Türkmenistan’ın Hormek Şehri’nden 12 kabile ile beraber gelip Hınsı Mansur Bağın Kalesi denilen şimdiki adı Muhundu Darıkent beldesine yerleşmiştir. Gelen kabileler içerisinde büyük bir çoğunluğu kendi talipleriydi. Rivayete göre Hacı Kureyş ayıya biniyor elinde canlı yılan Baba Mansur’a doğru yürüyor, bunu gören Baba Mansur duvar örüyormuş, duvara biniyor ve duvarı yürütüyor. Hacı Kureyş ben canlıyı yürüttüm, sen cansızı yürüttün deyip elini öpüp ikrar veriyor ve talip oluyor.

Bu ikrarlık 1000 yıldır sürüyor ve sonsuza dek yürüyecektir. Baba Mansur’un Anadolu’ya gelişi 1100’lerin başındadır. Ölüm tarihi ise 1197’dir. Baba Mansur Alevi Kızılbaş geleneğinin yani geleneksel Aleviliğin öncüsüdür. Doğu Anadolu’nun serçeşmesidir. Anadolu Aleviliğinin ana yurdu Dersimdir. Alevilerin büyük çoğunluğu Dersim’den Türkiye’nin her tarafına yayılmışlardır. Baba Mansur Ocağı, Ağuçan Ocağı, Kureyşan Ocağı, Sarı Saltık Ocağı, Derviş Cemal Ocağı, Hıdır Abdal Ocağı (Düşkün Ocağı), Üryan Hızır Ocağı, Munzur Baba gibi pir ocaklarının merkezidir.

Hünkar Hacı Bektaşi Veli, Baba Mansur’dan 100 yıl sonra Anadolu’ya gelmiş ve Batı Anadolu ve Balkanlar’ın serçeşmesi olmuştur. Ağuçan ve Dede Kargın Ocakları Orta Anadolu, Doğu Anadolu’nun bir kısmı, Karadeniz ve Güneydoğu da etkin olmuş mürşit ocaklarıdır.

Geleneksel Aleviliğin 4 adet temel kurumu vardır. Pirlik, rehberlik, mürşitlik ve musahiplik. Bunların dönüştürülmesine asla izin vermeyiz.

Yolumuz Hak Muhammed Ali yoludur. İkrar üzerine kuruludur. 18 bin alemi sevmeyi öngörür. İnsan bu alemin tacıdır. Yolumuz sevgi, hoşgörü, paylaşım yoludur. Çünkü, sevginin olduğu yerde kin, zulüm, sömürü, baskı gibi her türlü insanlık dışı değere yer yoktur. Sevginin olduğu yerde insanlığın en yüce değerleri olan dostluk, kardeşlik ve paylaşım vardır.

Yolumuz eline, beline, aşına, işine, sözüne sahip olmayı öngörür. 72 milleti bir görür. Din, dil, ırk, cinsiyet, renk ve mezhep ayrımı yapmaz. Yolumuz gönül kırmayı, hor görmeyi, insanları küçümsemeyi asla kabul etmez. Kini, nefreti, kibri ve benliği onaylamaz.

Yolumuz rızalık olmadan hiçbir sistemin yürüyemeyeceğini bilir ve savunur. Canların her şeyi rızalık alarak yapmalarını öngörür. Yolumuz zulmün, baskının ve sömürünün karşısında yoksulun, fakirin ve ezilenin yanında yer alır. Hak ve hukuktan ayrılmaz.

Yolumuz savunma hakkı hariç hiçbir şekilde şiddeti benimsemez. İlmin ışığında yürümeyi ilke edinir. Çiğden pişkine, eğriden doğruya, hamdan hasa yükselmeyi öngörür. Yolumuz canlara 4 kapı 40 makamı, 12 hizmeti, 7 farzı ve 3 sünneti öğretip insan-ı kamil yetiştirmeyi öngörür.

Bana bir cümle ile İslam nedir derseniz, yüksek ahlak ve irfandır derim. Bunun da iki temel unsuru vardır, adalet ve paylaşımdır.

Son günlerde kamuoyunda yapılan tartışmalarda İslam ile özgürlüğün bir arada olamayacağını savunanlar mevcuttur. Lakin bu kişilere hatırlatmak isterim ki asırlar boyu kendi içinde çağdaşlıkla İslam dinini kaynaştırmış, ilim ve irfan yolunu kendine misyon edinmiş Alevi İslam anlayışı özgürlük ve İslam’ın bir arada yaşayabileceğini kanıtlamıştır. Hatta laikliği İmam Caferi Sadık’tan itibaren uygulamıştır. 751 yılında Horasanlı Ebu Müslüm Emevi Devletini yıkıp yerine bir devlet kurmak istediğinde ilk önce akla Hz. Muhammed’in Ehlibeyti’nin soyundan gelmekte olan İmam Caferi Sadık’a müracaat eder (İmam Caferi Sadık İslam içtihadını içeren ve kaynağını Kuran’ı Kerim’den alan İslam’ın el kitabı Buyruk isimli eseri kaleme almıştır.) İmam Caferi Sadık şöyle cevap verdi: büyük dedem Hz. Muhammed ahir zaman peygamberi idi. Cenab-ı Allah Kendisine Kuran’ı Kerimi gönderdi. Ümmetinin içinden bir kısım insanlar buna rağmen kendisine her türlü cefayı çektirdiler. Kendisinden sonra halife olarak dedem Hz. Ali’yi tayin etmesine rağmen bu insanlar ilahi emri dinlemediler. Daha sonra dedem İmam Ali halife oldu. Buna rağmen itaat etmeyenler oldu. Çok kan döküldü. Dedem İmam Ali şehit edildi. Dedem İmam Hasan yerine geldiğinde yine aynı dava devam etti. Onu da Süfyan oğulları zehirleyerek şehit ettiler. Zamanın bir kısım müşrikleri dedem imam Hüseyin’e kendilerini Emevi zulmünden kurtarmak için defalarca müracaat ettiler. Dedem İmam Hüseyin’i Kerbela’da susuz şehit ettiler. Dedem İmam Zeynel Abidin çıplak develere bindirilerek susuz çöllerde aile efradımız ile birlikte çok cefalara maruz bırakıldı. Dedem İmam Muhammed Bakır yine aynı şekilde zehirletilerek şehit edildi. İslam dinini ve Kuran’ı koruyan ceddimize karşı zulüm ve katliamlarını reva gördüler. Bütün bunların nedeni dünya malına ve onun saltanatına sonsuz ihtiras ve hırsları sebep oldu. Bedelini tüm insanlık alemi ve İslam dünyası ödedi ve bu acı devam ediyor. Bu vesile ile ben bir insan olarak daha fazla acı çekilmesini ve bedel ödenmesini reva görmüyorum. Dünya işleri ile inanç işlerini ayırmak lazım gelir. Ben ve aile efradım kendimize Hakk’a ikrar ve hizmet yolunu tercih ettik. Siz başka uygun insanı bu işe halife olarak tayin ediniz.

