Mustafa Sazcı
Gastronomi ve İnanç Etkileşimi Üzerine Bir İnceleme
İnsanlık tarihi kadar eski olan ve bireyin yaşamını sürdürmek için gereksinim duyduğu fiziksel ihtiyaçlarının başında yeme-içme gelmektedir. Zamana ve ortama bağlı baskın kültürel karakterlerle lezzet, tat, form ve çeşitleri değişiklik gösterse de bu gereksinim hiçbir zaman yok olmamıştır. İnsanlık tarihi kadar köklü bir geçmişe sahip olan yeme-içme alışkanlığı coğrafya, kültür ve inanç gibi çeşitli faktörlerden de etkilenmiştir.*1
“Din ve mutfak arasındaki etkileşim sadece günümüz toplumlarında ve geniş insan topluluklarında inanılan dinler için değil, aynı zamanda tarihte belli küçük bölgelerde ortaya çıkmış ve ömrü kısa olan inanışlarda da mevcuttur. Birçok eski inanışta ibadetler geniş bölgelerde yapılan toplu eğlencelerde ziyafetler eşliğinde yapılmaktadır. Günümüzde ise birçok din ürün bazlı veya tüketim kalıpları bakımından mutfakları ve gıda tüketimini şekillendirmektedir. İki olgu arasındaki etkileşim konuyla ilgili akademik çalışmaları gerekli kılmaktadır.”*2
İbrahimi Dinler başta olmak üzere birçok inanç inananlarına kimi gıda maddelerini yasaklarken kimi gıda maddelerini ise teşvik etmiştir. Bu yasaklar, mutfağın gelişmesinde her ne kadar olumsuz karşılansa da kimi açıdan gelişiminde önemli katkılar bulundurmaktadır. Örneğin içkinin yasak olduğu İslam coğrafyasında bu durum envai çeşit meşrubatın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Velhasılı bugün bizlerin bu başlık altında kimi bölgelerde /süreklerde rakı/şarap ve ekmek kimi bölgelerde ise su ve ekmek ile yapılan bir yemin ritüeli olan “Dolu İçme” geleneğini inceleyeceğiz.
Alevi İnancında ve Türk İnanç Dünyasında Su
Su, neredeyse tüm inanç ve dinlerde hayatın kaynağı, kutsallığın, fiziksel ve ruhsal arınmanın temel maddesidir. Varoluşunun sırrını çözmeye, yaradanını anlamaya çalışan insan, fiziksel varlığı için de önemli olan suyun etrafında yaşam alanı kurmayı hedeflemiştir.
Türk mitolojisine göre dünya, başlangıçta uçsuz bucaksız, sonsuz sudan ibarettir. Bu sonsuz suyun üzerinde mütemadiyen uçup duran Tanrının konacağı küçücük bir kara parçası bile yoktur (Ögel, 1989: 419- 492). Bu kozmik oluşum, W. Radlof’un derlediği Altay Yaradılış Desdanı’nda şöyle geçer: “Hiçbir şey yok iken Tanrı Kayra Han’la uçsuz bucaksız su (okyanus) vardır. Dalgalanan suyun içinden yaratıcı dişi Tanrı Ak Ana ( Akine) çıkarak Tanrıya, “Yarat” deyip sonra tekrar suya gömülür. Bunun üzerine Tanrı Karahan da kendisine benzer bir varlık yaratarak ona “Kişi” adını verir.” Bu anlatıma göre su, evrenin ilk maddesi olup bütün alem bu okyanus suyundan yaratılmıştır.*3
Alevi-Bektaşi yolunda ise su her ne kadar fiziki bir ihtiyaç olarak değer görse de onun arıtıcı özelliği esas benimsenen yanıdır. “Su gibi aziz (ari) olasın.” sözleri de bu nedenle söylenir. Yanı sıra suyun tek kaynağının yağmur olduğuna inanan Alevi/Bektaşi toplumu suyu “rahmet” olarak da adlandırır. Yanı sıra Ab-ı Hayat kaynağı olarak gördükleri Munzur çayı, Hacı Bektaş Dergahındaki Üçler çeşmesi ve Aslanlı Çeşmenin suyu ve yine benzer eren ve evliyaların bulunduğu, nişan bıraktığı yerlerin suları şifalı olarak kabul edilir. Bu nedenle türbeye giden tanıdıklardan su istemek artık gelenek halini almıştır.
Alevi ulularının yerlerini devredecekleri kişileri de su gibi olmasını salık verir. Kirli suyu kimse içmez, kirli su arıtmaz bu nedenle mühim olan yıkanılandan öte onu kirlerinden arındıranlardır.
