Anadolu’da savaşçı eren olarak tanınan Battal Gazi, Seyit Hüseyin Gazi’nin oğludur. Battal Gazi’nin ismi babasının önüne geçerek destanlaştırıldı. Gerek Hüseyin Gazi, gerekse Battal Gazi’nin tarihsel yaşamıyla ilgili bilgiler, yok denecek kadar azdır. Ancak, araştırmacıların kullandıkları bilgiler daha çok “Battalname” adlı destana dayandırılmaktadır. Destandan çıkartılan bilgilere göre baba oğul Emeviler döneminde yaşamıştır. Hüseyin Gazi ve Battal Gazi “seyyit” olarak bilinir. Seyyitlik İmam Hüseyin soyundan gelenlere verilen unvândır. Seyyitler Emeviler döneminde sürekli asılmış, kesilmiş veyahut da zehirlenerek öldürülmüşlerdir. Kaynakların anlatımına göre Hüseyin Gazi, Malatya’da Emevi halifesinin emrinde yöneticilik yapmaktadır. Ancak, Battal Gazi ve Hüseyin Gazi’nin hem seyyit olup hem de Emevilerde yönetici olması durumu gerçeklerle çelişmektedir.
Bütün kaynakların birleştiği nokta; Battal Gazi’nin ölüm ve doğum tarihleriyle, kökeni hakkında yeterli bilginin olmadığı yönündedir. Tüm bilinenler de “Battalname Destanı”na dayandırılmıştır. Her araştırmacı, her tarihçi kendi cephesinden bir Battal Gazi çıkartsa da, hepsi de nesebinin Hz. Muhammed’e, dolayısıyla Hz. Ali’ye dayandığı yönünde hemfikirdir.
Prof. Dr. Mükremin Halil Yinanç’ın 1940’lı yıllarda Almanya’da bulduğu bir Nesebnâme’de, Battal Gâzi’nin soy kütüğünün Hz. Hüseyin’e ulaştığı görülmektedir. Babasının Malatya emiri Hüseyin Gâzi olduğu ve 680 yılında annesi Saide, eşi Zeynep Hanım ve iki oğlunun kabirlerinin bulunduğu Malatya’da doğduğu kabul edilir. Battal Gâzi’nin asıl isminin, Abdullah Ebu‘l Hüseyin el Entaki isminde bir tarihi kişilik olup el-Battal (kahraman) isminin bir övünç unvanı olarak kendisine verilmiş olduğu rivayet edilmektedir. Taberi gibi bazı tarihçilere göre ise asıl adı Amr ya da Umer olup Antakyalı veya Şamlıdır. Bazıları ise Emevîlerin azatlı kölesi olduğunu, çalışkanlığı ve kahramanlığı sayesinde komutanlığa, hatta Misis şehri valiliğine kadar yükseldiğini kabul eder[1].
Hz. Hüseyin soyundan bir seyit olduğunu bütün kaynaklar yazmasına karşın, seyitlerin hiçbir zaman ve dönemde Emevilerin emrinde komutan ya da vali olmaları düşünülemez bile.
1071 yılına gelinceye kadar Anadolu’nun doğu sınırları Müslümanlarla Bizanslılar arasında sık sık el değiştiren bölgeler olagelmiştir. Özellikle Tarsus-Malatya doğrultusunda çizilecek hattın kuzey ve güneyi büyük ölçüde devamlı mücadele sahası olan bir bölgedir[2].
Hüseyin Gazi ve oğlu Battal Gazi’nin yaşamları daha çok Battal Gazi destanından çıkartılmaktadır. Ve destanın kısa özeti şöyledir:
“Hüseyin Gazi, bir av esnasında Rum beylerinden Mihriyayıl tarafından hile ile öldürülür. Cafer genç bir delikanlı iken babasının katillerini öldürür ve “serasker” olur. Bundan sonra Kayser ordularıyla yapılan iki savaşta Cafer üstün başarılar gösterir ve Malatya beylerinin güvenini kazanır. Kayser, Ahmer komutasındaki bir başka orduyu Malatya üzerine gönderir. Cafer, Ahmer’le yaptığı ferdi mücadeleyi kazanır. Bunun üzerine Ahmer, Müslüman olur. Kendisine Cafer tarafından «Ahmet» ismi verilir. Ahmet de Cafer’e “Battal” ismini verir [3].