Görüldüğü gibi İmam Caferi Sadık kendisine sunulan halifelik makamını nazik bir dille reddetmiş ve kaynak olarak Kuran’ı Kerimi esas alarak kendisini din hizmetlerine adayan büyük bir imam ve ulemadır. İmam Hanefi, İmam Şafii, İmam Hanbeli ve İmam Maliki dahi olmak üzere zamanın alimleri, din ulemaları İmam Caferi Sadık’a gönülden bağlı ve onun talebeleridir. İmam Caferi Sadık’a ve İslam dinine karşı yanlışlıklar yapmaya zorlanmalarına rağmen buna uymadıkları için bu uğurda Abbasi halifeleri tarafından işkence ile katledilmişlerdir. Laikliğin temeli burada atılmıştır.

Ehlibeyte yapılan kırım ve katliamlar Selçuklular ve Osmanlı döneminde de devam edilmiş günümüze kadar gelmiştir. Cumhuriyet döneminde Dersim, Maraş, Çorum, Sivas katliamları ve Gazimahallesi olayları dahil tüm katliamları şiddetle kınıyorum.

Alevilerin haklı demokratik talepleri;

1.Cemevlerinin yasal statüye kavuşması,

2.Okullarda Aleviliğin öğretilmesi,

3.Bütçeden Alevilere pay ayrılması,

4.Alevilik enstitülerinin kurulması.

DERNEĞİN KURULUŞ AMACI

Dernek 52 kurucu üyenin müracaatı ile 16 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Kuruluş gerekçesi Alevi İslam anlayışını inanç ve ibadet öğretisini ve bu öğretiyi tüm zamanlarda yaşamış ve bu zamana kadar taşımış ocakları, seyitleri, dedeleri diğer boyutları ile araştırmak, tanıtmak, öğretmek, yaşatmak farklı inancı, düşünceyi kültürü insan ve toplumlar arasında barış, dayanışma ve hoşgörünün geliştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla kurulmuştur.

Ocak geleneğinin kent koşullarında uygun yeniden organize olması, mensuplarının bu geleneğe uygun davranış sergilemeleri için tedbirler alması kurumlaşması ile mümkündür. Geleneksel Aleviliği yaşatmak kurumlarıyla yeniden tesis etmek, en kısa zamanda vakıflaşmak, Baba Mansur’a ait bir cemevi yapmak burada seyit evlatlarını eğitmek dede ve zakir yetiştirmek. Baba Mansur Ocağı’nın merkezi olan Muhundu’daki dergahı yapmak, Baba Mansur evlatlarının yoğun bir şekilde yaşadığı Ankara, İstanbul, İzmir ile Avrupa’da şube açmak.

Bu konuda siyasi parti temsilcilerinden, belediye başkanlarından, iş adamlarından, Baba Mansur evlatlarından ve tüm alevi camiasından destek ve katkı bekliyorum. En büyük yatırımın insana yapılan yatırım olduğuna inanıyorum. Bizim elbirliği ile önce inanç anlamında birliktelik sağlamamız, gençlerimiz için öğrenci yurtları, öğrenci bursları, meslek edindirme kursları açmamız, ülkemiz insanlarını aydınlatmamız ve ülkemize katkı sağlamamız gerekmektedir.

Aleviler inanç anlamında çatı birleşmesi mürşit ocaklarının eşitlik temelinde bir araya gelmesiyle sağlanacağına inanıyoruz. Baba Mansur Ocağı olarak bunun başarılması için elimizden geleni yapacağız.

-Belgeler, Soy Ağaçları, Araştırmalar

Baba Mansur’la ilgili bu güne kadar elimize geçen her hangi bir yazılı tarihsel kayıt ve doküman bulunmamaktadır. Bu tür yazılı belgeler var ise de, tarih boyunca tahrip edildiği veya kaybedildiği tahmin edilmektedir. Günümüze ulaşanlar ise bazı kimselerce saklandığı veya açığa çıkarılmadığı sanılmaktadır. Baba Mansur ve evlatlarının geçmiş yaşamları ve tarihsel süreci, sözlü olarak dilden dile aktarılan menakıplardan ibarettir.

Baba Mansur ve evlatlarıyla ilgili yazılı şecere, berat, hüccet, hilafetname, ziyaretname, icazetname, vakıf senetleri gibi belgelerle, bir çok tarik’in (evliyanın) da olduğu anlatıla gelmektedir. Ancak bunların kimlerde olduğu, nerede ve nasıl muhafaza edildikleri konusunda, somut ve net bir bilgi elimizde mevcut değildir.Tespit edebildiklerimi aşağıda sizlere sunacağım. Baba Mansur ve evlatlarının yaşadıkları Anadolu’nun bir çok yerinde tekke, türbe, hewş dediğimiz mezarlık, ziyaretgah, nişangah ve çeşmeler bulunmaktadır. Keramet ve mucizatlarının da yaşandığı bir çok tarihi yer ve mekanlar da bulunmaktadır.

-Baba Mansur evlatlarının elindeki soy şecereleri berat ve tarikler

Yüzyıllar boyunca Baba Mansur soy şeceresi ve beratlarından bahsedilmektedir. Bu şecere ve beratların Şöbek köyünde Seyid Cafer evlatlarından merhum Seyid Düzgün Cevahir dedenin evinde olduğu söylenmekteydi. Vefatından sonra kardeşi Seyid Ali Kamer Cevahir dedeye geçtiği ve şimdi de oğlu Seyid Özgür Cevahir tarafından muhafaza edildiği söylenmektedir.

