugüne sarkan izleridir. Ancak doğal olarak bu eski Şaman ve Zerdüşt inançları bugün için belki de tarihsel korkular yüzünden İslami giysilere bürünmüşlerdir.

Bugün Tahtacı Türkmen oymaklarının Adana’dan Çanakkale’ye değin tümü Ege’de Edremit yöresindeki İda/Kaz Dağlarını Ağustos ayının son haftası ile Ekim başlarında kutsamaktadırlar. Bu kutsama bir tür hacdır. Dağın doruğuna yakın yerde Baba ve Sarıkız yatırlarının olduğu benimsenmektedir. Her yıl Tahtacı Türkmenleri bu dağı bu nedenle kutsarlar. Bu tahtacılardan yukarıda Altay’dan yardım isteyen Türkmen Şamanlarının dualarını da bugüne sarkmış olarak görmekteyiz:

“Dağlar, daşlar ulu gaba ağaçlar, gonca çaylar, Goyunoğlu Yusuf’a yu…… gel çocuğumun garnın ağrısını al.”

Hanak/Saskara Türkmenlerinin dualarında da bu dağ ruhları yaşamaktadır :

“Seni bu yel adına tabşırdım.”, “Adına, varına kurban olduğum yel ata, sen bilirsin halimi” ,“Bak doğru söyle üstümüzde yel atan var, sen bu işten kurtulamazsın.”

Hacı Bektaş Veli Velayetnamesinde Hırka Dağı Ararat Dağı: Abdal Musa Veli’de Dur Dağı söylencelerle hep Asya dininin Anadolu’ya gelmiş kalıntılarıdır. Afyon Dumlupınarı’nda Kaz uçuran Tepe ve Dede Sivrisi Tepesi ünlüdür. Erdek’te Dilek Tepe’de Dilek Dede yatırı, Kaplan Dede Dağı Aydın Madran Dağı’nda küçük ve büyük Madran tepeleri, Alevi Sünni ayrımı yapılmadan hep kurban kesilen yerlerdir. Dağların kutsallığı halk ozanlarında da var:

Hayal hayal oldu gözüme batan

Ahmaktır dünya ya göz gönül katan

Çıplak Ali ile Hayderi Sultan

Bize yol vermiyor aşmaya Dağlar  

Gaiptesin kandildesin,sırdasın

Münkire görünmen göze perdesin

Hasan Dede’m Yüğrük kulu nerdesin?

Bize yol vermiyor aşmaya dağlar.  

-Pir Sultan Abdal-

Konumuzu ilgilendirmesi bakımından Hanak/Alevi Türkmenlerinde dağların doğuya bakan yüzlerindeki ağaçların kurumadan kesilmelerini ve buralarda ateş yakmanın yasaklığını herhangi bir nedenle bu bölgede hayvan leşlerinin toplanıp, bu yörenin kesinlikle temiz tutulduğunu bildirelim. Bingöl yöresindeki Kızılbaş Kürt köylüleri buradaki Kaşkar Tepesini kutsamaktadırlar.

“Anadolu’da yüksek dağ tutkusunu salt Asya kültürlerine bağlamak da yanlış olur mu?” diye düşünüyorum. Bizden önceki Hıristiyan ve onun öncesi dinlerde de dağlar kutsaldır. Bilindiği üzere doğal Toros sözcüğü Ermenice’dir. Boğa demektir. Bu dağın bizdeki bir adı da Boğa/Binboğa’dır. Buraların bugünkü sahipleri yörük ve Türkmenler buraları hep kutsal saymışlar ve her sivrisine bir dede adı takmışlardır. Bunlardan Bozoğlan ve Karaoğlan dedeleri çocuğu olmayan kadınların umut yerleridir.

