Nidâ Haktan
“Vaktâki hicrî sekiz yüz yirminci senenin bir şeb-i yeldâsında, Halep’in dar sokaklarından birinde, elinde bir kandil ile yürüyen bir derviş, Seyyid İmadeddin Nesîmî nâmındaki şairin başsız bedenini buldu. Kanlar içinde yatan bu cesed-i şerifin etrafında ne bir köpek, ne bir karga vardı. Zirâ, rivayet olunur ki o gece bütün mahlûkat, bu facia karşısında suskunluğa bürünmüştü…”
Böyle başlayalım efendim, zira Nesîmî’nin hikâyesi, hakikatin peşinde koşan ve bu uğurda derisinin yüzülmesine razı olan bir ârifin hikâyesidir.
Nesîmî, ki asıl adı Ali İmadeddin olan bu zât-ı muhterem, Bağdat yakınlarındaki Nesim kasabasında dünyaya geldi. Şimdiki rivayetlere göre Seyyid, yani Hazret-i Peygamber’in soyundandı. Lâkin onun asıl soyu, belki de hakikat arayıcılarının kadim silsilesine dayanıyordu.
Gençlik çağlarında devrin en münevver hocalarından dersler aldı. Arapça ve Farsça’yı öyle bir öğrendi ki, üç dilde de şiirler söyleyebilecek kudrete erişti. Lâkin kader onu, Fazlullah Hurûfi ile karşılaştıracaktı. Bu karşılaşma, hem onun düşünce dünyasını değiştirecek, hem de hazin sonunu hazırlayacaktı.
Hurûfilik ki, harflerin sırlarına vâkıf olmayı ve bu sırlar vasıtasıyla hakikate ermeyi vadeden bir tarikti. Fazlullah, harflerin esrarını çözdüğünü iddia ediyor, insanın yüzünde bile Allah’ın ayetlerinin yazılı olduğunu söylüyordu. Nesîmî bu öğretiden öyle etkilendi ki, kendisi de “Ene’l-Hak”, yani “Ben Hakk’ım”, “Ben hakikatim” demeye başladı.
Vaktâki Fazlullah, Timur’un oğlu Miranşah’ın emriyle katledildi, Nesimi artık tek başınaydı. Anadolu’yu, Suriye’yi dolaştı durdu. Her gittiği yerde şiirleriyle insanların gönüllerini fethetti. Öyle şiirler okuyordu ki, hem ârif olanlar anlıyor, hem de avam halkı mest ediyordu:
“Sığmazam derya vü ummâna ben
Taşmışam kevn ü mekândan dışarı”
“…Ve rivâyet olunur ki, o devirlerde şairler sırlarını yedi kat mühür altında saklarlardı. Lâkin Nesîmî hakikati haykırmaktan çekinmedi. Öyle ki, her mısraı bir başka sırrın kapısını açardı…”
Müsaadenizle, Nesîmî’nin düşünce incilerini bu hikâyeye daha derinlemesine serpiştirelim:
Nesîmî, daha gençlik çağlarında iken kaleme aldığı:
“Mende sığar iki cihan, men bu cihâna sığmazam
Gevher-i lâ-mekân menem, kevn ü mekâna sığmazam”
beyitleriyle, insanın zâhirî varlığının ötesinde, sonsuz bir hakikati barındırdığını anlatıyordu. Öyle ki; ona göre insan, iki cihanı içinde barındıran, ama hiçbir mekâna sığmayan bir cevherdi. Bu düşüncesini bir başka şiirinde:
“Arş u ferş ü kâf u nûn mende bulundu cümlesi
Kef ü nûn emrinden oldu cümle eşya ibtidâ”
diyerek açıklıyordu. Yâni, kâinatın yaratılışındaki “kün” (ol) emri bile insanda gizliydi. Bu yüzden insan, kâinatın özü, hulasasıydı.
Vaktâki Fazlullah’la karşılaştı, harflerin sırlarına vâkıf oldu. Her harfin bir rakamı, her rakamın bir mânâsı vardı. “Elif”, Allah’ın birliğini; “be”, varlığın başlangıcını gösteriyordu. İnsan yüzündeki yedi hat (iki kaş, dört kirpik, bir saç) Allah’ın yedi sıfatının tecellisiydi.