Bu şecere ile ilgili Seyid Özgür Cevahir’le bir çok telefon görüşmeleri yapıldı ve dernekçe Denizli’ye gidilerek yüz yüze görüşüldü. Soy şeceresinin kendileri tarafından güvenli bir şekilde muhafaza edildiğini teyit ettiler. Şecerenin aslının kendilerinde kalmak üzere birer kopyasının usulünce verilmesi talep edildi. Ancak somut bir sonuç alınamadı. Fakat bu konuya bizim gibi olumlu yaklaştıklarını, Türkçeye çevrilmesi hususunda bir çaba içinde olacaklarını, yapılacak böyle bir çalışmadan öncelikle bizi haberdar edeceklerini belirttiler. Baba Mansur evlatları olarak kendilerinden bu belgelerin bir an evvel Türkçeye çevrilmesini önemle beklemekteyiz. Bunu yapmamaları halinde aslı kendilerinde kalmak üzere birer suretinin komisyonumuza verilmesini talep etmekteyiz.Cevahir ailesinin bu konuda gerekli hassasiyeti göstereceğini, bu çalışmanın bir an önce başlaması hem kendi ailesi hem de Baba Mansur Ocağı için çok önemli bir adım olacağı bilincindedir.

-Diğer Tarihi Belgeler

Tarihi soy şeceresi :Tercan’da Seyid Veli evlatlarından Seyid Mahmut’ta bir şerenin olduğu söylenmektedir.Bu şecerede Bizans Kıralının da tasdiki olduğu söylenmektedir. Kendisiyle iletişim kurulmaya çalışılmaktadır.

Tarihi soy şeceresi: Muhundu Seyid Kasım evlatlarından Esikanlarda Kışan seyidleri şeceresi olduğu söylenmektedir.Bu şecere ile ilgili de henüz net sonuca ulaşılamadı.

Tarihi kitap ve belgeler:Zara Culfaali köyünde Keko’ye Rayberlerden Seyid Veyis evlatlarında tarihi kitap ve belgelerin varlığından bahsedilmektedir.Bu belgelerle ilgili de diyalog kurulmaya çalışılmaktadır.

Buyruk :Kupik Seyid Ali’ye Seyid Nuri evlatlarından Seyid Haydar torunlarında bir Buyruğu Enbiya olduğu tespit edildi. Bu kitap Seyid Kekil oğlu Seyid Paşa Doğan’dan istenerek incelendi birer kopyası alınarak aslı sahibine geri verildi.Bu kitabın el yazması eski tarihli bir Şeyh Safi buyruğu olduğu ve diğer nüshalarından fazla bir farkı olmadığı tespit edildi.

Tarik :Gersunut’ta Seyid Şahverdi evlatlarında.

Tarik :Muhundu’da Seyid Kasım evlatlarında Mokanlar’da.

Tarik :Diyar Komu’nda Seyid Mahmut Kolu Seyid Musa evlatlarında.

Tarik :Karer Darabi Kur Hüseyin Tekkesinde Seyid Mehmet evlatlarında.

Tarik :Karer Sağyan Seydali’ye Kal Tekkesinde Seyid Hüseyin evlatlarında.

Bu tariklerle ilgili menakıp bilgiler toplanmaya devam edilecektir. Bunların dışında da bir çok tarihi belge ve tarik’in olduğu tahmin edilmektedir. Araştırmalarımız devam etmektedir.

-Kerbela’daki Nakibül eşraf kayıtları

Irak’taki Tekkelerde de Ocak ve seyidlere ait şecere ve kayıtlar bulunmaktadır. Bu tekkelerin bir kısmının Osmanlıdan önce kurulduğu söylenmektedir. Baba Mansur veya evlatlarıyla ilgili bilgiler bu Nakib-ül eşraf kayıtlarında mevcut olabilir. Irak’taki Tekkelerin adları ve bulunduğu şehirler şöyledir;

Kerbela’da İmam Hüseyin Tekkesi, Necef’te Hz.Ali Tekkesi, Kazımıye’de İmam Musa-i Kazım Tekkesi, Samerra’da İmam Hasan-ül Askeri Tekkesi, Bağdat’ta Gürgür Baba Tekkesi, Hızır İlyas tekkesi ve Şahin Baba tekkesi faaliyet göstermektedir. Ayrıca Kerkük’de 15 tekkenin olduğu fakat faaliyet göstermedikleri söylenmektedir. Kerbela’daki tekke 500 yıl önce Sadık Dede adında bir Bektaşi dedesi tarafından kurulmuş, Fuzuli’de bu dedeye bağlanarak kırk yıl bu dergaha ve Necef dergahına çerağcılık yaptığı anlatılmaktadır. Necef Tekkesine 1826 sonrasında Abdülmecit döneminde Süküti Baba adında bir Bektaşi babası Posnişilik yapmış, ölümünden sonra Bağdat valisi Tekkeyi bir Hintlinin idaresine vermiştir. Kerbela Nakibül eşrafların yanında seyid ve dede ve tekkeye bağlı görevli dervişler tarafından ziyaretname, hilafetname, İcazetname, Seyidlik şeceresi tasdik ettikleri bilinmektedir.

-Hacı Bektaş Dergahındaki kayıtlar

Hacı Bektaş Tekkesinde Ocaklara ait Nakübül Eşraf kayıtlarına benzer kayıtların tutulduğu bir gerçektir. Bu tekkede de hilafetname, İcazetname ve seyid şecerelerinin de tasdik ettirildiği bilinmektedir. Kuruluşundan itibaren çok önemli tarihi kaynak ve şecerelerin muhafaza edildiği, hatta Erdebil Tekkesinden de buraya çok önemli kaynak ve belgelerin aktarıldığı anlatılmaktadır. Ancak bu zengin arşiv, geçen tarihi süreçler içerisinde yağmalanmış ve yok edilmiştir. Bu yağmalanan eserlerin ve tarihi kaynakların kimlerin eline geçtiği nerede olduğu bilinmemektedir.

– Osmanlı Arşivindeki kayıtlar

Osmanlı arşivlerinde Alevi Ocak, aşiret ve oymakları ile ilgili çok önemli tarihi kaynakların olabileceği tahmin edilmektedir.

-Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivlerindeki Nakibül Eşraf kayıtları

Ocaklar ile ilgili Naküb-ül eşraf kayıtları burada muhafaza edilmektedir. Nakibül eşraflar, Seyyid-i Saadat Evlad-ı Resule mensup olanların kayıtlarını tutan devletçe yetkili kılınmış kişilerdir. Baba Mansur ocağı ile ilgili kayıtların burada da olduğu tahmin edilmektedir.

-Vakıflar ve Genel Kurmay Arşivlerindeki belgeler

Ocaklarla ilgili tarihi kaynak ve şecerelerin bu arşivlerde de olma olasılığı vardır.

