Dersim Tertelesi konusu, Türkiye’de en çok tartışılan ve üzerinde en çok spekülasyon yapılan konular arasında geliyor. Her iki görüş de ortaya çeşitli iddiâ ve tezler ileri sürmekte, muhtelif görüş ve belgelere âtıfta bulunmaktadır. Aşağıda konuyla ilgili iki aykırı görüşe yer verdik. Tüm iddiâ ve görüşler yazarına aittir.
Birinci Görüş
Dersim Katliamı’nı anlamak için Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş felsefesi olan ırka dayalı ulus devlet anlayışının “siyaset belgesi” niteliğindeki “Şark Islahat Planı”na (1925) bakmamızda yarar var. Bu planın özü ve özetini dönemin Başbakanı İsmet İnönü şöyle formüle etmiştir: Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.
Sey Rıza, Usene Seyd, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Usene Sey Rızay, Ali Ağa, Hesene İvraime Qız 15 Kasım 1937 günü Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 4 Mayıs 1937 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla başlattığı Dersim Tertelesi’nde on binlerce insan öldürüldü, on binlercesi yurtlarından, tarihinden, kültüründen, inancından koparılarak Türk ve Müslüman toplumun içinde “zorunlu iskan”a tabi tutuldu. Kızılbaş/Alevi, Kürt, Kırmanç/Zaza, Ermeni kız çocukları ise Türk ve Müslüman yapılmak üzere köklerinden koparılarak kimsesizliğe mahkum edildi.
Bütün gerici ve faşist iktidarlar, halklara karşı uyguladıkları politikalarına haklı ve meşru bir zemin hazırlamak isterler. Bunun için amaçlarını evrensel değerlerin ve kavramların içine yedirerek son derece etkili biçimde sunmaya çalışırlar.
Sözgelimi; yakın geçmişte Amerikan emperyalizmi Irak işgalinin gerçek nedenini gizlemek için, “Kimyasal silah var,” “Saddam diktatör,” “Biz Irak’a özgürlük götüreceğiz” yalanını son derece etkili biçimde kullandı. Libya, Suriye, Afganistan vb. yerlerde de benzer söylemler vardı. Türkiye’de ise, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit 19 Aralık 2000’de gerçekleştirdiği hapishane katliamını haklı göstermek için katliamın adına,“ Hayata Dönüş” demişti. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar ise uyguladığı politikalara “ileri demokrasi,” “Yeni Türkiye” diyebiliyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Cumhuriyet Devleti’nin Dersim Katliamı’nı meşru göstermek için başvurduğu yalanlar da bunlardan farklı değildir. Yerine göre “feodalizmin tasfiyesi,” “İngilizlerin kışkırttığı Kürtlerin isyanı,” “ ilkel, rafizi, Kızılbaşların devlete karşı isyanı”nı bastırmak için yapılan harekat… Veya gayri medeni yaşayan bir toplumu “medeniyet”e kavuşturma gibi ulvi amaçlar… Kim medeni, kim değil, demokrasi nedir, ilkellik nedir vb tartışmalara girmeyeceğim. Zira devletin Osmanlı’dan beri uyguladığı Kızılbaşları İslamlaştırma politikalarına, Türkleştirme politikaları da eklenince kırımın nedenleri de açıkça görülebilir.
DERSİMLİLER CUMHURİYET’E KARŞI MIYDI?’
1937-38 yıllarında Dersim’de bir isyanın olup olmadığını anlamak için değişik açılardan bazı sorular sorarak yanıtlar almaya çalışalım. Hiç şüphesiz bu sorulara yeni ve değişik yanıtlar verilebilir. Bu bir, yeniden öğrenme ve ortak görüş oluşturma sürecidir. Dolayısıyla yanıtları mutlak doğrular olarak görmemek gerekir. Şöyle bir soruyla başlayalım: Dersimliler Cumhuriyet’e karşı mıydı?
Genel olarak Alevi-Kızılbaş ve özel olarak da Dersim toplumunun Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde nasıl bir tavır aldığını bütünlüklü olarak incelemek gerekir. Bilindiği üzere, Dersim’in başından itibaren Cumhuriyet Devleti’ne karşı çıktığı ve isyan halinde olduğu görüşü resmi tarihçilerin vazgeçilmez iddiasıdır. Bu iddia doğru olmadığı gibi hakikatle de bağdaşmıyor.
Alevilerin Cumhuriyetle ilişkisi, çoğunluğu İttihat-Terakki içinden gelen Cumhuriyet Devleti’nin kurucu kadroları üzerinden kurulur. Giderek 1. Meclis üzerinden Alevilerle ve Dersimliler’le kurulan ilişkiye bakıldığında 400 yıllık Osmanlı Saltanatı ve Hilafet baskısının, zulmünün kaldırılacağı vaadi üzerinden şekillendirilir. Bu vaad tek başına, Alevi-Kızılbaş toplumunun Cumhuriyeti benimsemesi ya da benimsemese bile karşı olmaması açısından hayati bir öneme sahip olmuştur.
Bu nedenledir ki; Dersimliler’in büyük çoğunluğu da Cumhuriyeti tercih etme/benimseme eğilimindedir. Dersim aşiretleri Cumhuriyeti kuracak olan 1. Meclise 6 mebus (milletvekili) (Abdulhak Tevfik Bey, Diyab Ağa, Hasan Hayri Bey, Mustafa Ağa, Mustafa Zeki Bey, Ramiz Bey ) göndermeyi kabul ederler.
Osmanlıyla barışık olmayan Dersimliler’in sorunları Cumhuriyetle birlikte çözülmüyor elbet, ancak bunlara son verileceği vaadiyle ilişkiler önemli ölçüde yumuşatılıyor. Sancak beyleri üzerinden sürdürülen ilişkiler, aşiret liderleri ve Seyitlerle doğrudan ilişkiye dönüşünce devletle ilişkilerin zemini güçleniyor. Dolaysıyla Dersimliler bu “yeni” ilişki biçimini Osmanlı devlet yapısı ve zihniyetine tercih ediyor ve esas olarak karşı çıkmıyorlar. Çok değişik nedenlerle Cumhuriyeti benimsemeyen Dersimli aşiretler de vardır elbet. Ancak bunların toplamdaki yeri ve nüfusları sınırlıdır…
Yani Dersimliler, Hilafetçi Osmanlı’ya Cumhuriyeti tercih etmişlerdi. Sonraki yıllarda da Cumhuriyet Devleti’nin Kızılbaş/Alevi toplumuna yönelik İslamlaştırma ve katliam politikalarına rağmen “kötünün iyisi” olarak Cumhuriyetin savunucuları olmuşlardır. Elbette bu problemli ilişki her bakımdan sorgulanabilir, ancak önce bunun anlaşılması gerektiği düşüncesindeyim.
DERSİM İSYANI, KOÇGİRİ İSYANI’NIN DEVAMI MIDIR?
“Dersim isyanı” tezi bir yanıyla Koçgiri direnişi üzerinden temellendirilmeye çalışılır. Koçgiri katliamından sonra Dersim’e kaçan/sığınan Koçgirililer’in Dersim isyanını organize ettikleri anlatımı hem resmi Türk Tarih Tezi’nde, hem de Kürt Tarih Tezi’nde yer almaktadır. Koçgiri direniş önderlerinin Dersim’e sığındıkları ve orada bir örgütlenme çabasına girdikleri doğrudur. Hatta Koçgiri direnişini destekleyen birkaç aşiretin olduğu da bilinmektedir. Ancak Dersim aşiretlerinin büyük çoğunluğu bu sürecin dışında kalmışlardır. Koçgirililer’in bu çabası devletin 1925 yılında çıkardığı afla sona ermiştir. Aliser (Dakni) Efendi ve Zarife Xatun hariç direnişin liderleri Erzincan ve Elazığ da devlete teslim olmuşlardır. Kürt Tarih yazımı cephesinde “Dersim İsyanı” tezini geliştiren Baytar Nuri (Dersimi) 1926 yılından itibaren Dersim’den ayrılarak Elazığ’a yerleşmiştir. Alişer Efendi’nin Dersimde ki varlığı devlete teslim olmama ve orada bir yaşam kurma biçiminde katledildiği 9 Temmuz 1937 yılına kadar devam etmiştir. Dolayısıyla Dersim’de her hangi bir isyan olmadığı gibi bunun “Koçgiri İsyanı”yla ilişkisinin kurulma çabası da temelsizdir ve bir kurgudur.