Efsaneye göre Seyit Battal Gazi, Abbasi Halifeleri Mutasım ve Vathig zamanında yaşamıştır. Fakat dünyaya geleceği, Hz. Muhammed’e ölümünden önce Cebrail tarafından haber verilmiştir.
7. yy’ın sonundan, 10. yy’ın sonuna dek 300 yıl süren “Bizans-Arap Savaşları” bazı efsane ve destanların doğmasına neden olmuştur. Bunlardan en önemlisi “Seyit Battal Gazi Destanı”dır.
Seyit Battal Gazi Destanı’nın Bizanslılarca uyarlanmış şekli “Digenis Akritas” destanıdır [4].
Halk arasında “Battal Gazi Destanı” diye de anılan hikâyenin kahramanı “Battal Gazi”dir. Bu kişinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen menkıbeler ilk defa Arapça “Zelhimme” adlı kitapta toplanır. Kitabın ilk bölümünde Seyyid Battal Gazi’nin kahramanlıkları, 8. yüzyılda Bizanslılarla yaptığı savaşlar ve İstanbul’u kuşatan Emevî kumandanı Mesleme’nin silâh arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar anlatılır. Bir destan kahramanı olması dolayısıyla, kitabın ikinci bölümünde, o devirde ve daha sonraki devirlerde cereyan eden birçok olay da Battal Gazi’ye mal edilir. Görüldüğü gibi destanın kahramanı Arap cengâveri olmasına rağmen, Türk halkı ona Anadolu gazilerine uygun bir ünvân olmak üzere “Battal Gazi” adını verir.
12. yüzyılda Danişmentliler Devleti’nin gazi hükümdarları da Haçlılar ve Bizanslılara karşı çetin mücadeleler verdikleri için, yaptıkları bu gazâlar halk arasında Emevî-Bizans ve Abbasî-Bizans savaşlarının devamı gibi gösterilmiş ve bu devirde geçen olaylar da Battal Gazi Destanı’na ilâve edilmiştir. Böylece, 12. ve 13. yüzyıllarda Danişmentliler Devleti bünyesinde nesir halinde yazıya geçen “Battalnâme” adındaki Türkçe destan bu şekilde meydana gelir.
Seyitlik, yukarıda da anlatıldığı gibi Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler için kullanılan bir kelimedir. Seyitlik kurumu, Horasan’da tasavvuf okulu pirlerinin ortaya koydukları bir unvandır. Seyitlerin, diğerlerinden ayırt edilmesi için başlarına bağladıkları seyitlik beratları vardır. Bu unvan ve yeşil sarık, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam etmiştir, Türkler Anadolu’ya geldiklerinde kurdukları tekkelerde dedelik (pirlik) görevini, Hz. İmam Hüseyin soyundan gelenler yürüttüler. Bu seyitler tekkelerin sorumlusu, en büyüğü, halk tarafından saygı ve sevgi gören kimselerdi. Seyyit sülalesinden gelenler arasında dedeliğe en bilgili, en yetenekli kişi uygun görülürdü.
Battal Gazi’yi anarken seyyitlikten başlamamız, bu efsanevî kişinin kimliğini net olarak ortaya koymaya yarayacak en iyi ipucudur. Battal Gazi adı gerek diğer Müslüman ülkelerde, gerekse Anadolu’da sıkça bilinen bir isimdir. Battal Gazi adını bilmeyen Türk insanına rastlamamak olası değildir. Battal Gazi’nin tarihi kişiliği, efsane ve destanlara dayandırılmaktadır. Ancak, onun efsanevî kişiliğinden yola çıkarak tarihsel ipuçları da elde etmekteyiz. Battal Gazi adı Emevilere kadar dayandırılmaktadır. Bazı kaynaklar onu 700’lü yıllarda yaşamış bir Arap komutan olarak anlatır.