Ekmeğin Tarihi ve İnançlarda Ekmekle İlgili Ritüeller
Ekmeğin tarihinin günümüzden 8 bin yıl evvel insanların toplamış oldukları hububatı iki taşın arasında kırıp, ufaladığı sonra da bunlara su katıp elde ettiği hamuru yassı bir kaya üzerine yayarak ateşte pişirdiği günlere kadar uzanır. Anadolu Üniversitesi’nden Kazı Heyeti Başkanı Doç. Dr. Ali Umut Türkcan Çatalhöyük’te 2024 yılında yapılan kazı sonucu 8600 yıl öncesine ait ekmek kalıntısı bulduklarını aktardı.
Adem peygamber ile Havva Ananın cennet taamı (yiyeceği) olan buğday*4 tarihin her döneminde varlığını sürdürmüştür. İnanca göre Adem atanın yediği ilk şey buğdaydan yapılmış bir çorbadır yine Adem ile Havva’nın cennetten sürülmesi üzerine Cibril’in Adem ataya öğrettiği ilk şey buğdayı un, unu da ekmek haline getirmek olmuştur. Yine Hristiyanların Paskalya, Ton Psihon (Ölüler Günü) ve Meryem’in Göğe Çıkışı için ceviz, kurutulmuş meyve, baharat ve şeker kaplı haşlanmış buğdaydan oluşan koliva; Ermenilerin Noel’de ve yeni yılda yaptığı bakliyatsız bir aşure olan anuşabur ; Müslümanların ise Kerbela’da İslam Peygamberi Muhammed Mustafa’nın torunu, Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin ile 72 şehidin katledilişine kadar bir çok peygamberin yaşadığı mucizelere*5 şükretmek için yapılan ancak Kerbela’dan sonra ise Kerbela Şehitlerine atfedilen Aşure (Tatlı ve tuzlu olan çeşitleri vardır ve Alevi/Bektaşiler bunu su, şeker ve tuz dahil toplam 12 çeşit ürün ile hazırlar) ; yine Arap Alevilerinin de çoğunlukla yaptığı herise veya çeşitli kutlama ve eğlencelerde yapılan keşkekte kutsallığını bu gibi inançlardan alan yiyeceklerdir.
Neolitik dönemde insanların buğdayı öğütmeyi öğrenmesiyle ekmek de kutsal bir yiyecek haline gelmiş ve yine Yakın Doğu’da tanrılara sunulan en önemli adaklardan olmuştur. Bu geleneği bir ekmek türü olan “niyaz veya ketenin” çeşitli ziyaretlere götürülmesinde gözlemleyebiliyoruz.
Her ne kadar inançların yeme-içme ritüelini etkilediğini söylemiş olsak da kimi gıda maddeleri de inançları etkileyerek çeşitli ritüellerin yeni inançların oluşmasına sebep olmuştur.
Yahudilikte kutlanan Şavuot Bayramı’nın zamanı ekmek yaptıkları buğdayın toplanma zamanına denk gelmektedir ve toplanan buğdaydan yapılan ekmek Tanrıya sunulmaktadır.*6 Yine Fısıh (Pesah) bir diğer adıyla Hamursuz Bayramında da mayasız ekmek tüketilir.
Hristiyanlıkta ise İsa Peygamberin doğduğu yerin Beytüllahim (Ekmek Evi) olarak adlandırılması ekmeğe verilen değerin ilk örneğidir/işaretidir. Aynı zamanda ekmek üç kutsaldan biri olarak sayılır. İncil’de ise İsa’nın “Ben cennetten inmiş olan yaşayan ekmeğim. Her kim bu ekmeği yerse sonsuza kadar yaşayacaktır.”. Bir diğer örneği ise son akşam yemeğinde yapılan şu vurgudur: “Size ilettiğimi ben Rab’den öğrendim. Ele verildiği gece Rab İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve şöyle dedi: “Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın.” Aynı biçimde yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: “Bu kâse kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır. Her içtiğinizde beni anmak için böyle yapın.” Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kâseden her içtiğinizde, Rab’bin gelişine dek Rab’bin ölümünü ilan etmiş olursunuz.”*7
İslamiyette de diğer dinlerde olduğu gibi ekmek hürmet duyulan bir gıda maddesidir. Buna sebep olan şey ise İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in şu hadisleridir: “Kıymetli olan ekmeğe hürmet et!”, “Ekmeğe saygı duyun. Çünkü o yerin ve göğün bereketlerindendir. Kim sofradaki ekmek kırıntılarını yerse günahları bağışlanır.”, “Ekmeğe hürmet ediniz. Ona hürmet edene Allah da ikramda bulunur.”*8
Ekmeğin ve ekmeğe dayalı inançlar ve ritüeller tüm inançlarda farklı bir şekilde var olsa da Anadolu coğrafyası ve dahası Anadolu ve komşu coğrafyalarda varlığını sürdüren Alevi/Bektaşi inancı bu zenginliğin en büyük menbaıdır.