DERSİMLİLER ŞEYH SAİT İSYANI’NI NEDEN DESTEKLEMEDİLER
Ulusal ve dini içerikli bir kalkışma olan 1925 yılındaki “Şeyh Sait İsyanı”na Dersimliler’in katılmaları bir yana, bu isyana oldukça mesafeli durmuş olmaları, üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konudur. Zira Şeyh Sait isyanına karşı tutum Dersim’de Kürt ulusal bilincini ve ulusal örgütlenme düzeyini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Kürdistan’da Şeyh Sait ile başlayan ve 1930 Ağrı İsyanı’na kadar devam eden Cumhuriyet dönemi Kürt ulusal direnişleri ve katliamları incelendiğinde, Dersim aşiretlerinin hiç birine destek vermemiş olmaları düşündürücü değil midir? Bırakalım Dersim aşiretlerini; Kürt Teali Cemiyeti adına, “Dersim isyanına önderlik ettiği” iddia edilen Baytar Nuri (Dersimi)’nin, bu dönemde nerede ve ne yaptığı konusunun sorgulanmaya ve araştırılmaya değer olduğu kanısındayım.
Dersim aşiretleri, Cumhuriyete bağlılığını bildirmek ve var olan sorunları diyalog yoluyla çözmek için 1926 yılında Ankara’ya giderler. Aşiret reislerinin büyük kısmı buna katılır ve Çankaya Köşkü’nde ağırlanırlar. İşte bu gidişi ve görüşmeyi Vali Cemal Bardakçı ile Nuri Dersimi birlikte organize ederler. Bu durumu hem devlet belgelerinden, hem de Nuri Dersimi kitaplarından öğreniyoruz. Burada iki yeni soruya yanıt bulunması gerekir. Bir; isyan liderlerinden ve ‘’Seyit Rıza’nın sağ kolu’’ konumundaki Nuri Dersimi neden böyle bir rol üstlenir ve bunu neden yapar? İki; “isyan eden” veya etmek isteyen Dersimliler Ankaraya neden gitmiş olabilirler?
Bir başka soru ise; Nuri Dersimi’nin 1926 yılında Vali Cemal Bardakçı’nın “ Dersim’in en şerir aşireti” olarak lanse ettiği, Qocan (Koçuşağı) Aşireti’ne yönelik devlet tarafından gerçekleştirilen askeri harekâtta, Dersimli bazı aşiretlerle birlikte “görev” almasını nasıl açıklamak gerekir?
Yanıtlanması gereken pek çok soru olmakla birlikte Nuri Dersimi’nin “Dersim Kürt İsyanı” tezini temellendirmek için yazdıklarının sorgulanmaya ve kanıtlanmaya muhtaç olduğu düşüncesindeyim. Aşiret yapısı “kolektif isyan” örgütlenmesine uygun mudur?
Dersim aşiret yapısının ilişki ve çelişkilerini incelediğimizde iddia edildiği gibi uzun süreli bir ittifakla “ kolektif isyan” organizasyonu yapabilme gerçeğinden uzak olduğunu görürüz. Öte yandan, aşiret yapısı incelendiğinde de, ne kadar aşiret varsa o kadar güç odağı olduğu ve bunların birbiriyle de kavgalı oldukları görülmektedir. Bu bağlamda Dersim’de homojen bir toplumsal şekillenmeden bahsedilemeyeceği gibi siyasi bir birliktenlikten de bahsetmek gerçekçi değildir. Söz gelimi resmi tarih anlatımında “1926 Dersim İsyanı” denilerek yaratılan algıyla zanedilir ki Dersim toplumu bütünlüklü bir isyana kalkışmış. Oysa orada devletin bir aşirete (Qocan) yönelik cezalandırma harekâtı/ katliamı söz konusudur.
Çarpıcı gerçek şudur: Qacan’ı diğer aşiretler sahiplenmediği/desteklemediği gibi, devletin yanında bu harekâta katılan aşiretler olduğu da bilinmektedir. Diğer bir örnek ise; “1930 Dersim İsyanı” olarak lanse edilen olaydır. Oysa bu, Pülümür Kazası’nda devletin birkaç aşiretten bazı gruplara yönelik gerçekleştirdiği bir asayiş operasyonudur. Bu grupların kendini savunması nedeniyle çıkan lokal çatışmanın adı resmi tarihte bilmem kaçıncı “Dersim İsyanı” olarak yazılmaktadır.
Belirtmek gerekir ki, Devlet Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bütün Kürt illerinde ve Dersim’de ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşam hakkında son derece ayrıntılı bilgiye sahiptir. Dersim’de, 1926 yılından itibaren sistematik olarak hazırlanan raporlar, hem derin bir istihbarat bilgisi, hem de geniş bir sosyolojik analiz içermektedir. 1928 yılından itibaren aşiretler arası çelişkileri derinleştirmek amacıyla, kışkırtmak ve ilişkileri bozmak amaçlı çalışmalar olduğu raporlarda da görülmektedir.
Devletin, bütün aşiretlerin kadın-erkek nüfusları, ekonomik ve sosyal durumları, silah sayıları, hatta hayvan sayıları, devletle ilişkileri, diğer aşiretlerle ilişkileri vb konularda hem Mah (istihbarat), hem de Umumi Müfettişlik üzerinden detaylı çalışmaları vardır.
Nitekim gerek İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 yılı Dersim gezisi ve raporu, gerek Başbakan İnönü’nün 1935 Şark (Kürt) Raporu, gerekse Jandarma Umum Komutanlığı’nın hazırladığı raporlarda, aşiretlerin devletle ilişkilerinin bütün detayları tespit ve analiz edilmektedir. Tabi bu raporlarda özellikle Şükrü Kaya ve İsmet İnönü’nün aşiret liderleriyle görüşmelerinden çıkardıkları sonuçlar oldukça önemlidir. Şükrü Kaya görüştüğü aşiret liderlerinin hepsinin “muti”(itaatkar) olduğunu belirtmektedir. Keza İnönü de benzer bir sonuca varmanın yanı sıra “ sayıları çok olmamakla birlikte 5-6 aşiretin Cumhuriyetin imar ve iskan programına karşı” olduklarını rapor etmektedir. Tüm bu süreçleri bütünlüklü anlayabilmek için, bu aşiretlerin kimler olduğuna , nerede ve nasıl yaşadıklarına, hangi nedenlerle devletin “imar ve iskan programına karşı” çıktıklarına, keza bu “imar ve iskan” denilen şeyin ne olduğuna da ayrıca bakmakta yarar var.
Seyit Rıza ve oğlu Buğday Meydanı’na götürülürken.
Elbette sayıları az olmakla birlikte Dersimin bazı aşiretleri çok farklı nedenlerle Osmanlıyı olduğu gibi Cumhuriyeti de benimsemediler. Tabi ki devlet bunu bir “asayiş sorunu” olarak değişik yöntemlerle çözebilirdi. Oysa bu durumu oradaki etnik ve inanç kimliklerine yönelik yapacağı katliamın gerekçesi olarak kullanmayı tercih etti. Ne yazık ki buna karşı genel bir direniş organize edilemedi, isteseler de edemezlerdi; zira Dersimliler’in büyük kısmı silahlarını 1936 yılında teslim etmişlerdi. Direnen aşiretler oldu elbet. Evlerini, yurtlarını, yaşam tarzlarını, inançlarını, koruma güdüsüyle direndiler. Bu anlamda elbette bir direnişten söz edilebilir. Bu haklı ve meşru bir direnişti. Ancak son derece güçsüz ve lokaldi.