Dağ kültü üzerinde söyleşirken kaya kültüne eğilmemek olmaz. Anadolumuzda herhangi bir yol üzerinde bir kayanın gizlerle kaplanmasının ve kutsanmasını da görmekteyiz. Bugün Pir Sultan Abdal’ın köyündeki (Banaz) değirmen taşına benzeyen kayanın kutsallığını anımsatmak istiyorum. Köylülerin inanarak söylediklerine göre Pir Sultan, Horasan’dan gelirken bu taşı asasının ucuna takarak buralara kadar getirmiş. Kimi söylencelere göre de Pir Sultan Musahibi Ali Baba ile de bu taşın üzerine oturarak söyleşirmiş. Bu söyleşmeye eşi de katılırmış. Köylüler ilginçtir ki bu taşa Hasan Dede diye bir ad takmışlar. Gene bu taşa yakın olan ikinci ve aynı türden bir başka taşa Seyit Baba adını vermişlerdir. İşte bu taş gibi Ağrı/Hamur vadisinde Gelin Kayası, Anadolu’daki yüzlerce Hızır Kayaları, Köroğlu’nun, Hızır’ın Hz. Ali’nin ve nice Türk ve Kürt ereninin atalarının kılıçlarının ellerinin izlerinin kaldığı kayalar ve bu kayaların kirletilmemesi ve kırılmaması, yerlerinden oynatılmaması hep sanki Asya dinlerinin izleridir.

AĞAÇ VE ORMAN KÜLTÜ

Anadolu Alevilerinin eski dinleri olan Ari ve Asyatik dinlerden alınıp getirdikleri kutsallıklardan birisi de ağaç ve orman kültüdür. Şöyle ki:

Ötüken Ormanı’nın (Ötüken Yış) adıyla Göktürkler ve Uygurlar arasında kutsal sayıldığını bilmekteyiz. Orman kültü ilkel topluluklarının orman ürünleriyle ve avcılıkla geçindikleri dönemlerin anısıdır. Tarımla ve geniş bozkırlarda çobanlıkla geçinen topluluklarda kötü ruhlar sayılmışlardır. Bunula birlikte yaşam durumları iyice gelişmiş, uygarlığın üst kesimine adım atmış nice uluslar yeni dinlerine bu eski orman kutsallıklarını sokmayı başarmışlardır. Örneğin Maku hanlığında yaşayan Alevi Karakoyunlu Türkmenlerde ve Alevi Kürtlerde orman kültü iyice gelişmiştir. Rus araştırmacı W.Gordlevski’nin bildirdiğine göre 26 köyden oluşan bu Aleviler Ali-ilahi imişler. Onlarca bu ormandaki ağaçlara dokunmak kesinlikle yasaktır. İlkbaharda karakoyunlu kadınlar bu ormandaki ağaçlara çiçekler bağlarlar ve kurban kestirirler. Bu ormanda kutsal ormanda kutsal ocağın bulunduğunu söylerler. Onların Şeyh Ahmet (Elazığ’daki Şeyh Ahmet Dede mi, Hoca Ahmet Yesevi mi? Bulamadım.) adındaki uluları elindeki yanık köseğiyi toprağa saplayınca bu orman türemiş. Bu Şeyh Ahmet elindeki yanık odunun türemesinden sonra Rum illerine gitmiş. Kalanlar da kendisini yanık ağaçtan orman türettiği için Ateş Beg (bugün Ateş Bag) demişler.

Şamani Türklerin kutsal ağacı kayın ağacıdır. Çocuğu olmayan kadınlar bu tür ağacın altında dua ederler. Evliya Çelebi Kuzey Kafkasya’da ağaca tapan insanları anlatıyor. Diyor ki “Her yıl bu ağacın altında dua ederler. Evliya Çelebi Kuzey Kafkasya’da ağaca tapan insanları anlatıyor. Diyor ki “Her yıl bu ağacın altına gelip yiyip içip giderler. Elbette ki bu ağacın yöresinde nice kez yüz bin balmumu ve yıl mumu yakıp her gece çerağan edip yanlış töreleri üzere ağaca demir kakarlar ki her kim bu ağaçta bir iz olursa ağaç bu adamı unutmayıp cehennem sıkıntısına komaya ve şefaat edip kurtara.” (cilt 7. sayfa 740)