Türk kültüründe doğum yapan kadının baş kıltına ekmek, tuz, bıçak bırakılması. Yenidoğan çocuğun korkmasını engellemek için yastığının altına bir torba içinde ekmek bırakılması. Anadolu’da artık bir gelenek haline gelmiş olan Ramazan ayı boyunca Ramazan pidesi ile iftarların yapılması, bir şey konusunda yemin etmek istendiğinde “Ekmek, Mushaf beni çarpsın/kör etsin ki” diye yemin edilmesi. Yeminin bozulacağı zaman yemin eden kişinin başında ekmeğin parçalanması ve kurdun kuşun önüne verilmesi vb. birçok husus buna örnek verilebilir.
Alevi/Bektaşi inancında da tüm diğer topluluklarda da olduğu gibi ekmek hem batînen hem de zahiren kutsaldır. Alevi uluları ekmeği insana benzetir ve şöyle anlatırlar: Ekmek yapılırken anabacılar hamurdan bir parça koparıp çocukların eline verir, onunla oyalanıp işlerine karışmasınlar diye ama o ekmek ocağa/ateşe girip piştikten sonra bir kırıntısı dahi yerde görülse öpüp başa koyup yüksek bir yere kaldırılır. İşte insanda böyledir bir pirin ocağında pişerse cemaliyle, kemaliyle insan olur.” . Zahir de ise ekmeğin hikmetini emeğin, alınterinin en kutsal şey olduğuna inanan Alevi uluları şu söz ile anlatır: “Ekmek dört kitaptan üstündür.”, “amma bilene” diye de eklerler.
Alevi-Bektaşi inancında kanlı kurbanın yanı sıra kansız kurban olarak adlandırılan yiyeceklerin arasında en çok bilineni daha çok Doğu Anadolu’da günümüzde ise her bölgede var olan “Niyaz ve Kete’dir”. Niyaz başta dağ, tepe, ırmak orman kenarlarında bulunan Hızır ziyaretleri olmak üzere çeşitli makam, ziyaret ve türbelere götürülen bir tür ekmektir.
Velhasılı ekmeğin kutsallığı diğer inançlarda olduğu gibi Alevi/Bektaşilerde de fazlasıyla vardır.
Bir Yemin Türü Olan Dolu İçme Erkânı/Geleneği
Alevi/Bektaşi inancı içerisinde bir kolda Abdalan sürektir bu süreğin baştemsilcisi olan Rum Abdalları ve onların ardılları olan bir takım ocaklar bu süreğin sürmesini ve hatta bugüne kadar gelmesini sağlamıştır. Bu ocaklar Erdebil Dergâhına bağlı olarak târık denilen tılsımlı asalar ile hizmet yürüten İmam Zeynelabidin, Kızıldeli, Karayağmur, Tozluoğulları gibi ocaklardır. Bunların içerisinde Pirlik ve Rehberlik hizmeti kendi içinde olan Kızıldeli ocağı başlığımızda belirttiğimiz konuyu inceleyeceğimiz ocaktır.
Dolu kelimesi TDK tarafından “İçki doldurulmuş bardak.” olarak tanımlanmaktadır. Bektaşi süreğinde “Akyazılı” olarak adlandırılan ve Balım Sultan muhabbetlerinde alınan rakıya da dolu kavramı kullanılmaktadır. Yanı sıra dem ve bade kavramları ile birlikte kullanılan dolu kavramı Pirlerin dilinden dökülen hikmetler içinde kullanılmaktadır. Peki dolu içme geleneği nedir?
Alevi toplumu, inançları varolduğu andan itibaren varolan müşküllerini kendi içinden dar-didar gözeterek çözmüş çok yakın bir tarihe kadar da ne modern devletin mahkemelerine ne de Osmanlı’nın kadılarına kendi iç sorunlarını götürmemişlerdir. Velhasılı bu sorunlar o dönem taliplerinden sorumlu olan ocakzade Rehber, Pir ve Mürşitler tarafından çözülmüştür.