‘İSYANCI’LAR NEDEN SİLAHLARINI TESLİM ETTİ?
Cumhuriyet Devleti 1936 yılında Dersim de silah toplama kararı aldı. İnönü’nün sözünü ettiği beş- altı aşiret dışında neredeyse bütün Dersimliler silahlarını teslim ettiler. JUK (Jandarma Umum Komutanlığı)’un raporuna göre Dersim Aşiretleri’nin elinde toplam 9.070 adet silah bulunmaktaydı. Aynı rapora göre teslim edilen silah sayısı: 7.880 adettir. (N. Hakkı Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor). (Yani 1190 silah teslim edilmemiş) Burada şu soru sorulabilir; Silahını teslim etmeyen aşiretler hangileriydi ve neden teslim etmediler? Görüldüğü kadarıyla bu aşiretler daha çok Harçik suyunun kuzeyinde, Munzur suyunun kuzey doğusunda olan ve “iç Dersim” sonraki zamanlarda da “yasak mıntıka” olarak adlandırılan bölgede yaşayan ve Başbakan İnönü’ün sözünü ettiği “ 5-6 aşiret”dir. Bu mıntıkanın coğrafi, ekonomik ve sosyal yapısı incelendiğinde o koşullarda neredeyse tek “geçim aracı”nın silah olduğu görülecektir. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal nedenlerle silahını teslim etmedikleri ve genel bir katliam harekatı olduğunda da buna karşı direndikleri söylenebilir.
DEVLET DERSİM’E NEDEN GİREMİYOR?
“Devlet tarih boyunca Dersim’e giremedi”mi? Bu son derece tartışmalı bir konudur. Birincisi; bundan ne anlaşılmaktadır?
İkincisi; Osmanlı devletinin idari yapısıyla Cumhuriyet devletinin idari yapısı bir ve aynı mıdır? Özellikle Osmanlı devletinin idari yapısı incelenmeden bunun yeterince anlaşılamayacağı kanısındayım. Devletin girmesi veya girememesinden ne anlıyoruz? 16.yüzyıldan itibaren ele alırsak, Osmanlı ile en sorunlu dönemlerde bile “Sancak Beyliğı” üzerinden, doğrudan veya dolaylı bir idari sistemin içinde olduğu gibi, bu bölgenin değişik dönemlerde değişik idari merkezlere bağlı olduğunu görüyoruz. Söz gelimi Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL’ın “16. yüzyılda Çemişgezek Sancağı” adlı çalışması son derece önemli bir belgedir. Bu belgeler, Osmanlı Devleti’nin Dersim coğrafyasında esas olarak var olduğunu gösteriyor.
Keza Cumhuriyet Devleti’nin 1938’e kadar Dersim’e giremediği algısı da tamamen yanlıştır. 1925 yılı sonrasında da Kaymakamlıklar üzerinden Elazığ’a bağlanan Pertek, Çemişgezek, Mazgirt, Hozat, Nazimiye ve Erzincan’a bağlı olan Pülümür’de de devletin idari yapısı mevcuttur.
Ayrıca; Türkiye de 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında DİE raporlarına göre hemen tüm köylere dair detaylı nüfus bilgilerinin mevcut olduğu da görülmektedir.
1935 yılında yapılan genel nüfus sayımında da aynı ayrıntıları görmek mümkündür. Genel nüfus bilgilerini bir yana bırakalım Dersimde ki “sakatlar” hakkında bile çok net bilgiler toplayacak kadar Dersim’de olan
Devlet, nasıl oluyor da “Dersim’e giremiyor”du?
Çarpıcı bir bilgi aktarmak isterim: 1936 yılında Dersim’de “sakat” nüfus: 350 ‘kör,’ 240 kolu ‘çolak,’ 26 iki kolu ‘çolak,’ 334 bir ayağı ‘topal,’ 85 iki ayağı ‘topal,’131 sağır ve dilsiz, 36 ‘kambur,’ 40 ‘kötürüm,’ 79 müteaddit ‘sakat,’ 31 sair ‘sakat.’
Dersim de ‘sağlam’ nüfusun toplamı: 91.807 kişidir. (Ö. Kemal Ağar. Tunceli Dersim Coğrafyası)
“Dersimliler vergi vermedi” mi?
Elbette vermeyenler vardı. Peki neden? Yokluk yoksulluk nedeniyle mi yoksa “ ben seni tanımıyorum vergi vermeyeceğim” diye mi? Son derece zayıf bir ekonomik güce sahip olan bazı aşiret mensupları geçimini sağlamak için çoğu zaman komşu il, ilçe ve köylere “talan”a gider oradan getirdikleriyle yaşamını sürdürürlerdi. Bazı bölgeler için bir “talan ekonomisi” olduğu da söylenebilir. Bu gerçeklik içinde nasıl vergi verilebilir ki? Kaldı ki sırf vergi vermedi diye bir toplumu, bir kültürü hedef tahtasına koymak ve soykırıma tabi tutmak nasıl meşru ve haklı görülebilir? Aynı dönemde ülkenin başka bölgelerinde vergi vermediler diye katliama uğratılan başka bir topluluk var mıdır? Kaldı ki, Osmanlı tahrir defterleri ( M.Ali Ünal Çemişgesek Sancağı) incelendiğinde vergi oranları görülebilir. Keza Cumhuriyet döneminde de Dersimliler’in önemli oranda vergi verdiklerini 1939 yılından itibaren CHP Tunceli Milletvekili olan C. Sahir Sıla’dan öğreniyoruz. Sözgelimi; “1936-37 yıllarında Tunceli’de belirlenen vergi ile tahsil edilen vergi rakamları birbirine yakındır. Bu rakamlar 1940’lı yıllar da devlet otoritesinin sağlandığı dönemlerle neredeyse aynıdır.” (C. Sahir Sıla. CHP milletvekili. Dersim Raporu)
“Dersimliler okullara karşı” mı çıktılar?
Bu da resmi tarih yalanlarından biridir. Varsayalım ki okula karşı çıktılar. Peki bu bir toplumu yok etmek için gerekçe yapılabilir mi? Kaldı ki, İzzetin Çalışlar; “Osmanlı döneminde 1891 yılında Dersim’de 170 talebeli 6 medrese ve 750 talebeli 9 ilk mektep…” olduğunu yazmaktadır.
‘TÜRK VATANI İÇİNDE BULUNANLARI TÜRK YAPMAK…’
Cumhuriyet döneminde ise; “1935 de Tunceli ili kurulduğu zaman, il genelinde 18 ilk mektep vardır ve talebe sayısı 1.412’dir.
1936 yılından itibaren köylerde bile okullar vardır. Nazimiye, Mazgirt, Türüşmek, Dervişcemal, İncik, Şahsik, Türktanır ve Ovacık’da toplam 8 okul bulunmaktadır ve bu okullarda küçümsenmeyecek oranda kız öğrenciler vardır.” ( İzzettin Çalışlar, Dersim Raporu.)
“Dersimliler askere gitmedi” mi?