Dede Korkut kitabında Basat “Atam adını sorarsan devletli kaba ağaç” demektedir. Dokuz Oğuz Destanı’nda Tuğla ve Selenga ırmaklarının arasındaki bir adacıkta çam ve hus ağacının üzerine inan ışıktan Dokuz Oğuzlar türemişlerdir. Oğuz Destanı’nda bir ağaç kovuğunda doğan çocuğa kıpçak adı konulmuştur. Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi’nde Hazret-i Pir kendisini kuşatanlardan kurtulmak için Hırka Dağı’ndaki ardıç ağacına sığınır. Ağaç dalları ve yapraklarıyla Hazret-i Piri saklar. Gelenler kendisini göremezler Hacı Bektaş orada kırk gün çile çıkarır. O ağaca o gün bugündür kutsanmaktadır.

Sücaeddin Veli Velayetnamesi’nde ise sultan varlığı (Sücaeddin Veli) sık sık Kırklar Çamı ve Bölük Çamı diye iki çamın dibinde tapınırmış.

Bugünkü Anadolu’da bu ağaç kültü Tahtacılar ve Alevi olmasalar bile Yörükler arasında yayılmıştır. Tahtacıların tarihteki adları Ağaç Eri’dir. Bu addan da anlaşılacağı üzere geçimlerini orman işleyerek sağlamaktadırlar. Bugün bile onlar Muharrem ayında kesinlikle ağaç kesmezler. Yeniden işe başladıklarında ağaçlara dua ederler. Onların özellikle tek ağaçları kutsadıklarını görmekteyiz. Bu tek ağaç kutsallığı tüm Alevi Türk ve Kürtlerde görülmektedir. Ağaçlara renkli bez bağlayıp muradın olmasını istemek, ağaçlara el sürüp eli sonra yüze sürmek, çivi çakmak hep eski Asya dinimizin izleridir. Bugün bile yaş ağacı kesmek, ağaçlara kirli çamaşır asmak Tahtacılarda yasaktır. Kaz Dağlarında ulu ağaçlar onlar için hala devletli koca ağaçtır. Orman kesinlikle kirletilmez.

“Dede Korkut Hikayelerinde dağ, su, ağaç kültü pek açık olarak göze çarpmaktadır. Dirse Han Oğlu Boğaç Hikayesi’nde anası oğlunun başına gelen felaketi dağ ruhundan bilmiş olacak ki otların bitmesin, suların akmasın, geyiklerin taşa dönsün” diye dağa sesleniyor. Şamanizmde kimi zaman böylesine ruhlara kargış da edilir. Altaylı Şamanist, avda başarıya ulaşmazsa orman ruhu için yaptığı sanamı sokağa atar. Ve ona karşı küfreder. Salur Kazan’ın oğlu Uruz ağaca şöyle sesleniyor :

Ağaç ağaç dersem arlanma ağaç,

Mekke Medine’nin kapısı ağaç,

Musa kelimin asası ağaç

Büyük büyük suların köprüsü ağaç

Kara akara denizlerin gemisi ağaç

Şah-ı Merdan Ali’nin eğeri ağaç

……….

Eğer erdir, avrattır korkusu ağaç

Beni sana asarlarsa kaldırma ağaç

Ağaca karşı söylenen bu sözlerde Musa Kelim, Şah-ı Merdan Ali gibi sözler çıkarıldığında Altaylı Şamanların kutsal ağaçlar için söyledikleri ilahiler karşımıza çıkacaktır. Geyikli Baba ile Orhan Gazi söylencesinde “Devletli kaba ağaç” diye bir kavak ağacı anılıyor. Dede Korkut öykülerinde “devletli kaba ağacın kesilmesin” sözleri dua yerinde kullanılmaktadır. (Abdülkadir İnan, Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları)

Cemlerini alaca deynekle yöneten Alevi Türkmen oymaklarındaki dedelerin bu ağaçları kutsal saymaları, alaca değenek, tarik, erkan değneği adındaki bu değnekleri altında kesinlikle yalan söylemiş hep eskinin kalıntılarıdır. Ağaç Anadolu Alevilerinin yurtlarını bulmalarında onlara kılavuzluk etmektedir. Hoca Ahmet Yesevi Asasının Anadolu’ya atarak Hacı Bektaş Veli’yi buralara göndermiş, çam şıhı seyyidleri Yanık Köseği ile Divriğ’e yerleşmişlerdir.