TARİHİ BELGELER, SOY AĞAÇLARI VE ARAŞTIRMALAR HAKKINDA YAZILANLAR

Araştırmacılar yazdıkları kitap ve makalelerinde kısıtlıda olsa yukarıda anlattığım bu belgelere ve tarihi mekanlara atıfta bulunarak bilgi vermektedir. Bu bilgilerin aktarımında zaman zaman ciddi yanlış ve hatalar yer almaktadır. Bu hatalı bilgiler toplumu yanlış yönlendirmekte ve doğru bilgi algılamasını engellemektedir.

Araştırmalarında Baba Mansur ve evlatlarına yer veren yazarlar;

Şeyh Ahmet Yesevi, Divanı-ı Hikmetinde Mürşidi Veli Arslan Baba’ya yer vermektedir.

“Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam

Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan

İşte bu vakde dek binbir zikrini eyledim tamam

Nefsim ölüp la mekan’a aştım ben işte”

Ahmet Yesevi kaynaklarına dayanılarak bilgi veren araştırmacılara göre Baba Mansur’un, Veli Arslan Baba’nın oğlu olduğu, soyunun 6.imam Muhammed Bakır’ın oğlu Seyid Abdullah’tan geldiği belirtilmektedir.

Ali Kemali, Eski Erzincan Tarihi

1930 yıllarda Erzincan Valiliği yapan Ali Kemali, kitabında taraflı da olsa önemli tespitlerde bulunmuş, ancak Baba Mansur Ocağı ile ilgili verdiği bilgilerde eksik ve hatalar da bulunmaktadır. Bu kitabı referans alan diğer yazar ve araştırmacılarda bu hataları olduğu gibi kitaplarına aktarmışlardır.

Vali Ali Kemali kitabında Baba Mansur’la ilgili bir paragrafta “ Baba Mansurlar seyyidlerdendir.Kolları yoktur.Üç büyük kabiledir.Bir kabilesi Mazgirt ilçesinin Mohindi bucağında, ikincisi Plimer’in Tahti köyünde, üçüncüsü yine Plümer’in Gersinot köyünde otururlar.” Pülümür’ün Yeldeğen bucağı Tahti köyünden bahsetmektedir.Pülümür’de böyle bir bucak ve Tahti diye bir köy yoktur. Pülümür’de Tahsini ve Gersunut köyleri vardır. Erzincan’da Kismikör köyünde Baba Mansurluların yaşadığından bahsetmektedir. Bu köyde hiç bir zaman Baba Mansurlu yaşamamıştır. Ayrıca ayni dönemde Erzincan’ın Erdene, Sırnas, Kemah Dereköy, Göller, Cencige gibi köylerde yaşayan Baba Mansurlardan hiç bahsedilmemiştir.

Mehmet Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi

Kitabında Baba Mansur ocağıyla ilgili Şorik seceresini ve Şöbek’teki şecereyi referans vererek önemli tespitlerde bulunmuş, Baba Mansur ocağına geniş yer ayırmıştır. Ancak Ali Kemali’nin kitabındaki referansları aynen kitabına koymuştur.

Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi

Önemli araştırmalar yapmış olan Nejat Birdoğan bu kitabında büyük hata ve yanılgılara düştüğü görülmektedir. Kitabının 191. sayfasındaRahmetli Mehmet Şerif Fırat’ın Şörik şeceresinden aktardığı Baba Mansur ve Kureş Babanın keramet ve menakıplarını bağnazlık öyküsü olarak nitelendirmekte, Baba Mansur’u Pir, Hacı Kureşi Mürşit olarak göstermektedir. Ayrıca Baba Mansurların bir kısmını aşiret olarak göstermeye çalışmaktadır.

Veli Saltık, Saltuklular

Veli Saltık da Saltuklular adlı kitabında Baba Mansur’u Erzurum Saltuklu beyi İzzettin Saltuk’un üçüncü oğlu olarak göstermekte, soyunu 8.İmam Muhammed Taki’ye bağlamaktadır.

SONUÇ

Değerli Baba Mansur evlatları, sizlere buraya kadar anlattıklarımdan çıkan bir sonuç var. Baba Mansur’un tarihini, şecerelerini, külliyatını, yol ve erkanını ortaya çıkarmanın ne kadar önemli ve zor olduğunun altını çizmekti. Bir taraftan evlatlarımızı modern çağın gereklerine göre yetiştirirken, diğer taraftan tarihimizi, kültürümüzü, yol ve erkanımızı da doru öğrenmek ve yaşamak durumundayız. Şu ana kadar Baba Mansur’la ilgili elle tutulur bir bilgi veya belge elde edilemedi. Bu nedenle bu bilgileri siz yaşayan Baba Mansur evlatlarından ve verecekleri bilgi ve belgelerden derlemeye çalışmaktayız. Bu büyük davaya gönül verenler için çok önemli bir fırsat ve görevdir. Bu güne kadar ceddimiz Baba Mansur adıyla büyük itibar gördük, insanlar onun ismi hakkı için elimizi öptü, önümüzde saygıyla eğildi , hürmet gösterdi, onun ismi hakkı için lokmalar verdi. Biz bu sermayeyi artıramadık, koruyamadık, tersine tükettik. Artık bu sermayeye bir şeyler katma zamanı geldi ve geçiyor. Dernek, Vakıf ve benzeri birliktelikler bunun için bir araçtır. Esas olan bu hazinenin ortaya çıkarılması için sarf edilecek gayrettir. Cetlerimizin tespit edilmiş ne bir mezarı, nede başında dikili bir taşı vardır. Bunda her Baba Mansur ferdinin sorumluluğu ve vebali bulunmaktadır. Onların bize ihtiyacı yok, bizim onların himmetine ve hidayetine ihtiyacımız vardır. Bu amaçlar çerçevesinde, kültürümüzün ortaya çıkarılması için bu günden tezi yok. Her Baba Mansur evladı elinden gelen katkıyı ve desteği vermek zorundadır. Ellerinde tarihi belge bulunduran ve muhafaza edenlerin, bu belgelerle ilgili bizimle irtibata geçmelerini bekliyoruz. Bu belgelerin asılları ellerinden alınmayacaktır, suretleri alınacaktır. Bunlar hepimizin ortak mirasıdır. Bilgisi olanların bilgilerini bizimle paylaşarak, hep birlikte ortak kültür mirasımızı ortaya çıkarmalıyız. Aksi taktirde bu miras bilinçsiz kişilerin elinde yok olacaktır. Bu da tarih ve kültürümüzün karartılması ve yok olması demektir. Baba Mansur Ocağı tarih ve kültür arşivinin bir an önce oluşturulması zorunluluktur. Bu belgeleri ellerinde bulunduran değerli akrabalarımız ve dostlarımızın, elindeki bu belgelerin birer suretlerini derneğimiz tarih araştırma komisyonuna teslim etmeleri gerekmektedir. Seçilen üniversite bilim heyetinin Türkçeye çevirecekleri bu eserler basılarak sizlere, topluma ve arşivimize konularak hepimizin faydasına sunulacaktır.Hepinizi Baba Mansur aşkı,muhabbeti ve şefkatiyle selamlıyorum.