Resmi tarih yalanlarından biri de bu konudadır. Osmanlı dönemini bir yana bırakarak yine C. Sahir Sıla’nın konu hakkındaki raporundan aktaralım: “ 930 ve 931 sene zarfında Dersimliler’den askere gidenlerin ve bakaya kalanların adedi:” dedikten sonra Mazgirt, Hozat, Nazimiye, Ovacık ilçelerinden toplam 605 kişinin askere gittiğini, 257 kişinin de “bakaya” kaldığını yazıyor. Ve devamında şöyle bir belirleme yapıyor. “Bu nispet Dersimliler’i vatani vazifelerine alıştırmak için bir asırdan beri başlayan gayretin ve mesainin ancak Cumhuriyet dönemine nasip olduğunu gösterir bir neticedir.” ( C. Sahir Sıla, D. Anadolu’da Top. Müh. Dersim-Sason 1934-1946, sf: 80-81)
Bu rapor, Dersim’de Cumhuriyet döneminde askerlik sorununun esas olarak çözüldüğünü ve “asker vermediler” tezinin de doğru olmadığını gösteriyor. Bu anlattıklarımız Cumhuriyet Devleti’nin, dolayısıyla resmi tarihçilerin Tertele soykırımı meşru göstermek için geliştirdiği, “Dersim isyanı” tezinin başlıca gerekçeleridir. Oysa açığa çıkan belgeler, sözlü tarih çalışmaları, belgesel filmler, kitaplar, makaleler “isyan” tezinin tamamen dayanaksız ve yanlış olduğunu açığa çıkarmış durumdadır.
O halde bu katliam, soykırım neden yapıldı?
Bu soruya doğru yanıt verebilmek için öncelikle; Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş felsefesi olan ırka dayalı ulus devlet anlayışının “siyaset belgesi” niteliğindeki “Şark Islahat Planı”na (1925) bakmamızda yarar var. Bu planın özü ve özetini dönemin Başbakanı İsmet İnönü şöyle formüle etmiştir:
“Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” ( Başbakan İsmet İnönü, 1925)
Evet, Türk ırkına (Türk) ve Sünni İslam (Hanefi) inancına tabi olmayan “unsurları kesip atacağız” diyen devletin başta Kürdistan olmak üzere, Anadolu’da, Dersim’de Kızılbaş, Kürt, Zaza, Ermeni, Rum, Süryani vb. unsurları kesip atması için kimsenin isyan etmesine gerek var mı?
Diğer önemli bir nokta ise şudur: Kanımca “Dersim meselesi” sadece bir Cumhuriyet dönemi dolayısıyla uluslaşma sürecinin meselesi değildir. Esas olarak Osmanlı dönemi, dolayısıyla bir İslam ve İslamlaştırma meselesidir…
Şunu da belirtmek isterim; Elbette ezilen her ulusun, her inancın ve ezilen her sınıfın baskıya ve zulme karşı isyan etme hakkı vardır; baskının ve zulmün olduğu yerde isyan etmek meşrudur. Dolayısıyla isyan etse bile yapılan katliam, soykırım meşru görülemez, gösterilemez!
Kâzım Gündoğan *1)
İkinci Görüş
Kazım Gündoğan’ın iddialarına cevaptır
Gündoğan beni, “Dersimliler’i Şafi Kürtlere, Sünni Zazalara, Ermenilere ve Sosyalistlere karşı kışkırtmak ve düşmanlık yaratmak için görevlendirilmiş odaklar ile aynı argümanı kullanmak”la suçluyor. Benim, bahsini ettiği halklara karşı bir tek düşmanca söylemimi veya yazımı gösterebilir mi? Asla… Aksine, Ermenilerin Dersim’deki tarihsel mirasını kabul etmekle beraber, İç Dersim’de özellikle 19’uncu yüzyılda Ermenilerin varlığının azaldığını, aşiret yaşamı ve baskısının Ermenilere İç Dersim’de yaşama şansı pek tanımadığını ve Ermenilerin yerlerini terk etmek zorunda kaldıklarını, kalanların ise mülksüz ve maraba durumuna düştüklerini, 2013 yılında yazdığım “Cumhuriyet Öncesi Dersim’in Sosyoekonomik Yapısı Üzerine Bir İnceleme” başlıklı makalemde detaylıca yazdım.
Kazım Gündoğan (KG), 13 Mayıs 2017 tarihinde, Ahmet Nesin ile Artı TV’de katıldığı Ustura Programı’nda, Dersim’deki Ermeni varlığına ve 1938 katliamına dair şunları söylemişti;
KG: “2007’de gerçekten çok üzüldük ve kişisel olarak ben de Nezahat de (eşi, m.y.) çok etkilendik, bırakın toplumsal tarihimizi, kişisel tarihimizi bile bilmiyor olmanın utancını yaşadık” (04.50 dk)
Ahmet Nesin: “O dönem (1938), Dersim’in ne kadarı Ermeni?” (17.55 dakika)
KG: “Tabii net bir rakam vermek mümkün değil. Devletin bazı belgeleri var, onların hepsine bütünlüklü olarak ulaşmak mümkün olmadı. Parça parça ulaştığımız ve bize fikir veren şeyler var… Hıristiyan olarak yaşayan dokuz on köy var 38’e gelindiğinde. Ama Alevileşmiş, 25-30 köy var. Bu nüfus 1938’e kadar yaklaşık 10 bin civarında bir Ermeni’den bahsedilebilir”
KG, 2014 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde katıldığı “Ermeni Soykırımı: Kavramlar ve Karşılaştırmalı Perspektifler” başlıklı sempozyumda da şöyle demişti:
“1937-38’e gelmeden, Cumhuriyet hükumetinin Dersim meselesi içinde özel bir Hıristiyan Ermeni meselesi olduğuna vurgu yaptık”; “37-38’de ilk bombalanan yerlerden biri, Halbori manastırıdır.”
Eşi Nezahat Hanım ise şunları söylüyordu aynı sempozyumda;
“Ermeni kimliği bilinse de Nazımiye’nin Hakis, Dereova, Mazgirt’in Hozinkeğ, Danaburan, Sorpiyan, Şorda, Çukur, Hozat’ın bazı köyleri… Bunlar genelde Kızılbaşlığa tabi olmuşlardı. ..Açık ya da gizli hâlâ Hıristiyanlığını koruyan Ermeniler açısından da, bunların yaşadığı bölgeler genelde Halbori, Zımeq, Torut, Ekrak, Mameki, Sin gibi -ki 1915’te genelde ulaşılamayan bölgelerdi bunlar- 38’e kadar varlığını devam ettirdiler buralardaki Ermeniler”
KG 2016 yılında çıkardığı “Keşiş’in Torunları” adlı kitabında da aynı köyleri saymaktadır.
Bunun üzerine KG’ye Facebook üzerinden, verdiği 10 bin rakamını neye dayandırdığını sordum.
Verdiği yanıtta bu bilgiyi Hozat mutasarrıfının Koçan aşireti reisine yazdığı(nı iddia ettiği) belgeye dayandırdığını söyledi. “Keşiş’in Torunları” kitabında s.18’de bu belgeden bahsetmektedir. Yazdığına göre belgede şöyle denilmiştir; “Saygı değer Seyit Ağa ve Aşiret Reisleri, niçin kurşundan ya da nikelden yapılmış haça inanan ve yanınızda bulunan 10 bin Ermeni’yi hükumete teslim etmekten kaçınırsınız. Biz ve siz aynı dine mensubuz…”
KG bu alıntıyı, Hovsep Hayreni’den almıştır (Yukarı Fırat Ermenileri kitabı s. 601). Hayreni’nin kitabına baktığımızda ise Hayreni bunu Kasparyan’a dayandırıyor. Kasparyan ise bunu Nişan Akkaşyan’ın sözlü anlatımından aktarmış. Yani ortada belge yok, arşiv kodu yok ve KG aktaran dördüncü kişidir. Olabilir, böyle bir belge olabilir, ama ciddi bir araştırmacı, bu belgeyi arşivlerde arardı, tarihi ile beraber yayınlardı.
Bunun üzerine KG’ye bir eleştiri yazdım. Eleştirim temelde şuydu: Arşivlere girmeden ve bu yazılanları sözlü çalışmalarla da teyit etmeden, sadece bir alıntı üzerine “1937’de Dersim’de on bin Ermeni yaşıyordu” demek bilimsel ve doğru değildir.