Bu yüzden şöyle diyordu:
“Sûretün nakşında her kim görmedi nakkaşını
Vâkıf-ı esrâr u hikmet olmayan nâdândır”
(Kim ki senin suretinde nakkaşı görmedi, o hikmet sırlarına vakıf olmayan cahildir.)
Nesîmî’nin en derin sırlarından biri de aşk idi. Ona göre aşk, insanı hakikate ulaştıran en büyük rehberdi:
“Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”
derken, bütün ilimlerin sadece dedikodu olduğunu, gerçek bilginin ancak aşkla elde edilebileceğini söylüyordu.
Ve yine rivâyet olunur ki, Halep kadısı ona “Sen Tanrılık iddia ediyorsun” dediğinde, Nesîmî şu beyti okumuş:
“Hak Teâlâ’dır sözüm, Hak söylerim ben dâima
Hak menim, Hak mendedir, Hak mendenem, Hak söylerem”
Çünkü o biliyordu ki, hakikat tek idi ve her şey O’nun tecellisiydi. İnsan da bu tecellinin en mükemmel aynasıydı.
Öyle derler ki, derisi yüzülürken yüzü sapsarı kesilen bir seyirciye bakıp:
“Yârin yanağından gayrı her ne var ise yanağında
Yandırır külün savırır, aşk ile pervâneler!”
beytini okurken de aşk yolunda her şey yanıp kül olmalıydı, sadece sevgilinin yanağı kalmalıydı diyecekti.
Nesîmî’nin şiirleri, yüzyıllar sonra bile tasavvuf ehli için bir hazine olmaya devam etti. Çünkü o, hakikatin sırlarını öyle ustaca gizlemişti ki, her okuyan kendi anlayışınca bir mânâ bulurdu. Kimi zâhirî mânâyı görür, kimi bâtınî sırlara ererdi.
Bugün bile onun:
“Ey özünü âdem bilen, gel bulalım kanı vefâ
Kanı hakikat ma’rifet, kanı tarîkat kâmilen?”
mısraları, insanlığa hakikat, marifet ve vefa yolunda bir çağrı olmaya devam ediyor…
Lâkin ulema takımı onu zındıklıkla suçluyordu. Çünkü Nesîmî, insanın ilâhi bir cevher taşıdığını, Tanrı’nın tecellisi olduğunu söylüyordu. Bu düşünceleri yüzünden Halep’te derisi yüzülerek katledildi. Rivayet olunur ki, cellat tam derisini yüzerken Nesimi gülümsemiş ve “Ben bu sırrı çoktan aştım, siz hâlâ deri peşindesiniz” demiş.
Nesîmî’nin felsefesindeki esas derinlik, vahdet-i vücud anlayışında yatıyordu. O, her şeyin Hakk’ın tecellisi olduğuna inanıyor, insanı da bu tecellinin en mükemmel örneği sayıyordu. Ona göre insan, ilâhi sırların hazinesiydi ve her harfin, her sayının, her işaretin bir hikmeti vardı.
Günümüzde Nesîmî’nin önemi, belki de onun cesaretle hakikati haykırmasında yatıyor. O, inancı uğruna ölümü göze alan bir şairdi. Bugün Azerbaycan’da, Türkiye’de, İran’da hâlâ okunuyor, anılıyor. Öyle ki, UNESCO 2019 yılını onun anısına, “Nesîmî Yılı” ilân etti.
Ve rivayet olunur ki, onun derisi yüzülürken akan kanın bir damlası yere düşmüş, o damladan bir gül bitmiş. O gülün rengi kan kırmızısıymış ve kokusu öyle keskinmiş ki, koklayan herkes kendinden geçermiş. Bazıları bu gülün hâlâ Halep’in bir köşesinde bittiğini söyler. Lâkin hakikati seven ve onun peşinden koşanlar bilir ki, o gül her hakikat aşığının kalbinde açmaktadır…
Siz de fikrinizi belirtin