PİR SULTANIN AĞZINDAN BABA MANSUR

Afbeeldingsresultaat voor baba mansurOldum olası, Baba Mansur’un konumunu, kişiliğini, faaliyetlerini ve akibetini hep merak etmişimdir. Anadolu Aleviliğini inancıyla, düşüncesiyle biçimlendiren, Alevi halk üzerinde çok büyük etkisi olan Baba Mansur, nasıl olurda hakında birkaç satır da olsa neredeyse hiç bir yazılı kaynak orta yerde bulunmaz veya ortaya çıkışı engelidir. Hakındai kaynakların yok oluşunun elbet bir anlamı vardır. Baba Mansur’a ve devamına zulim uygulandığı kesin, bu uygulanan zulimin esintileriyle bu günlere gelinmiştr. Yalnız ve kimsesiz bırakılmıştır. Nede içli anlatıyor Pir Sultan Abdal’ şu mısralarla BabaMansur’un kimsesizliğini.

Bülbül figan eder bağ-ı gülşende

Mansur’un kimsesi yoktur meydanda

Baba Mansur evlatları biçare duruma düşürülünce, yolunda olanlarda istemiyerekte olsa sapmalar içine girmişlerdir. Bazı çevrelerinde gayretiyle Baba Mansur unuturulmay çalışılmıştır. Başarılıda olunmuş denilebilinir.

Yukarıda da Baba Mansur’u hep merak etiğimi söylemiştim.Kendi kendime acaba Baba Mansur diye biri yok mu? Vardiysa neden hakında yazılı bir kaynak orta yerde yoktur.Neden büyük halk ozanlarımız özellikle Pir Sultan Abdal şiirlerinde Baba Mansur’u anlatmıyorlardı. Kafam hep bu sorularla karışıktı. Taaki ikibin üç yilına kadar.

2003 yaz aylarında Seyid Ahmet Turgut’la karşılaştım. Sohbetimiz oldu. Bu sohbet sırasında Baba Mansur konumuz oldu. Seyid Ahmet Turgut’a amca Pir Sultan Abdal kurdu,kuşu bile en güzel şekilde şirlerinde dile getirmiş de,Baba Mansur’la ilgili pek bir şeyler anlatmıyor. Yoksa Baba Mansur ile Pir Sultan farklı yöndeler mi. Bana, “farklı yönde değildirler Pir Sultan, Baba Mansur’u anlatıyor” dedi ve ekledi. “Yaklaşık kırk yıl önce Erzincan’ın bir köyünde misafir olmuştum bir Dede evine, Pir Sultan Abadal’n çok sayida şiirleri vardı o evde. Bunlardan bir kaçını o zaman almıştım. Baba Mansur’la ilgili bir şiirini ben sana getiririm” demişti ve getirmişti. Seyid Ahmet Turgut şu anda doksan yaş civarında daha da uzun ömürler diliyorum.

Bu şiir elime geçince Baba Mansur ile ilgili teredütlerim, kuşkularım ve kafa karşıklığım giderilmiş oldu. Bundan dolayı Seyid Ahmet Dede’ye çok teşekür borçluyum.

Bu şiir bana geldiği gibi noktasına, virgülüne dokunmadan olduğu gibi aşağıya aktarıyorum. Bakalım Pir Sultan’ın ağzından Baba Mansur kim miş kendisine neler olmuş görelim. Ve hafızalarımızı yeniliyelim.

Bir dileğim vardır ulu kişiye

Baba Mansur gibi pirim var

O bizi kimseye muhtaç eylemez

Baba Mansur gibi pirim var

Kim ki Baba Mansur’un eteğinden tuttu

Dünya ahiret murada etti Baba Mansur

Dıvar yürüttü imam Hasan ağu içti

Baba Mansur gibi pirim var

Bir dıvar yürüttü moğındıda

Himmet almıştı cedım Baba Mansurda

Onların mekanı var yedi kat arşta

Baba Mansur gibi pirim var

Baba Mansur hakkın sırrını gördü

Münafık Baba Mansurda sual sordu

Sırrını vermedi serini verdi

Baba Mansur gibi pirim var

Baba Mansur aynım hak dedi dönmedi darında

Özün berdar eyledi geçti serinda

Himmet almıştı pirim imam hüseyinde

Baba Mansur gibi pirim var

Baba Mansur evrası oniki imam nuri

Müminlere yol olmuş Mansurun darı

Moğındıda yürüttü cansız dıvarı

Baba Mansur gibi pirim var

Baba Mansur evrası oniki imamda

Süzüldü münafıkın bağrı ezildi

Nesimi yüzüldü Baba Mansur asıldı

Baba Mansur gibi pirim var

Pir Sultanım pes oldu sırlar

Bizi da neyleyen münafık körler

Pınanan çekildi gerçek erenler

Baba Mansur gibi pirim var

***

Baba Mansur cansız duvarı

Baba Mansur

Cansız duvara can verip yürüten ŞAH-I MERDAN donundan,

Anadolu’ya ilk ayak basan, yüreklere güneş gibi doğan,

Kerameti ile KUREYŞ BABA ile MÜRŞİD makamını alan,

Devletlerden kabul gören ONİKİ İMAM seceresinin sahibi,

Dersim’in bağrında yurt edinip, mekanını tuttu BABA MANSUR.

Evliyaların serdarı, MUHAMMED ALİ soyundan,

Emanet eyledi, AHMET YESEVİ’nin piri ATA ARSLAN,

Dergahında ilmini tamam eyledi, oldu KAMİL-İ İNSAN,

Hocasından destur diledi ve başladı nehir olup aktı Pınarından,

El verip, Rum eline doğru yola çıktı BABA MANSUR.

Vardı bir nice müşkülü kolay eyledi, yolunda yürüdü,

Bir nicesinin başında dualar okudu, ayağını bastığı yerlere,

Karış karış Evliyaların mekanını, Anadolu hududunu,

Geçip geldi tozlu yolu, cümlesinden seçti DERSİM’i,

Şöyle bir derinden dağlarına baktı BABA MANSUR.