Ayrıca bu alıntının gerçek olduğunu, yani böyle bir belge olduğunu kabul etsek dahi, belgenin, 1915 yılında Dersim’e sığınan ama akabinde Erzincan’a geçip Rus bölgesine ve Ermenistan’a giden Ermenileri kastettiğini, bu on bin (!) Ermeni’nin uzun süre Dersim’de yaşamadığını ve yaşayamayacağını, sadece muhacir olabileceklerini de yazdım. (Aşağıda buna dair bir belge sunacağım)
Dolayısıyla doğruluğundan emin olmadığımız bir alıntıya dayanarak “1938’e gelindiğinde Dersim’de ortalama 10 bin Ermeni vardı demek ciddi bir yanlıştır” dediğim için, KG bana karşı haksız ithamlarla dolu ve iftiraya varan bir yazı kaleme aldı. Öncelikle bana karşı ithamlarına cevap vermek durumundayım. Ardından Gündoğan’ın yanlışlarına.
KG 5 Temmuz 2017’de, Gazete Duvar’da bana karşı şu iddiada bulunmuştur:
“Aklını hatta vicdanını devre dışı bırakarak hırsına, öfkesine yenik düşmüş” “benim yaptıklarımı karalamak amaçlı bazı çevrelerce üretilen kara propagandanın bir parçası durumuna düşmüş.”
“Pek çoğu M.Y gibi çocukluğundan beri bu konuları bu denli “kapsamlı” ve “derin” bilen, sanal ortamda yorumlar yapan ve bütün enerjilerini kendi gibi düşünmeyenleri karalamak için kullanan, başka kimlik ve kültürlerden Dersimliler’i düşman ilan eden ve sistemli bir şey üretemedikleri halde üretenleri değersizleştirmek için pusuda bekleyen, o “her şeyin uzmanı” şahsiyetler neredeydi bu güne kadar? Neyi araştırıp gün yüzüne çıkardılar, hangi bilinmeyeni bilinir kıldılar? Hangi konuda bu toplumun ufkunu açacak bilimsel çalışmalar yaptılar? Hangi bilimsel ortamda, hangi sanatsal mevzide, hangi siyasal, hukuksal platforma taşıdılar bu toplumun temel sorunlarını?”
“Ancak ‘akademisyen’ iddiasıyla yazan birinin bu tür argümanları kullanması kabul edilir değildir”
KG beni, “Dersimlileri Şafi Kürtlere, Sünni Zazalara, Ermenilere ve Sosyalistlere karşı kışkırtmak ve düşmanlık yaratmak için görevlendirilmiş odaklar ile aynı argümanı kullanmak”la suçluyor.
Gene KG benim “Tarihçilik böyle mi yapılır? Hayatınızda bir defa arşive gittiniz mi? Nüfus kayıtlarını incelediniz mi? Köylerdeki yaşlılarla konuştunuz mu? Oh ne güzel tarihçilik!..” dememe çok içerlenmiş olmalı ki beni “resmi tarihçi” olmakla suçladığı gibi, kendisinin de epey arşiv ve nüfus kaydı taradığını iddia etmektedir. Ne hikmetse bu arşiv belgelerinden ve nüfus kayıtlarından hiç bir referans vermemektedir. Aslında beni, arşivleri kullandığım için resmi tarihçi olmakla suçlarken, kendisi de “arşiv taradığını” iddia etmekle çelişkiye düşmektedir ama kendisi resmi arşivlerden hiç bir kaynak verememiştir. Hangi arşivler ve hangi nüfus kayıtlarını incelediğini hala merak ediyoruz. Hatırlatmakta yarar görüyorum ki KG’den böyle ciddi bir çalışma zaten beklemiyorum. Zira kendisinin bir lisans diploması dahi yoktur. Ama kendisi “Dersim’i ‘Resmi Tarihçiler’in zihniyetinden kurtarmak” başlığıyla makale yazacak kadar özgüven! sahibidir. Kutlarım doğrusu…
Devamında beni, devletin resmi tarihçisi olmakla suçladığı gibi, sözlü çalışmaları önemsemediğimi (!) de ekliyor ve sözlü çalışmaların öneminden uzun uzadıya bahsediyor: “Resmi ideoloji ve resmi tarihçilik böyle bir şeydir işte… İnsanı kendine, tarihine, değerlerine yabancılaştırır. Hem de “akademisyen” “tarihçi” vb sıfatlarla”..
CEVAP OLARAK:
KG benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, 2007’den sonra Dersim 1938’in iç yüzünü öğrenmiştir (kendi ifadesiyle). Çünkü daha önceki hayatı, benim “maceracı sol” diye nitelendirdiğim ve Dersim gençliğine zarar vermekten başka bir fonksiyonu olmayan sol gruplar içinde geçmiştir. 2007 yılından sonra röportaj yaptığı insanların çoğu ise ya 1938’de çok küçük yaştadır ya da 38’i yaşayanların çocuklarıdır. 38’de yetişkin-evli olan ve olayın aktörü olan, eski aşiret yapısını bilen kişilerin çoğu bu tarihlerde artık hayatta değildir.
MEHMET YILDIRIM NASIL SÖZLÜ ÇALIŞMALAR YAPMIŞTIR?
Henüz lise yıllarında (1990’ların başında) Dersim ağıtlarını yaşlılardan derlemiş ve Mesut Özcan ile beraber bunları kitaplaştırmıştır. Yirmi yaşına kadar köy hayatı içinde ve yaşlıların sohbetleriyle büyümüş, aşiret kavgalarını, aşiretlerin soy silsilelerini, 1938’in sebep ve sonuçlarını en ince detayına kadar araştırmıştır; hem de birinci dereceden aktörlerin ağzından. Munzur dergisinin çeşitli sayılarında, sırf sözlü çalışmalardan hareketle ve hiç resmi belgeleri kullanmadan, onlarca röportaj ve makaleyi yayınlamıştır. KG bu makaleleri okusaydı, sözlü çalışmaların nasıl yapıldığını görecekti. Örneğin toplumun unuttuğu 1916 Dersim isyanını (ki Tertelo Viren denilen olay esasen budur, Ermeni katliamı değil), gün gün detaylarıyla yazmıştır. 1850-1860 yıllarında yaşanan ve 83 kişinin yaşamını yitirdiği Alan-Yusufan-Kudan aşiret kavgasını tüm detaylarıyla yazmıştır. Dersimlilerin Ohi baskınını ve Zegeriye Ağıtının hikayesini yazmıştır. Dersim’in ünlü sevda şairi Şah Haydar’ı yazmıştır. 1936 ve 1937’de Dersim’deki askeri harekât öncesi gelişmeleri gün gün yazmıştır. 1937’de köprüyü yakan kişilerin aileleriyle 1990’larda ve 2000’lerin başında görüşmeler yapmış ve bunları Munzur Dergisi’nde 2004 yılında yayınlamıştır. 1938’in şifrelerini bu yazılarda bulabilirsiniz.
KG’nin beni, sözlü çalışmaları küçümseyen ve “belge fetişizmi” yapan kişi olarak anlatması büyük bir haksızlıktır.
KG, “toplumun ufkunu açacak bilimsel çalışmalar yaptılar mı” diye sormaktadır. “belge fetişizmi” olarak nitelendirdiği arşiv belgelerine dayanarak neler ortaya çıkardım, buna da değineyim.
Osmanlıcayı 2010’da öğrendim ve yıllarca Osmanlı Arşivinde, Dersim’e dair belgeleri inceledim, okudum ve birer kopyasını aldım (yayınlanmadı henüz). İlk defa, Dersim adının Désim’den dönüştüğünü ve “R” harfinin 1847’deki yazım hatasından kaynaklandığını, belgeleriyle ortaya koydum. Daha birçok makaleyi arşiv belgelerine dayanarak yayınladım. Bunların bir kısmı academia.edu’daki sayfamda mevcuttur.