Oysa Battal Gazi adı, Anadolu‘nun çoğu yerinde özdeşleşmiştir. Örneğin,Malatya’da, Eskişehir’de, Kayseri’de vb. yerlerde birçok türbesi ve bazı yerlerde makamları bulunmaktadır.
Battal Gazi’nin doğum yeri olarak Antakya gösterilmektedir. Kimi kaynaklar ise Şam diye yazmaktadır. Asıl adının Abdullah olduğu, bazen de Cafer olduğu bildirilmektedir. Battal adı yiğitlikle, kahramanlıkla anılması amacıyla söylenegelmiştir.
Battal Gazi destanları onu her ne kadar uzaklara, Arap illerine taşımış olsa da, Battal Gazi’nin gerçeği Anadolu’da saklıdır. Malatya doğumludur.
Selçuklular döneminde yaşadığı net değildir. Onun Bizanslılarla savaşları göz önüne alınırsa, Anadolu’yu yurt edinen Türkerin Anadolu’ya yerleşim zamanlarında büyük yararlılıklar göstermiştir. Kayseri gibi büyük Rum yerleşim merkezi olan bu kentte azımsanmayacak başarıları vardır. Kayseri kalesinin kuşatılması Battal Gazi‘nin yiğit savaşçılarıyla birlikte yürüttükleri bir savaştır.
Alaaddin Keykubat döneminde yaşadığına dair bazı menkıbelerde bulgulara rastlanmaktadır. Anlatılanlar üzerinden bir yargı sağlayacak olursak, Alaaddin Keykubat döneminin sınır komutanlarından birisi olduğu karşımıza çıkıyor. Anadolu’ya yerleşim sırasında ya da daha önceki dönemlerde Bizanslarla çeşitli savaşlar yapmış ve adını duyurmuş, hatta yiğitliğinin yanında bilim adamlığı, dedeliği de göz önüne alınırsa sultanlarla da görüştüğü, en son Eskişehir-Seyitgazi’ye yerleştiği, burada bilimsel çalışmalar yürüttüğü büyük bir ihtimaldir.
Battal Gazi’yle ilgili Selçuklu dönemine ait bir menkıbe özet olarak şöyle anlatıyor: “Sultan Alaaddin Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun bir gün bir rüya görür. Rüyada tasvir gibi güzel, Hamza gibi kuvvetli, Ali gibi heybetli bir yiğit, Ümmühan Hatun’a der ki; “Ey Hatun, ben ol Ali Resul’um. Diyar-ı Rum’u aldım. Kâh karada kâh denizde doksan yıl gazilik ettim. Sonunda Mesihiye kalesinde şehit oldum. Gel beni ziyaret et, üzerime bir türbe yap.” Ümmühan Hatun, rüyasını oğluna anlattı. Alaaddin Keykubat haznedarlarına emirler verdi. Sultan Ümmühan Hatun Mesihiye kalesine vardı. Bey, Ana Sultan’ı karşılamaya varınca Ümmühan Sultan, “Bu kale civarında hiç ziyaretgah var mı?” diye sordu. Bey bilemedi. Sultan, yine rüyasında aynı şeyleri gördü. Rüyasında “O gördüğün kişi benim, Seyyit Battal Gazi’yim, Ali Resul’um, türbemi sen yaptır. Bir mescit, bir de tekke bünyad eyle, alimler ve dervişler getir, vakıf yap.” dedi. Ertesi gün Selçuk ülkesinde ne kadar usta varsa Konya’ya çağrıldı. Türbesi ve tekkesi istediği gibi yapıldı.”[5]
“Anahtarlar kamilen gümüştendir. Bu kapıdan içeri girenin dehşete düşmemesi kabil değildi. Bu mehabetli uzun kabir olup, boyu tam on adımdır. Dört çevresi çırağlar, buhurdan ve gülabdan ve şamdanlarla müzeyyendir.”[6]
Yaşamı efsanelerle dolu olan Battal Gazi’nin yaşamında bulunmadığı ırk kalmamış gibidir. Onu bir kez Arap, bir kez Kürt, Pers ve sonunda da Türk yapmalarına karşın Anadolu’da bulunan eserleri kendisinin kim olduğunu göstermeye yetiyor zaten.