Bastığı toprak dile geldi, taşlar ağlayıp eridi heybetinden,

Başını kaldırdı gök yüzüne yıldızlar taç oldular,

Ay en güzel ve parlak aydınlığını verdi nur cemaline,

Ağaçlar secdeye geldi, turnalar semaha durdular,

Etrafında Gülbenge duran Aslan sırtındaki ŞAH’a

Gülümsedi içten, indi duvardan çerağı yaktı BABA MANSUR.

Cümlesine Mürşid-i Veli oldu işte o an,

Asırlardır okunur, ismi dillerde bir destan,

Vardı MUHUNDU mevkiine, durdurdu duvarını,

Mekanı oradadır, soyu dağıldı dört bir yana,

Beş evladı vardır, her biri birer ışık saçtılar beş koldan,

SEYİT İBRAHİM himmet eyleyip, KURKURİK diyarına,

Kurdu ocağını-otağını, Eylibeyt yolunun bendesini,

HAK-MUHAMMED-ALİ yolunda, onurlu mirasını,

KIZILBAŞ bayrağını yedi kat göğe çekti BABA MANSUR.

OCAK, DERGÂH, TEKKELER 

Ocakların ve dergâhların başlangıç zamanı konusunda tarihte ciddi verilere ulaşamadık. Bilinen şu ki, çok sayıda Dergâh gene çok sayıda ülkede ve 3 kıta da uzun yıllar çeşitli dönüşümler yaşıyarak varlığını sürdürmüş ve bir kısmı halen de varlığını devam ettirmektedir. Kanaatimize göre bunun başlangıcı şöyledir.  Eskiden Ulusların olmadığı, Ulus yerine Kavimlerin belirli topluluklar oluşturduğu dönemde, bir Kabile (Aşiret) başkanına ulaştırılan mesaj, tüm aşirete ulaştırılmış sayılıyordu. Aşiret Reisi gerekli gördüğü bilgileri akrabalarının içinde ki belli başlı etkin kişilerle görüşüp kararlaştırdan sonra kısa süre içinde aşiret içinde herkese ulaştırıyordu. Aşiret Reisinin, Aşiret ileri gelenleri ile birlikte aldığı kararları aşiret içinde tartışılmaz, mutlak uyum ve bütünlük sağlanırdı. Bu vesile ile din adamlarının topluma mesajlarını en kolay ulaştırma aracı, Aşiret Reisine ulaşmaktı. Aşiret Reisi de, kendi Aşiretinin, can, mal, namus, onur dahil her şeyinden sorumlu olduğu için Aşirette mutlak bir bütünlük vardı. Böylece bir otoritenin herhangi mesajı, ulaşması gereken yere genellikle çok kısa sürede tam olarak ulaşıyordu. Seyyitlerde din hizmetlerini bu oluşum üzerine oturttular. Zaten başka türlü uygulamanın pek şansı da olamazdı.

Vahim Kerbela Vakasından sağ olarak kurtulan bir kaç erkekten biri İmam ZeynelAbidin ve onun 5 yaşlarında olan oğlu İmam Muhammed Bakır’dı.

Kerbela Vakası, Ehli Beyt dostları üzerinde öyle büyük bir tesir ve tepki bırakmıştı ki, onlar hem Ehli Beyt’e üzüntü ve bağlılıklarını bildirmek, hem de Emevilerden çektiği sıkıntıları aktarmak için İmam ZeynelAbidin’i bilgisine ihtiyaç duyuyorlardı.

İmam Zeynel Abidin (İmam Seccad), rivayetlere göre Kerbela Vahşeti sonrası Ehli Beyt kervanı ile birlikte Şam’a götürülmüşüt. Ertesi günü Alkame nehrinin yakınlarında, Dadiriyye köyünde yaşayan Beni Esed kabilesinin erkekleri cesetleri defin etmek için geldiklerinde, Ehli Beyt erkeklerinin hepsinin kafaları bedenlerinden ayrıldığı için cesetler tanınamıyordu. Bu şaşkınlık içinde yüzü peçeli bir atlı gelir ve tek tek cesetleri teşhis ederek onların defn edilmesine yardımcı olur. Peçelinin yüzü açıldığında onun Kerbela Vakasından sağ olarak kurtulan İmam Zeynel Abidin olduğu görülür. Ancak İmam Zeyenl Abidin aynı anda tutuklu olarak Küfe ve Şam şehirlerine doğru yola çıkarılan Ehli Beyt kervanı içerisindedir. Bu mucizenin duyulması ile İmam Zeynel Abidin’in ismi çok daha geniş kesimlere dalga dalga yayıldı. İnsanlar daha sonra akın akın gelerek olayın mahiyeti hakkında bilgi sahibi olmak istediler.

İmam Zeynel Abidin ulaşamadığı yerlere, daha sonraki yıllarda aynı katliamdan kurtulan oğlu İmam Muhammed Bakır’ı göndermeye başladı. İmam Bakır’ın babası adına geniş yerlere ulaşması hem çok öenmli bir etki, hemde Seyyitlik geleneğinin başlangıcı oldu. Bunun zamanla nasıl Pir, Rehber, Mürşit ilişkilerine dönüştüğünü tam olarak bilemiyoruz. Ancak mantığımızı zorladığımızda Babasını temsilen giden İmam Bakır’ın, daha sonra diğer Seyyitlerin sürdürmüş olduğu Rehber’lik hüzmetine benzer bir hizmeti üstlendiğini ve çok önemli yararlılıklar gösterdiğini düşünebiliriz. İmam Bakrı’ın gittiği yerlerde edindiği izlenimleri daha sonra babası İmam Zeynel Abidin’e aktarmasını Seyyitliğin başlangıcı olarak aktarmak yanlış olmasa gerektir.

Babasının sağlığı döneminde, onun adına çeşitli kabilelere giderek izlenimlerini aktarması, Ehli Beyt’e bağlı kabilelerin sıkıntılarına yönelik çözümler önermesi, sorumluluğu babası ile paylaşması her halükarda geleneğin geçmişini İmam Muhammad Bakır’a uzandırır. Bu konuda elbette İmam Zeynel Abidin’in diğer oğlu olan Hz.Zeyd’in büyük hizmetlerini de eklemek yerinde olur. Son derece bilgili büyük bir Alim olan Hz.Zeyd’de tıpkı ağabeyi İmam Muhmmed Bakır gibiEhli Beyt yoluna büyük emek veren Alimlerdendir.