KG beni, “Dersimliler’i Şafi Kürtlere, Sünni Zazalara, Ermenilere ve Sosyalistlere karşı kışkırtmak ve düşmanlık yaratmak için görevlendirilmiş odaklar ile aynı argümanı kullanmak”la suçluyor. Benim, bahsini ettiği halklara karşı bir tek düşmanca söylemimi veya yazımı gösterebilir mi? Asla… Aksine, Ermenilerin Dersim’deki tarihsel mirasını kabul etmekle beraber, İç Dersim’de özellikle 19’uncu yy’de Ermenilerin varlığının azaldığını, aşiret yaşamı ve baskısının Ermenilere İç Dersim’de yaşama şansı pek tanımadığını ve Ermenilerin yerlerini terk etmek zorunda kaldıklarını, kalanların ise mülksüz ve maraba durumuna düştüklerini, 2013 yılında yazdığım “Cumhuriyet Öncesi Dersim’in Sosyoekonomik Yapısı Üzerine Bir İnceleme” başlıklı makalemde detaylıca yazdım. KG, Alevileşmiş (!) köyleri sayarken, Dereova’yı da saymaktadır. Oysa Dereova’da 1938 öncesi Ermeni varlığı olmadığı gibi, Dereova Ermenilerinin ne zaman köylerini terk edip Mazgirt’e yerleştiklerini de bahsi geçen makalemde yazmıştım.
Kısacası, ben Sayın Gündoğan’ı eleştirirken, kendisinin kaç defa Ermenistan’a gittiğini, Ermenilerle kaç projeyi neyin karşılığında yaptığını sorgulamadım. Başkalarının kendisine karşı kullandığı “misyoner” gibi tabirlere de başvurmadım. Yalnızca yazdıkları üzerinden, bilimsel ve objektif olmasını talep ettim. Ama kendisi bana karşı, başkalarının argümanlarıyla “resmi tarihçi”, “belge fetişisti”, “başka halklara düşmanlık” gibi yaftalarla adeta saldırmıştır.
KAZIM GÜNDOĞAN’IN BİLGİ YANLIŞLIKLARI
KG, “Tertele Çeneku” diye bir tabir icat edip literatüre geçirmiştir. Kendisini tebrik ederim! Bu tabir iki açıdan yanlıştır. Birincisi, “Tertele” kelimesi soykırım anlamına gelmemektedir. Bunu bizzat sayın Gündoğan’a da –eski bir video çekimindeki Kıl Köyü’nden yaşlı bir kadının anlatımından örnek vererek- bildirmiştim. Ben “tertele” kelimesinin, soykırım manasına gelmediğini, 2007 yılında yazdım ve Munzur Dergisi’nde de yayınladım. Tertele; kovalayarak geri püskürtme, bir grubu korkutarak kaçırma, hengame, alt üst oluş manasındadır ve elbette içinde yağma, talan, kan ve göz yaşını da barındırmaktadır. Benim konuşmuş olduğum tüm yaşlılarımız, Terteleo Viren (İlk Tertele) tabirini, 1916 isyanı için kullanmaktaydı. Çünkü 1916’da Dersimliler isyan etmişlerdi ve Peri’ye kadar tüm resmi daireleri tahrip etmişlerdi. Ayrıca Sünnilere ait köyleri de yağmalamışlardı. Akabinde Osmanlı ordusu Dersim’e bir hareket düzenledi ve Dersimlileri Haydaran dağlarına püskürttü. Arşiv belgelerinde de yazıldığı şekliyle aşiretleri, tart/tard etti. Tartaklamak kelimesi de bu kökten gelir. Bir yerde isyan bastırılınca, “asiler tard edildi” tabiri kullanılırdı. Bu kelime, Adıyaman, Adana, Sivas, Malatya illerinde de “tartala” şeklinde halk arasında geçmektedir. İsteyen Türk Dil Kurumu’nun 1970’lerin sonunda yaptığı yöresel ağızlar sözlüğüne bakabilir. Kelime asla soykırım manasında değildir. Soykırımı karşılayabilecek olan kelimeler ancak “kokbır” veya “kaf u kok” olabilir. Eğer tertele kelimesi soykırım manasına gelmiş olsaydı, yaşlılarımız Şeyh Sait isyanı için “Tertele Zazawu” demezlerdi. Zira Şeyh Sait isyanında bir soykırım söz konusu değildir. Bu bağlamda, 1937’de Dersim aşiretleri, Terteleo Viren’den yirmi yıl sonra tekrar bölgedeki karakolları basmışlardı ve Mazgirt önlerine kadar gelmişlerdi. Ardından 4 Mayıs kararları ile bölgeye sevk edilen ordular, aşiretleri gerisin geri tekrar Demenan ve Haydaran dağlarına geri püskürttü; yani tard etti. Buna da insanlarımız Terteleo Peen (Son Tertele) dediler. Tabii ki bu ikinci Tertele 1938’de, bazı aşiretler için “tard” etmenin ötesinde, kırımlarla sonuçlandı. İnsanlarımız bu kırım için, “kaf u koké mıleti ard” tabirini kullanıyorlardı. Yoksa Sayın Gündoğan’ın ısrarla vurguladığı gibi Terteleo Viren, Ermeni kırımı için kullanılmıyordu. Bunu ısrarla Ermeni kırımına bağlayanlar Ermeni milliyetçileridir ve 1938’in aslında 1915’in devamı olduğunu iddia ettikleri için tahrifata başvurmaktadırlar. KG de bilerek veya bilmeyerek bunların iddialarına ortak olmaktadır.
Varsayalım ki tertele tabiri soykırım manasında kullanılıyor olsun. Sayılarını bilmediğimiz onlarca (belki yüzlerce) kız çocuğu, subaylar tarafından alınarak götürülmüş diye, “Kızların Soykırımı” tabirini kullanmak doğru bir tabir olur mu? Bunu da okuyucuya bırakıyorum.
KG Ahmet Nesin ile sohbetinde, 25-30 köyün Hristiyan-Ermenilikten Alevileştiğini söylemektedir. Fakat bunlardan da altı-yedi tanesini ancak saymaktadır. Oysa saydığı köylerin bazısında 1938 öncesinde en fazla iki-üç Ermeni ailesi vardı. Örneğin Dereova’da, 1938 öncesi Alevileşmiş kimseyi tespit edemedim. KG, Dereova’da Alevileşen Ermeniler hakkında daha somut bilgiler verirse aydınlanırız. Yukarıda da belirtiğim gibi, hem Antranik’in hatıratında hem de Osmanlı Arşiv belgelerinde, Dereova Ermenilerinin (Mirakyanlılar) 1880 öncesinde Mazgirt’e göç ettikleri açıkça görülmektedir. Bunu “Dersim’in Cumhuriyet Öncesindeki Sosyo-Ekonomik Yapısı Üzerine Bir İnceleme” adlı makalemde detaylıca yazdım. Gene KG Hakıs’teki birkaç Ermeni ailesine binaen Hakıs’ı Alevileşmiş köyler arasında saymaktadır. Bu köydeki Ermeni ailelerin varlığı (kendilerini Alevi mi yoksa Hristiyan mı gördüklerini bilemiyorum) herkesçe bilinmektedir. Çukur Köyü’nde ise 1938’de Çukur ağaları katledilirken, iki Ermeni ailesi vardı. Bunlar 1915’te Çukur ağaları tarafından devlete teslim edilmeyen, sünnet edilip isimleri değiştirilen zanaatkar ailelerdi. 1938’de Çukur ağalarının fermanı çıkarılırken, bu Ermeni ailelerin ağalar aleyhinde ifadeler verdikleri de tüm yaşlılarımızca anlatılmaktadır. Bu ailelerin varlığı da tüm aşiret tarafından bilinmektedir. Sırf bu iki aileye istinaden KG Çukur Köyü’nü “Alevileşmiş Ermeni Köyleri” arasına sokmaktadır.
Peki, KG’nin sırf Ermenilerden müteşekkil olduğunu söylediği köyler hangileridir?