Peki teknolojinin hızla ilerlediği bu dönemde bile tanık, delil bulmakta zorlanılıyor. O dönemde kanıt, delil gerektiren müşküllerde bu nasıl görülüyordu?
Evet dedelerin kesin bir yargıya varması zaman alır çünkü Hakk’ın terazisi şaşmamalı dolayısıyla emin olunmadan hüküm verilmemeli çünkü Alevilerde büyük hatalardan biride “Karamet” (iftira atma, suç isnad etme.) atmadır. Dedenin haklıyı-haksızı seçemediği durumda ise yolun mistik/ezoterik yönü ortaya çıkıyor ve dolu içme erkânı başlıyor.
Bu erkân en kısa tabiri ile bir bardak suya ve bir parça ekmeğe verilen yemindir ancak diğer yeminlerde olduğu gibi yeminden geri dönüş yoktur.
Erkân, peyiğin veya sofuların ehl-i kamil kişileri erkânın görüleceği yere daveti ile başlar, bu erkanın öncesinde yapılacak yerin önünde ateş yakılır ateş köze durunca sac ile cemaatin toplandığı yere getirilir ve erkânn dedenin (Rehber, Pir veya Mürşit) katılımı ile başlar. Erkânı yürütecek olan dede sacı meydanın ortasından kendine taraf getirilmesini ister ardından kapının önünde bekleyen davacıları ünler (çağırır). Sırası ile taraflar tekrardan dinlenir ve dede buyurur “Ey cemaat, ey talipler meydanda bir müşkül var. Bilirsiniz ki yolumuz kıldan ince kılıçtan keskindir. Demirden leblebidir, ateşten gömlektir giyemezsin. Hele de bu Hakk Muhammed Ali postuna oturan dede için daha da zordur. Ey talipler biz sizi, sizi de özünüze bıraktık bilirsiniz ki bu doluyu haksız yere içenin derdine derman, yarasına melhem bulunmaz. Dolu içenin yanı sıra bu mübareğin çıngısı haklı ilen haksızı bilip de susanı da bulur. Beni dinlerseniz varın gidin biraz daha düşünün haksız olan bu köz sönene kadar bana gelip durumu anlatsın. Erenlerin himmetiylen çözeriz evelallah. Allah Eyvallah mı canlar?”
Eğer müşkülü olanlar Allah eyvallah derse bir gün düşünmeleri için zaman verilir ve ertesi gün baştan süreç başlatılır. Eğer ki“Muhammed Ali’nin erkânı yürüsün dedem” derlerse erkân kaldığı yerden devam eder ve dede dolu içirmeye başlar. Dolu kimi yörelerde çay bardağının altına kadar doldurulan rakı, kimi bölgelerde ise yarım çay bardağı su ile bir parça ekmektir.
Doluyu herkese dede sunar ve herkes kendisi için içer ve yer, ekmeği yiyip suyu içtikten sonra ise dedenin söylediği şu cümleleri tekrarlarlar:
“Eğer bu hatayı ben işlemediysem (bunun içeriği görülen meseleye göre değişiklik gösterir.) bu içtiğim su ab-ı hayat bu yediğim ekmekte Adem atanın cennet taamı olsun. Eğer ki bu hatayı ben işlediysem içtiğim bu su İmam Hüseyn’in kanı, yediğim bu ekmekte İmam Hüseyn’in, Celal Abbas’ın eti olsun. Dedenin ceddi Kızıldeli canıma karim (hasım) olsun, Kızıldeli’nin oku sol böğrümden vursun.” der.
Daha sonra bu meydanda olanlar sır edilir köz dışarıya bırakılır. İnanç o dur ki haksınız kim olduğu en kısa zamanda ortaya çıkar. Bu yemini eden kişi en kötü bir şekilde canından olur çünkü bugüne kadar Ali evladına talip olanların, yerdeki yer meleklerin, gökteki gök meleklerinin laneti onun üzerine olur.