“Bu bölgedeki Kürtler her yıl ocak ayı sonunda üç gün hıdır orucu tutarlar. Geçen yıl aynı mevsimde Balaban aşiretinin başkanı Gül Ağa, beni çağırarak kendi köyü olan Hınzori Köyü’nün yanında Kiştim Köyü’ne götürdü. Her yıl binlerce Kürt bu köyde Mar dedikleri evliyanın önünde aynı günde büyük bir toplantı yaptıklarından Gül Ağa ile biz de toplantı yerine gittik.

Büyük bir oda ortasında büyük ve eski bir direk vardı. Bu direkte yeşil sargıya sarılı bir asa sarılmış, asanın sargıdan dışarda kalan başı, büyük bir yılan başı şeklinde görülüyordu. Buna herkes “kiştim mar’ı” yani kiştim evliyası diyordu. Sözü geçen oda o derece genişti ki içine bir/iki bin kişi sığabilirdi. Buraya toplanan halk bir yandan inleyen seslerle Hüda’ya yalvarıyor ve bir yandan da Mar’a karşı derin bir saygı ile eğiliyorlardı. Genel bir ağlayış baş gösterdi. Ben de genel coşku ve görüntü nedeniyle ağlamaktan kendimi alamamıştım. Topluluk birikmişti. Mar’ı çıkarmaya yetkili aileden çarpık yarı kötürüm bir kişi ortaya gelerek direkte asılı sargıdan ya Allah diyerek mar’ı çıkarmış ve yarı ayakta, yarı yerde sec deye gelerek mar’ı insanlar üzerine uzatmaya ve günahlarından arıtmaya yönlendirmiştir. Şeyhin elindeki mar bazen uzuyo bazen kısalıyor, bazen eğimli durumlara geçiyor ve topluluğu coşkuya getirip bazen de sahibini yerlere deviriyordu.” (Dersim Baba bölgesinde Dinsel Görüntü/ Nuri Dersimi)

Toplum arasında Baytar Nuri adıyla anılan Nuri Dersimi’nin Dersim tarihi ve gelenekleri ile ilgili iki kitabında da aşağı yukarı buna benzer öyküler vardır. Hınıs Bölgesi’ndeki Alevi Türkmen oymaklarında dedelerin ellerindeki erkan değneklerine kimi yerde tarik adı da verilmektedir. Bölgenin Zaza Alevilerinde ocak sahibi dedenin bu asası için cennetten gelme inancı egemendir. Dersimi’nin söz ettiği aşiretin Balaban adını taşıması köken olarak Türkmen izlenimine bizi götürmektedir. Gene de özellikle Türkmenler ve Zazaların yakın coğrafyadan Anadolu’ya gelmiş olmaları bu tür kutsal değneklerin motifini birbirinden almış olmaları kanısını da uyandırmaktadır. Dersim Zazalarında çok etkin olan Zerdüşt kalıntılarının içinde ağaç ve su kutsallıkları da yer bulmuştur.

Alevi ozanları deyişlerde ağacın kutsallığını döne döne vurgularlar:

Öt benim sarı tanburam

Senin aslın ağaçtandır

Ağaç dersem gönüllenme

Kırmızı gül ağaçtandır

Ali Fatma’nın yari

Ali çekti Züifikar’ı

Düldül atının eğeri

O da yine ağaçtandır.

Nurdandır Kabe eşiği

Cihan ‘ı tuttu ışığı

Hasan hüseyin ‘in beşiği

O da yine ağaçtandır

Yeter Pir Sultan ‘ım yeter

Dertlilere derman katar

Türklü Türlü meyve biter

O da yine ağaçtandır.