Dikkat edilirse bunlar daha çok Hozat’a bağlı köylerdir. Halbori’de, 1938’de en az 250 kişinin katledilerek Munzur suyuna döküldüğü bilinmektedir. Bunların kaçı Ermeni’ydi? KG’ye soracak olursanız bunların büyük kısmı Ermeni’ydi. 1938’den elli yıl önce bölgeyi gezen Antranik’in “Halvori 50-60 haneden oluşan bir Ermeni köyüdür” söyleminden yola çıkarak bunu iddia etmektedir. Oysa aradan 50 yıl geçmiştir. Antranik zamanındaki 50-60 hanenin kaç tanesi Ermeni’ydi? Bilmiyoruz… 1915 sonrası bu köyde kaç aile kalmıştır? Bunu da ancak Alpdoğan’ın raporundan öğrenebiliriz. General Alpdoğan’ın 1936’da yaptığı çalışmaya göre Halbori ve Vank’ta, iki kişi mühtedi (Müslümanlaşmış) olmak üzere toplamda elli kadar Ermeni nüfusu vardı. Bu raporun yakında yayınlanmasını bekliyoruz. KG dönemler arası geçişi ve daha fazla kaynaktan bilgileri teyit etmeye ihtiyaç duymadan, afaki rakamları ekranlarda ve gazete köşelerinde bolca sarf etmektedir. Böyle yaparak açıkça, Dersim kırımını “Ermeni oyunu” üzerinden meşrulaştırmaya çalışan milliyetçilere de bolca malzeme sunmaktadır.
Gene KG’nin adını saydığı Zımek Köyü’ndeki Ermenilere dair bir belgeyi paylaşmak isterim.
Birinci Umum Müfettişliğin 6/9/933 tarihli şifresi suretidir.
İcraat yapılan üç aşiret mıntıkasında yalnız Aşağı Abbas aşiretinin Zımbık Köyü mezralarında müteferrik (dağınık) bir surette on hane Ermeni bulunduğu tespit edilmiş ve bunlardan yedi erkek Hozat’a nakledilmiş ve yedi kadınla dokuz çocuk yerlerinde bırakılmıştır. Ermenilerin köylerden merkezlere nakli evvelce mukarrer (kararlaştırılmış) bulunduğu cihetle, bunların da Elaziz’e nakli mukarrer ise de mahsullerini toplamak için kendilerine izin verilmiştir. Evvelki karar mucibince, vilayetin kazalardan istediği malumata köylerde Ermeni bulunmadığı cevabı gelmiş ise de bu defa sabit olduğu veçhile, eskiden kalmış tek tük Ermeni nüfusuna tesadüf edilmesi, Dersim’in diğer yerlerinde de bulunduğunu göstermektedir. Hozat kazası nüfus kaydına nazaran, fazla Ermeni kaydı vardır. Fakat merkezlere toplama emrinin tatbiki münasebetiyle yapılan tahkikatta bunların evvelce yerlerini terk ederek birçoğunun Suriye’ye gittiği anlaşılmıştır. Bu sefer mesela; Erikan köyünde Ağzunik ve Ancikfel gibi köylerde aranmış ise de bulunamamıştır. Aşiret reislerinin himayesiyle alıkonulanların bir kısmının sanatkar oldukları söylenmektedir. Bu meyanda Seyit Rıza’nın yanında da Ermeni olduğu söyleniyor ise de tespitine imkan bulunamamıştır. Bura Ermenilerinin Dersimlilerden farkı yoktur. Dersim Alevilerinin bu Ermenilere kız verdikleri söyleniyor. Mevcut hakiki miktarın kat’i surette mümkün olmadığını arz ederim Efendim. B.U.Mf. Hilmi
Belgeden şu sonuçları çıkarıyoruz;
1- Devlet Ermenileri sıkı takip altında tutmuş ve vilayet merkezlerinde ikametlerini mecbur kılmıştır.
2- İç Dersim’de sayıları tespit edilemeyen ve ağaların himaye ettiği bir Ermeni nüfus vardır.
3- Ama bunların sayıları fazla değildir. KG’nin dediği gibi Erikan, Ağzunik v.s. Ermeni köyleri değildir artık. Ermeniler artık buralarda bulunmamaktadır.
4-Seyit Rıza’nın köyünde Ermeni yoktur, ki sözlü çalışmalarımız da bunu teyit etmektedir.
5- Dersim Alevilerine düşmanlığıyla bilinen Müfettiş Hilmi, belli ki Dersimlileri Ermenilerle bir göstermek için “Alevilerin Ermenilere kız verdikleri söyleniyor” iddiasında bulunmuştur. Oysa çok sayıda yaşlıyla yaptığımız sohbette, Alevilerin Ermenilerden kız aldığı fakat kızlarını Ermenilere vermediği söylenmiştir. Bunun temel nedeni dinen uygun olmamasıdır.
Yukarıdaki belgede, ekinlerini topladıktan sonra Elazığ’a nakillerine karar verilen Ermenilerin, sonra Elazığ’a gönderildiklerini anlıyoruz. Peki Zımeq köyü, nasıl oluyor da KG’nin dediği gibi hala bir Ermeni köyüdür? Gündoğan’a arşivlere girdin mi diye sormamızın sebebi budur.
Müfettiş Hilmi, Ermeni varlığını tam olarak tespit edemese de General Alpdoğan 1936’da mezra mezra aile aile Ermenileri tespit etmiştir. Alpdoğan’ın tespitine göre tüm Tunç Eli vilayetinde 500 civarında Ermeni şahıs vardır. Bu raporun yayınlanmasını ümitle bekliyorum.
Bu 500 kadar Ermeni’nin, 150 kadarının Danzik’te yaşadıkları söylenmektedir (yaşlıların anlatımından hareketle). Danzik Ermenileri ise 1938’de Danzik’in üst tarafındaki Kırklar tepesinin altındaki derede topluca katledilmiştir.
Diğerlerinden on civarında ailenin ise Sin köyünde bulundukları ve bunların da 1938’de ayrıca katledildikleri bilinmektedir. Kırğan Aşiretinden Süleyman Karataş ile yaptığım görüşmede, 1933 öncesinde Sin’de yirmiden fazla Ermeni ailesinin olduğunu ama bunların yarısının, 1933 yılında Seyit Rıza’nın Sin’e yaptığı baskın sonucunda civar mezralara dağıldıklarını ve iki ailenin de kendi köylerine (Askisor) yerleştiklerini anlatmıştı. Bu Ermeniler ya zanaatkar, ya davulcu-zurnacı ya da sürekli kasabaya gidip gelen tüccarlardır. Yani arazi sahibi olan Ermeni yoktur.
İç Dersim’de 8-10 Ermeni köyü vardı demek, Dersim yakın tarihini bilmemektir Çünkü, İç Dersim’de, Tanzimat sonrasında yalnız Ermenilere ait olan hiç bir köy kalmadı. Aşiretler, bu veya şu şekilde Ermenilerin mallarını mülklerini ellerinden aldılar. Ermeniler göç ettiler ve kalanlar ise mülksüz olarak maraba durumuna düştü. 1936’da, Ermenilerin mal ve mülk sahibi oldukları müstakil bir köyleri hiç yoktu.
KG, her ne kadar toplam Ermeni nüfusuna dair bir bilgimiz yoktur dese de, 2016 yılında İsmail Beşikçi Vakfı’nda yaptığı söyleşide, Halbori-Vank köyünde 60-70 hane olduğunu ve bunun büyük çoğunluğunun Ermeni olduğunu iddia etmiştir. Gündoğan’ın iddiasına göre, Halbori’de ortalama 40-50 hane Ermeni vardı (büyük çoğunluk). Oysa bu rakamın gerçekliğini Antranik’e dayanarak kabul etsek bile bu rakamlar 1890’lara ait rakamlardır. Bu tarihten hareketle 1938’de katledilenler için bir tahminde bulunmak ne kadar bilimseldir. Aradan 50 yıl geçmiştir ve 1915 sonrasında yaşanan gelişmeleri dikkate almamaktır.