SeyyitBabamansur’un seceresinin, İmam Muhammed Bakır’ın oğlu Seyyit Abdullah’a uzanması da ayrıca bunun bir göstergesidir. Ancak gerek o çağda ve gerekse daha sonraki bir kaç kuşakta İmamların soyunun kendi içindeciddi bir görev taksimi yaparak, mevcut İmam her kim ise onun etrafında kenetlendiğini gösteriyor. İmam Muhammed Bakır’ın öz torunu olan İmam Musa-i Kazım’ın soyundan gelen Hacı BektaşVeli’nin aynı misyona bezeyen bir işlev üstlenmesi de gösteriyor ki, Ehli Beyt soyundan gelenler kendi aralarından Pir, Mürşit ve Rehberlik konusunda görev taksimi yapmış bulunmaktadırlar. Ancak 7 kuşak daha devam edecek olan 12. İmam Mehdi’ye kadar en azından bu sorumluluk paylaşımının bir bütünlük ve uyum arz ettiğini belirtmekte yarar var.

Gerçi bu konuda İmamların kendi içinde üstünlük (sorumluluk) paylaşımında zaman zaman bazı sıkıntı ve bölünmelerin yaşandığını vurgulamak gerekir. İmam Muhammed Bakır yerine Hz. Zeyd’in İmametini benimseyenZeydiler ve 7. İmamlık konusunda Ehli Beyt taraftarları arasında İmam Musa-i Kazım’ın yerine, Seyyit İsmail’i benimseyerek güçlü bir akım haline gelen İsmailiye taraftarlarını saymazsak, Ehli Beyt soyundan gelenlerin daha sonra Ocaklara dönüştüğünü ve uyumlu bir hizmet bütünlüğünü sergilediğini görüyoruz.

İmamZeynel Abidin ile başlayıp, Muhammed Bakır dönemde daha da gelişen seyyah Seyyitlik, onun oğlu İmam Cafer- i Sadık döneminde sistemleşerek oturur. Yüzlerce Büyük bilim adamı yetiştiren bir alim olan İmam Cafer tarafından kitap haline getirilen Buyruk ile, Seyyit – Talip ilişkileri bir biçime oturtulur ve bu işlerlilik biçiminden önemli değişim göstermeden, zaman zaman özel koşullar da yaşayarak günümüze kadar ulaşır.

Emevi zulmünden kaçarak pek çok tarafa savrulan Ehli Beyt taraftarları, orta Asya ve Erdebil’de büyük ilim yuvaları oluşturdular. Bunlardan Erdebil’de olanı biraz daha dar bir açılım serilerken, Horasan,Nişabur, Taşkent ve Nişabur çevrelerinde olanları, gelenek ve göreneklerini daha çabuk ve içtenlikle benimseyen Türk kavimlerine, sadece inançta değil, aynı zamanda bilimde, fen’de, astrolojide büyük açılım olanağı sergilediler.

Tük kavimlerinin rurplar halinde küşük Asya’yı yeni yurt edinmeleri ile, Büyük Selçuklu Devleti de yönünü batıya dönerek 1071’de Malazgirt’te kazandığı bir savaş ile Anadolu’nun askeri olarak da Türk kavimlerinin yeni yurdu olmasını sağladı.

10. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar yaklaşık 300 yılllık bir dönemde, eski adı ile Urum Diyarı olarak bilinen yer yani kavimler kapısı olur. Ve o kapıdan değişik zamanlarda, değişik imamların soylarından seyyitle ve talipleri geldiler. Organik olarak Anadolu’ya gelmeyen ama Anadolu’da karşılaşan taliplerle seyyitlerin bugünkü seyyit -talip ilişkilerini yeniden nasıl oturttukları ve ocakların kendi aralarında görev paylaşımında nasıl anlaştıklarıı tam olarak bilinemiyor. Ancak bilien şudur ki; tüm ocak ve dergâhlar Hacı Bektaş Veli ve onun dergânını Serçeşme kabul etmiş ve ona bağlanmışlardır. Bu yapının yerleşmesinde kavimlerin dışında, bir meslek kurumu da diyebileceğimiz ilk lonca sistemi olan ve kuruculuğunu Ahi Evran’ın başlatığına inanılan Ahiliğin de önemli katkıları olmuştur. Alevi  ocak yapılarını ayakta tutan bir diğer etken de ocakların “el ele , el Hak’ka” yöntemi ile birbirlerini denetlemeleri ve kendilerini tamamlamalarıdır. Böylece talibi olan, başka bir deyimle bir pir veya mürşit olan bir ocak, başka bir ocağın talibi, o da bir başka bir ocağın veya ocak içinde kolun talibi olarak birbirleri ile kenetlenirler.

Dergâhlarla ocaklar arasındaki bir kaç temel fark ise şudur: Ocaklar genelde kırsal kesime, tergâhlar ise yerleşik alanlara hitap ediyorlardı. Seyyitler, taliplerini belirli bir zaman diliminde ziyaret edip dinsel sorumluluklarını yerine getirirken, dergâhlar kesintisiz hizmet sunuyorlardı. Ayrıca ocaklar genelde taliplerini esas alırken, dergâhların kapısı herkese açıktı. Bunun ötesinde dergâhlar işlevlerini belirli bir sistem hizmetine tabi tutarak yerine getirirken, yani önce kendini yetiştirmeyi, sonra çevresine yönelmeyi esas alıp, belirli basamaklarla işlerken, ocaklarda bu işi, yetişen Seyyitler tümden üstlenerek yerine getiriyorlardı. Tekkeler ise bir nevi küçük dergâh olup, yöresel veya belirli bir alana hizmet ediyorlardı.

BABA MANSUR OCAĞININ TARİHİ

Baba Mansur Türbesi – Harput

Anadolu’da Baba Mansur Ocağı denilen bir ocak vardır. Bu ocağın kökeni Hz. Muhammed’e dayanır. Aslen Kureyş kabilesine dahildir. ( Bu kabilenin, Anadolu Aleviliğinde önemli bir yere sahip olan Kureyş ocağı ile yakın bir ilgisi bulunmamaktadır)

Aslında Alevi Ocaklarının pek çoğu, Anadolu’ya Horasan’dan geldiklerini  söyler ve kabul ederler. Abbasiler döneminde, Arap / İslam coğrafyasında Abbasiler’in Ehli Beyt düşmanlığını içeren katı zulmü süre gelmiştir. Harun Reşit ile yönetimin başında olan Bermekoğlu Caferin arası açılmış, bütünBermekiler kılıçtan geçirilmiştir. Bu aradaİmam Musa-i Kâzım’ı kendisine rakip olarak görenHarun Reşit, kendisini zehirleterek şehit etmiştir.