SU KULTÜ

Anadolu Alevilerinin dükü atalarının kutsal saydığı doğa ürünlerinin birisi de sulardır. 11. yüzyılda İniş İrmağı boylarında yaşayan Kimek/Kıpçaklar İrtiş Irmağı’na taparlarmış. “Su Kıpçakların Tanrısı” derlermiş (Abdülkadir İnan, Şamanizm).

Kırgızların Manas Destanı’nda Yakup, karısı Han Hatun’un kısırlığından yakınarak diyor ki:

“Bu çırıçı’yı alalı on dört yıl oldu. Bir çocuk koklayamadım. Bu hatun mezarlı yerleri ziyaret etmiyor. Elmayı yerlerde yuvarlamıyor. Kutlu pınarlar yanında gecelemiyor.”

Kazakların şeriata ters gelen geleneklerinden Molla Gazi Hoca “Kadınları kısır olursa çölde tek başına bir ağaç, bir kuyu veya bir su yanında durup, bir koyun keser ve gecelerler.” Müslüman Kırgızların bu gelenekleri Şamanist Yakutların kutlu ağaç yanında yaptıkları törenlerin tıpkısıdır.

Dede Korkut hikayelerinde bir hatun, erkek evlat istediğinde kuru kuru çaylara şarap döküp kara giyimli dervişlere nezirler verirmiş. Bu gün suların bu kutsal durumları da Anadolu’da yaşamaktadır. Söz gelimi Munzur suyunun gözesindeki balıklara dokunulmaz. Bu su kutlu sayılır. Her yıl Nevruz günlerinde bu su gözesinde semahlar dönülür. Gene Alevi kesimi dışında da bu su kutsallığını görmekteyiz ki bunun en belirgin örneği Urfa’daki Balıklı Göl kutsallığıdır. Ancak gene de bu Şaman geleneği yerini İslamsal giysiye bırakmıştır. Akarsu gözelerinin kutsallıkları halk bilim ürünlerimizde yerini korumaktadır. Köroğlu’nun atı bingöllerden akan sihirli köpüğü içtiği için ölümsüzdür. Eğer bu köpükten bir parçayı Köroğlu babasının gözüne zamanında sürseymiş gözleri açılacakmış.

Gene Dede Korkut’ta Salur Kazan suya şöyle seslenir:

Çığını çığını kayalardan akan su

Ağaç gemileri oynatan su

Hasan`la Hüseyin‘in hasreti su

Bağ ve bostanın ziyneti su

Ayşe ile Fatmanın nigahı su

Kara başım kurban olsun suyum sana

“Dede Korkut Hikayeleri” 12-14. yüzyıldaki Doğu Anadolu’da yaşayan Oğuz boyları arasında şüphesiz ki çok söylenmiş hikayelerdir. Bu hikayeleri anlatan ve dinleyen Oğuzlar ve bu hikayeleri kitap biçimine getiren ozan- yazar kesinlikle bu hikayelerdeki hayatı yaşıyorlardı. Bunlarda söylenen inanç ve gelenekleri yadırgamıyorlardı. Bunlar Müslümanlardı. Bizans boylarında ilayı Kelimetullah için cihat yapıyorlardı. Fakat İslamlıkları “Arı sudan abdest alıp iki rekat namaz kılmaktan (o da sıkıştıkları zaman)” ibaretti. Bunların ezan okuyan müezzinleri de tat eri, yani İranlı ya da İranlılaşmış bir softa idi. Bunu Dirse Han’ın şu sözlerinden anlamak mümkündür:

Salkım salkım tan yelleri estiğinde

Sakallı bozaç turgay sayradukta

Sakalı uzun tat eri bangladukta

Yanı “Sabah namazına sakalı uzun Acem seslendikte” diyor. Demek ki 14. yüzyıl Oğuzlarında imamlık ve müezzinlik yapacak kimse kendi aralarından çıkmıyordu. Bu nedenle bu Oğuzların durumu 18. yüzyıl Anadolu Yörükleri ile 19. yüzyıl Kazak Kırgızlarının durumundan farksız olmuştur.” (Abdülkadir İnan a.g.m)