Peki KG tek dayanağı olan Hayreni’nin kitabındaki ve Hozat Mutasarrıfına ait olduğu rivayet edilen belgedeki on bin rakamının aslı nedir? Aşağıdaki belgeye dikkatinizi çekerim. 2011 yılında Osmanlı Arşivinden almış olduğum belgenin çevirisi şöyledir:
Dahiliye Şifresiyle Mamuretülaziz Vilayetine
Ahval-i hazıranın tevellid ettiği fırsattan istifade ile ihtilale cüret eden Ermenilerin, Dersim ekradının malum olan ahval-i ruhiyesine bil-istinad gerek takib müfrezelerinden firar ve gerekse maksad-ı mahsus-ı ihtilalkaraneleriyle Dersim’e duhule çalışarak Kürdlerin minelkadim meşhud olan çapulculuk ve ihtilalciliklerinden istifadeye şitab ile ahalinin ve ordunun ihtiyacatını tehvin edecek olan mezruat ve mevaşiyi gasba teşebbüs suretiyle fenalık ika’ına çalışacakları varid-i hatır olmakta ve mevsimin de buna müsaid olması iş bu zannı takviye edecek hususattan görülmekte bulunmasıyla beraber, eski Ermeni ihtilalinde de Dere Vank’ı ve sair bu gibi mevkide binlerce Ermeniyi saklamak ve iaşe eylemek gibi ahval malum ve hatta bunların bir birine karşı karabet derecesinde bir münasebet gösterecek kadar laubaliyane hareketleri meşhud-ı acizi olması hasebiyle keyfiyeti, nazar-ı dikkat-i alilerine arz ve re’y-i alileri dahilinde olmak üzere Teşkilat-ı Mahsusaca da ledelhace ittihaz-ı tedabire tevessül edilmek üzere bu babdaki mütalaa-yı alilerinin inba buyrulmasını temenni eylerim. 19 Mayıs 1331 (1 Haziran 1915), Merkez Kumandanı Kaimakam
.
1915 baharında Ermenilerin takibi esnasında binlerce Ermeni’nin kendisini İç Dersim’e attığı bilinmektedir. KG’nin Hayreni’den yaptığı alıntının belgesi ortada olmasa da gerçeği ifade ettiğini kabul edebiliriz. Elbette (şayet belge gerçek ise) sayıların abartılı olması muhtemeldir. Birkaç bin Ermeni’yi, on bin göstererek durumu abartmış olabilir mutasarrıf. Nitekim, kim gelip o hengamede Vank Deresi’ndeki Ermeni’yi saymıştır? Mümkün değildir bu. Devletin Dersim ağalarına birer mektup yazarak bunları içlerinden çıkarmaları ya da teslim etmeleri talebinde bulunduklarına da şüphe yoktur. Üzerinde durmamız gereken soru şudur; bu on bin (ya da birkaç bin) Ermeni, ne kadar Dersim’de kaldı? Sonraki yıllarda ne kadarı gitti ne kadarı kaldı?
KG’yi dinlerseniz, 1915’teki on bin varlığını 1937’ye kadar on bin olarak sürdürdü. Oysa, eğer on bin kaldıysa, bunların 1937’ye kadar en azından 15 bin olması gerekmez mi? Diyelim ki bir kaç yıl kaldılar ve gittiler. O zaman da şu soruyu sormak gerekmez mi; açlık ve sefaletle boğuşan ve iaşe sıkıntısı nedeniyle sürekli birbiriyle çatışan, talan yapan, civar illere yağmaya giden fakir Dersimli, on bin misafiri kaç ay besleyebilir? Mümkün mü? Biraz mantık, biraz muhakeme…
KG, benim kendisine yapmış olduğum “Bunu ne maksatla yapmaktadır? Dersim 38 kırımının, Ermeni kırımının devamı olduğunu mu iddia etmektedir?” yönündeki eleştirime çok alınmıştır. Böyle bir iddiasının olmadığını söylemektedir. Yanıtım şudur:
Eğer, “Devletin genelde bir Dersim sorunu ama özelde de bir Dersimli Hristiyan Ermeniler sorunu vardı” derseniz ve buna paralel olarak 1938’de on bin Ermeni Dersim’de vardı derseniz, bu söylemlerinizle “Dersim 38, 1915’in devamıdır” diyen Ermenilere hizmet etmiş olursunuz. Gene “devlet ilk bombayı S.Rıza’nın evine ve Halbori manastırına attı” diyerek, zihinlerde “Dersim harekatı Ermenilere karşı yapıldı” algısını yaratıyorsunuz. 1937’de uçaklar, Demenan Haydaran ve Abasan aşiretlerine çok sayıda bomba attı. Bu bombaların bir tanesi de (yanlışlıkla) benim köyüme atılmıştır. Halbori’ye atılanın ikinci bomba olduğuna dair KG’nin elinde bir askeri harekat planı mı var? İkinci bombanın benim köyüme (Gömemiş’e) atılan bomba olmadığını nereden biliyor?
Gene Yusuf Halaçoğlu’nun 2009 öncesi söylediği “Kürt Alevilerin bir kısmı Ermeni’dir” iddiasını sık sık sohbetlerinde kullanıyor KG. Bu “Dersim aslen Ermeni’dir” argümanına su taşıyan bir yalandır ve KG de sürekli bu yalanı işliyor. Oysa Halaçoğlu, 2010-2011 yıllarında TV ekranlarında Dersim tartışmalarına katılırken aynen şunu söylemiştir; “Dersim aşiretlerinin yüzde 90’ı Türkmen’dir”. KG bunu neden işlemiyor da, Halaçoğlu’nun terk ettiği eski iddiasını işliyor? Tabii ki bunların hepsi algıları yönetmeye yönelik söylemlerdi; “Dersim 38, 1915’in devamıydı” algısını. Oysa Dersim 1937-38’in Ermenilerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Dersim 38, beş yüz yıllık bir sorunun çözümüydü.
Gene şunu da eklemek isterim ki, KG’nin kitabının başına koyduğu o yıkık ev Halbori manastırı değildir. Önünde duran insanların Ermeni olduğuna dair de bir bilgi yoktur. Onlar Dersimli köylülerdir ve o yapı da bir evdir. Dikkat ederseniz manastırın (kitapta fotosu var) planıyla hiç alakası yoktur.
Son olarak şunu da eleştirmeden geçemeyeceğim: KG sık sık, “Dersim kimin yurdudur?” sorusunu ortaya atmaktadır ve “Dersim, Zazaların, Kürtlerin, Ermenilerin ortak yurdudur” demektedir. Bu iyi niyetli ve kucaklayıcı bir beyan gibi görünmekle beraber Dersimlilerin beyinlerini iğdiş eden bir açıklamadır. Ne demek “Dersim Ermenilerin yurdudur”? Hangi Ermenilerin? Eğer Dersim’de yaşayan (ister Alevi olsun ister Hıristiyan) Ermenileri kastediyorsanız, elbette Dersim tüm Dersim halkının malı ve toprağı olduğu gibi onlarındır da. Eğer yüz yıllarca evvel Dersim’den göç etmiş veya sürülmüş olan ve Ermenistan’da veya başka ülkelerde yaşayan Ermenileri kast ediyorsanız, bunu da açıkça söyleyin; Dersim, Ermenistan’daki Ermenilerin yurdudur deyin. O zaman “Anadolu kimin yurdudur?” sorusunu sormak gerekmez mi? Tarihi bir bant gibi geriye mi saracağız? Ne demek Dersim kimin yurdudur. Elbette kökeni ne olursa olsun, bugün Dersim’de yaşayanlarındır, başkalarının değil. Başka hayaller kurmayınız.
Mehmet Yıldırım *2)
İlgili Bağlantı
*2) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/08/08/kazim-gundoganin-iddialarina-cevaptir/
/sö