Battal Gazi ile ilgili anlatılan efsanelerin başında “İstanbul’u kuşatan Arap ordularının başında geldiği, bu kuşatmaya katıldığı yararlılıklar gösterdiği, yedi yıllık kuşatma tarihinde herkese örnek olduğu, esirlere davranışları, hastalara şifaları” anlatılır.
İstanbul’u kuşatan ordu Arap- Emevi ordusu olduğuna göre, Battal Gazi’nin adı ve unvanında bulunan seyyitlik mertebesi bu efsaneye ters düşmektedir. Çünkü Emeviler hem Hz. Muhammed, Ali, Hüseyin, hem de Ehlibeyt düşmanıdır. Battal Gazi’nin, düşmanlarının ordusunda yiğitçe çarpışan bir kahraman olması hele hiç düşünülemez. O zaman Anadolu’daki eserleri ve seyitlik makamı tamamıyla uydurmadır. Buna katılmaksa gerçeğe tamamıyla ters düşmektir. Kanımca Emevi saflarında birisi olma olasılığı hiç yoktur. Battal Gazi, daha çok destan kahramanları arasında en başta gelenlerden birisidir. Onunla ilgili eski destanlar ve günümüzde de adına yazılmış birçok destan vardır. Bununla birlikte Hace Bektaş Velâyetnamesinde şöyle bir anlatım vardır:
“Hace Bektaş, Seyyit Gazi’nin mezarını ziyarete niyet etti. Seyyit Gazi’nin mezarı, bir vakitler belersizdi. Sonradan Alaeddin’in anası, rüyasında gördü. Gördüğü yere büyük bir türbe yaptırdı, bu suretle mamur oldu. Hünkâr, yalnızca Sulucakarahöyük’ten yola çıktı. Yapılan türbenin, Seyyit Gazi’nin mezarı üstüne yapılıp yapılmadığı hakkında şüphe edenlerin, artık şüphesi kalmadı. Yolda bir köyde, muhiplerinden birinin evine kondu. O muhip, erenlere teslim oldu. Erenler, onu traş ettiler, kuşak kuşattılar. Giderlerken erenler şahı dedi, bunca nesneye razı değiliz, bize kerem edip armağan verseniz. Hünkâr başından tacını, belinden kemerini, ayağından başparmaklarını çıkarıp verdi, armağanımız olsun buyurdu, yola revan oldu.
Bacı iline varınca gene bir muhip, Hünkâr’a teslim oldu. Hünkâr, onu traş etti, taç giydirdi, derviş etti. O adamın, bir sürü koyunu, bir sürü de kuzusu vardı. Bütün halkı çağırdı. Bir sürü kuzuyu kurban etti. Hünkâr, bu kuzuların birkaçı yeter bize, ne diye hepsini boğazlıyorsun dediyse de o adam, erenler şahı dedi, kuzu da nedir, canım yoluna kurban olsun. Bu hareketi, erenlere hoş geldi, sen dedi, erlik ettin, aşkımıza bir sürü kuzuyu kurban eyledin. Bundan yeğ şu biz de seni ziyana koymayız, o koyuncuları da meleye meleye bırakmayız. Emretti, o kazaların başlarını derilerini karıştırmadılar. Her pişip yenen kuzunun kemiğini, gene kendi derisinin içine koydular, başını, ayağını da derinin içine bıraktılar, hepsini bir damın içine doldurdular, kapıyı kapadılar. Hünkâr, kalkıp iki rik’at namaz kıldı, ellerini kaldırıp dua etti, ellerini yüzüne sürdü, emretti, damın kapısını açtılar. Tam o sırada koyun da gelmiş, sağılmıştı, emişecek yere gelmişti. Kapıyı açar açmaz gördüler ki kazalar, dirilmiş. Çıkıp meleşerek koyunlara vardılar. Halk, bu kerameti görüp Hünkâr ın eline ayağına düştü. O dervişin adını da Kuzukıran koydular, soyuna Kuzukıranoğulları derler.