Rahmetli Abrülkadir İnanın bu çok yerinde tanısını döne döne kendini din bilgini sayıp da Anadolu insanını 10. yüzyıldan beri İslam gösterenlerin bilgisine mi sunalım, suratına mı çarpalım? Tahtacı Türkmenleri her yıl 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece sonunda gün çalmadan kalkarak köy yakınındaki kutlu saydıkları akarsuda gözelerde yıkanırlar. Kadınlar başlarına bahar dalları takar ve gene topladıkları bu dallarla evlerinin kapısını süslerler. İnançlarına göre bu sular bir yılın yorgunluğunu ve kötülükleri giderecek, bu bahar dalları aynı şeyi evleri için yapacak ve yeni yıla bereket içinde girilecektir. Dersimliler aynı duyguyu ve etkinliği Munzur Suyu gözesinde Sersale dedikleri şubat sonundaki yıl dönümünde yaparlar.

Afbeeldingsresultaat voor munzur suyu

Munzur Suyu Gözeleri

Munzur Suyu’nun gözesinde dargın aşiretlerin barıştırılmasını, edilen yeminlerin bu gözenin tanıklığı önünde olmasını en kutsal kurbanların bu göze önünde kesilmesini, yeri gelmişken ekleyelim. Alevi halk ozanları suların akışını yeni bir giysiye büründürdükleri için Muhammed Ali’ye ulaşma arzusuna bağlarlar.

Hak-i payine yetem der ömürlerdir muttasıl

Başını taşdan taşa urup gezer avare su

-Fuzuli-

Fit verildi gökte uçan kuşlara

Bakınaz mısın gözden akan yaşlara

Sular başın vurur taşdan taşlara

Çağlar ya Muhammed Ali çağırır

-Pir Sultan Abdal-

Çağlayıp akıyor bakansan suya

yağan yağmurlardan zevk duya duya

Geçer koyaklardan varır uykuya

Başını taşlara koyar iniler

-Aşık Veysel-

Söz sırası gelmişken Anadolu Aleviliğinde toprak kavramının da kutsallıkla iç içe olduğunu vurgulamamız gerekir. Eskilerde yağız yer adıyla anılan toprak her etkinliğin en son kutsanan halkasıdır. Gerek Budizm de gerekse Şamanizm’de dinsel törenlerde içilen içkilerin son damlaları bu yağız yerin hakkıdır diyerek toprağa dökülür. Divan edebiyatımızda da bu son damlanın cür’a adıyla toprağa dökülmesi kuralı var. Ayrıca günahlı ölülerin başı mezarlarında toprakla buluşmasın diye bir taş üzerine konur ve buna da yağız yeri kirletmesin nedeni gösterilir. Tahtacı Türkmenlerinde en ağır suçlardan biri zinadır. Bu günahı işleyen kişilerin cesetleri toprağa gömüldüklerinde başları dışarda tutulur. Toprağı kirletmesin diyerek nedeni de söylenir. Böyle günah kar kişileri çok ender bile olsa idamla cezalandırdıklarında da meyve vermeyen ağaca asarlar. Özetle toprağın kutsallığını vurgulamak istiyorum. Bunun kökeninin eski inançlara kadar yürüdüğünü söylemiştik. Öyle ki Anadolu’nun büyük ozanı Yunus Emre bir şiirinde toprağa şöyle bir kutsallık vermektedir:

Ben mevlamı yerde buldum ne isterem gökyüzünde

Bana yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar

Söz toprağa ve şiire yönelmişken rahmetli Veysel’i anmamak olmaz:

Ademden bu yana neslim getirdi

Bana türlü türlü meyve bitirdi

Hergün beni tepesinde götürdü

Benim sadık yarim kara topraktır.

İşkence yaptıkça bana gülerdi

Bunda yalan yoktur herkes de gördü

Bir çekirdek verdim dört bostan verdi.