Tabii bazı durumlar da dolu içmek zorunda kalan kişiler, dolu içmekten korktukları için suçunu itiraf eder razılık alır meydanda cezasını çektikten sonra paklanır. Bu da toplumdaki rızalaşmanın sağlanmasındaki en büyük araçlardan biri haline gelir. Tabii bu erkân hakkında hala bölgede birçok anlatı hala sürmektedir. Bunlardan birini kısaca anlatalım:
“Kızıldeli Ocağı evlatlarından Şıh Mahmut Baba’nın oğlu Aşık Ali Dede bir gün Osmaniye’de hanesinde otururken henüz daha yeni evlenmiş bir çift altınları çalınınca dedenin yanına gelirler. Başından geçenleri anlattıktan sonra dedeye “Dede, dede eğer ceddinde keramet varsa bu meseleyi çöz.” der. Tabii dede herkesi evinin avlusuna çağırır durumu anlatır ve suçlunun sabaha kadar gelip dedenin evinin önündeki tenekenin içine çaldığı şeyi bırakmasını ve kendini tanıyacağı bir emanet bırakmasını ister ve sabaha kadar bekler. Sabah gider bakar ki hiçbir şey yok. Şüphelendikleri kişilere ve yörenin kamillerine peyik (haberci) gönderir çocuklarına da evinin önünde ateş yaktırır. Herkes meydanda yerini aldıktan sonra Ali Dede nasihatta bulunur, “elleriyle koymadıklarını almamalarını, gözüyle görmediklerini söylememelerini, kulağıyla duymadıklarına duydum dememelerini” söyler ve ardından erkâna geçer. Meydanda bulunan herkes “Eğer ben çalmadıysam bu içtiğim su ab-ı hayat bu yediğim ekmekte Adem atanın cennet taamı olsun. Eğer ki ben hırkızlık yapığ çaldıysam içtiğim bu su İmam Hüseyn’in kanı, yediğim bu ekmekte İmam Hüseyn’in, Celal Abbas’ın eti olsun. Dedenin ceddi Kızıldeli, Mahmut Baba canıma karim (hasım) olsun, Kızıldeli’nin oku sol böğrümden vursun” diyerek içer ve ekmeği yer. Ancak içlerinde olan Zöhre doluyu içerken ekmeği yerken korkarak, çekinerek yer. Neyse erkanın bitmesinden sonra aradan üç gün geçer. Bu Zöhre eşeğine yükünü yükler yenidoğmuş olan çocuğunuda sırtına sarar gecenin behrinde (vaktinde) tren yolundan öyle karşı köye gider. Tam tren yolunu karşıya geçecekken duraklar kalır, tren gelir eşek ile bitlikte bunu altına alır. Treni süren adamda domuzu ezdik diye umursamaz gider Toprakkale istasyonuna yaklaştığında bakar ki bir yerden çocuk ağlaması sesi geliyor. Neyse istasyona varır bakar ki trenin önünde kancaya kundakta bir bebek takılmış. O zaman anlar birini ezdiğini. Olayın şoku ile köye varan komşuları durumdan herkesi haberdar eder insanlar koşar gider ama Zöhre tanınacak halde değildir. O zaman herkes dolu içmenin ne demek olduğunu anlar.”
Bu olayı anlatan kişi de o kundakdaki bebek olan çok sevgili Fidan halamızdır (Öksüz Kız).
Kısacası dolu içme erkânı bu şekilde yapılmaktadır, bu erkân günümüzde yapılmaktadır ve inanılmaktadır.
Alevilerde aziz kabul edilen su ve dört kitaptan üstün tutulan ekmek üzerine yemin içmek yeminlerin en büyüğü ve en korkulanıdır.
Aşk ile…
*1: https://www.hasascibasiahmetozdemir.com/Sayfalar/1357/Dinlerde-Mutfak-Rituelleri.html
*2: https://www.hasascibasiahmetozdemir.com/Sayfalar/1357/Dinlerde-Mutfak-Rituelleri.html
*4: Edip Harabi’nin Vahdetname adli eseri :
“Âdem ile Havva birlik idiler
Ne güzel bir mekan bulduk dediler
Cennetin içinde buğday yediler
Sürdük bir tarafa puyan eyledik”
*5: 1. Hz. Âdem’in (as) tevbesi Aşûre Günü kabul edilmiştir.
- Hz. Nuh (as) gemisini Cûdi Dağının üzerine Aşûre Günü demirlemiştir.
- Hz. İbrahim ateşten o gün kurtulmuştur.
- Hz. Yakub’un (as), oğlu Hz.Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
- Hz. Yunus (as) balığın karnından Aşûre Günü kurtulmuştur.
- Hz. Eyyûb (as) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.
- Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan Aşûre Günü çıkarılmıştır.
- Allah, Hz. Musa’ya (as) Aşûre Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
- Hz. Davud’un (as) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
- Hz. İsa (as) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
*6: https://www.gzt.com/skyroad/ekmek-nimettirin-tarihi-3578511
Siz de fikrinizi belirtin