Hünkâr, Kuzukıran’la vedalaşıp yola revan oldu. Seyyit Gazi’ nın mezarına yaklaştı. Orada bir pınar vardı, adına (ak) pınar derlerdi. Bütün erenleri Hünkâr’ı karşıladılar, hoş geldin, kadem getirdin, gelişin kutlu olsun dediler. Mezar bekleyen zühir erenleri de karşı çıktılar, merhabalaştılar. Hünkar’ı ağırladılar. Hünkâr, mezara gelince orada olan erenlerin niyetini şöyle dir ki “Esselamun aleyküm suyun başı ”Aleykümünselam ilim şehrim!” diye cevap geldi. Derken Hünkâr, kıyısı, ucu olmayan bir deniz oldu. Seyyid’in mezarı, o denizin içinde bir kabak gibi yüzmeye başladı. Sonra gene Hünkâr da, Seyyid’in mezarı da eski haline geldi.
Derken bu sefer Seyyid Gazi’nin mezarı, ucu bucağı görünmeyen bir deniz oldu, Hünkâr, o denizde bir gemi haline geldi, yüzdü, yürüdü. Biraz sonra Hünkâr yiğidin mezarı da gene gerisin geriye eski haline döndü.
Hünkâr, Seyyid’in mezarının kapısında bir taşı ısırdı. O taş, hala orada durur. Bir müddet sonra Hünkâr, oradan kalkıp Sulucakarahöyük’e geldi, devletle karar etti. Fakat tacı, paşmakları, kemerleri, orada kaldı, hâlâ da oradadır”.[7]
Velayetnamede Battal Gazi dergahıyla ilgili geniş bilgiler de bulunmaktadır. Bu konuda Ahmet yaşar Ocak şunları yazmaktadır. ” Velayetname’nin verdiği , Hacıbektaş bu tasavvufu hüvyetini yahut mensubiyetini doğrulayan ikinci önemli ipucu, onun Seyit Battal zaviyesi ile sıkı bağlantısıdır. belirtildiğine göre, Hacı Bektaş,Haydarisiıyle, Torlağıyla, Işığıyle bütün Kalenderi zümreleri gibi, Seyyit Battal Gazi’yi Pir tanımakta ve her yıl Kurban Bayramının müritleriyle birlikte onun zaviyesinde kutlamaktadırler.”[8]
Öyle anlaşılıyor ki; kurban bayramında Hace Bektaş, yol arkadaşı önderleriyle burada toplanıp kutlama yapmaktadır. Bunun nedeni şöyle olmalıdır ki, burada yapılan toplantılarda alınan kararlar tüm tekkelere ulaştırılmaktadır. Aksi halde burada alınmış kararların Anadolu’nun bir ucundan bir ucuna, dolayısıyla Balkanlara kadar uzanan farklı yörelerde aynı kalması sağlanamazdı.
Kaynakça
Gülağ Öz, http://www.huseyingazi.org.tr/m/makale.asp?id=60&seyyit-battal-gazi
[1] Dr.Hayati Bice, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi,. S.123
[2] ŞEKER Mehmet Prof.Dr., Anadolu’nun Türk Vatanı Haline Gelmesi, TüklerAnsiklopedisi 6. Cilt. Sh.270, Ankara,2002
[3] KÖKSAL Hasan Dr., Battalnamelerde Tip ve Motif Yapısı, Kültür Bakanlığı Yayını,1984 Ankara, sh.37
[4] http://www.edebiyatogretmeni.org/
[5] Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları, s.50
[6] age.s.51
[7] Hacı Bektaş Velayetnamesi
[8] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik Kalenderilik, 206-207
/sö