Benim sadık yarım kara topraktır.

Göğsün kestim kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan el ilen

Yine beni karşıladı gül ilen

Benim sadık yarim kara topraktır.

Burada orman derken, ağaç derken, su derken ve dağ derken, toprak derken elbette bunların süslerinden de söz etmek yerinde olacaktır.

Kaldı ki Veysel’de toprak kişiyi elinde gülle karşılamaktadır. Yukarda da bahar dallarında söz ettik. Bunlar kır çiçekleridir. Anadolu Alevisi gene yüzyılların ötesinden gelen eğitimle bu dallara bu çiçeklere, güllere kutsal duygularla bağlıdır. Öyle ki öbür dinlerde herkes din büyüğünü yol büyüğünü mermer saraylarda kuş tüyü yastıklar da görürken Alevi piri ile gülü bir arada düşler.

Ben bugün pirime yardım

Pirin makamı güldür gül

Oturmuş taht-ı revanda

Taht-ı revanı güldür gül

Gül alırlar gül satarlar

Gülden terazi tutarlar

Gülü gül ile tartarlar

Çarşı pazarı güldür gül

Gülden değirmeni döner

Anın ile gül öğünür

Ak arkı döner çarkı

Çarkı devranı güldür gül

-Hatayı-

Bu deyişin Alevilerin en büyük ozanlarından Şah İsmail Hatayinin olduğunu da ekleyelim. Şimdi sorular gelebilir. Nedir Alevilerin bu doğaya yakınlıklarının nedeni? Nerededir hep toprak, su ağaç, çiçek, gül, bülbül, turna kırat vb. ilişkilerinin kaynağı? Gerçekte Anadolu Alevilinin adlarına ve soyadlarına da bakıldığında ilginç doğa anlarını da görmekteyiz. İşte kimi soy adları: Tatlısu, Doğan, Akyazı, Çiçekli, Gülçiçek, Gül beyaz, Gökçebel, Sarısu vb. Öte yandan kimi yandan kimi tarihsel yer adları Erzincan yöresin de Şah İsmail’in konakladığı köy: Saru kaya, Sivas’ta Yıldızeli’nde Pir Sultan Yaylağı: Yıldız Dağı; Fethiye Tahtacılarının meskeni Güllük; Halep Türkmenlerinin kutsal göleti: Hublar Gölü vb.

Bize kalırsa bunun nedeni gene eski Asya dinlerimizdeki ihsan oluşmasının söylencelerini dayanır. Şaman inancında Tanrı Ülken, insanı ya ratacağında elindeki çamura topladığı çiçekleri katarak yoğurur ve insanın dış tenini oluşturur. Budizm’de insanın mutluluğa ulaşması, Nirvana’ya yükselmesi ancak kendini iç olarak eğitmesiyle olasıdır. Bunun da tek yöntemi dış dünya daki canılılarla, bitkilerle ve hayvanlarla dost olmaktır. Budizmin Şamanhığın, Zerdüştlüğün milattan sonra 8. yüzyıldaki Nasturi Hristiyanlığı ile karışımını yapan İranlı peygamber Mani de hiç bir hayvanın öldürülmemesini, hiç bir bitkinin yaşken toplanmamasını öğütlüyor ve büyük bir buyruk veriyor:

“Yargılama ki yargılanmayasın.“

Alevilerin ölümsüz önderi Hacı Bektaş Veli de demiyor mu:

“İncinsen de incitme.”

 

Türkmen kültüründen dünya evrenselliğine örnek gösterilebilecek büyük ozan Yunus’un “Gök ekini biçmekle” gençlerin öldürülmesini bir saymasını da hadi bu coşku ile analım:

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Civan iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi

Hele hele İslamlığın lanetlediği, murdar saydığı domuzu bile Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi’nde korunur, esirgenir görünce Alevilerin doğa sevgisinin nedenini iyice anlıyoruz.

Nejat BİRDOĞAN

Kaynakça

Anadolu Aleviliğinde Çevre Sevgisi

/sö