Halbuki 751 Yılında Horasanlı Eba Müslüm, Emevi Devletini yıkıp yerine bir devlet kurmak istediğinde ilk önce akla Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin soyundan den gelmekte olan 6. İmam Cafer Sadık’a (İmam Cafer Sadık :İslam içtihadını içeren ve kaynağını ilahi telkin Kuran- ı Kerimden alan İslamın el kitabı, Buyruk isimli eseri kaleme alan zattır) müracaat eder.

İmamCafer Sadık, şöyle cevap verdi. ‘’ Büyük Dedem Hz. Muhammed ahir zaman peygamberiydi. Cenabı Allah, ümmetine öncü olarak  kendisine Kuran-ı Kerim’i gönderdi. Ümmetinin içinden bir kısım insanlar buna rağmen kendisine her türlü cefayı çektirdiler. Kendisinden sonra Halife olarak dedem Hz. Ali’yi tayin etmesine rağmen, bu insanlar ilahi emri dinlemediler. Daha sonra Dedem İmam Ali halife oldu. Ancak buna rağmen itaat etmeyenler oldu. Çok kan döküldü. Dedem İmam Ali şehit edildi. Dedem İmam Hasan yerine geldiğinde gene aynı dava devam etti. Onu da Süfyanoğulları zehirleyerek şehit ettiler. Zamanın bir kısım müşrikleri bu sefer de Dedem İmam Hüseyin’e , kendilerini Emevi zulmünden kurtarmaları için defalarca müracaat ettiler. Dedem Şah Hüseyin’i Kerbela’da susuz şehit ettiler. Dedem İmam ZeynelAbidin , çıplak develere bindirilerek susuz çöllerde aile efradımız ile birlikte çok cefalara maruz bırakıldı. Dedem İmamMuhammed Bakır gene aynı şekilde zehirlettirilerek şehit edildi. İslam dinini ve Kur’anı koruyan Aba- i Ceddimize karşi zulüm ve katliamları reva gördüler.  Bütün bunların nedeni dünyamalına ve onun saltanatına karşı sonsuz ihtiras ve hırsları sebep oldu. Bedelini tüm insanlık alemi ve İslam dünyası ödedi ve bu acı halen devam ediyor. Bu vesile ile ben bir İmam olarak daha fazla acı çekilmesini ve bedel ödenmesini reva görmüyorum.

Baba Mansur Ocağı

Anadolu’da Baba Mansur Ocağı denilen bir ocak vardır. Bu ocağın kökeni Hz. Muhammed’e dayanır. Aslen Kureyş kabilesine dahildir (bu kabilenin, Anadolu Aleviliğinde önemli bir yere sahip olan Kureyş ocağı ile yakın bir ilgisi bulunmamaktadır),

Aslında Alevi Ocaklarının pek çoğu, Anadolu’ya Horasan’dan geldiklerini söyler ve kabul ederler. Abbasiler döneminde, Arap / İslam coğrafyasında Abbasiler’in Ehli Beyt düşmanlığını içeren katı zulmü süre gelmiştir. Harun Reşit ile yönetimin başında olan Bermekoğlu Cafer’in arası açılmış, bütün Bermekiler kılıçtan geçirilmiştir. Bu arada İmam Musa-i Kâzım’ı kendisine rakip olarak gören Harun Reşit, kendisini zehirleterek şehit etmiştir.

Halbuki 751 Yılında Horasanlı Eba Müslüm, Emevi Devletini yıkıp yerine bir devlet kurmak istediğinde ilk önce akla Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin soyundan den gelmekte olan 6. İmam Cafer Sadık’a – İmam Cafer Sadık : İslam içtihadını içeren ve kaynağını ilahi telkin Kuran- ı Kerim’den alan İslamın el kitabı, Buyruk isimli eseri kaleme alan zattır- müracaat eder.

İmam Cafer Sadık, şöyle cevap verdi. ‘’ Büyük Dedem Hz. Muhammed ahir zaman peygamberiydi. Cenabı Allah, ümmetine öncü olarak kendisine Kuran-ı Kerim’i gönderdi. Ümmetinin içinden bir kısım insanlar buna rağmen kendisine her türlü cefayı çektirdiler. Kendisinden sonra Halife olarak dedem İmam Ali’yi tayin etmesine rağmen, bu insanlar ilahi emri dinlemediler. Daha sonra Dedem İmam Ali halife oldu. Ancak buna rağmen itaat etmeyenler oldu. Çok kan döküldü. Dedem İmam Ali şehit edildi. Dedem İmam Hasan yerine geldiğinde gene aynı dava devam etti. Onu da Süfyanoğulları zehirleyerek şehit ettiler. Zamanın bir kısım müşrikleri bu sefer de Dedem İmam Hüseyin’e, kendilerini Emevi zulmünden kurtarmaları için defalarca müracaat ettiler. Dedem Şah Hüseyin’i Kerbela’da susuz şehit ettiler. Dedem İmam Zeynel Abidin, çıplak develere bindirilerek susuz çöllerde aile efradımız ile birlikte çok cefalara maruz bırakıldı. Dedem İmam Muhammed Bakır gene aynı şekilde zehirlettirilerek şehit edildi. İslam dinini ve Kur’anı koruyan Aba- i Ceddimize karşi zulüm ve katliamları reva gördüler. Bütün bunların nedeni dünya malına ve onun saltanatına karşı sonsuz ihtiras ve hırsları sebep oldu. Bedelini tüm insanlık alemi ve İslam dünyası ödedi ve bu acı halen devam ediyor. Bu vesile ile ben bir İmam olarak daha fazla acı çekilmesini ve bedel ödenmesini reva görmüyorum. Dünya işlerini inanç işinden ayırmak lazım gelir. Ben ve aile efradım kendimize hakka ikrar ve hizmet yolunu tercih ettik. Siz başka uygun bir insanı bu işe halife olarak tayin ediniz’’.

Görüldüğü gibi İmam Cafer Sadık, kendisine sunulan Halifelik makamını nazik bir dille red etmiş ve kaynak olarak Kuran-ı Kerimi esas alarak kendisini din hizmetine adayan büyük bir İmam ve ulemadır. İmam Hanefi, İmam Şafii, İmam Hambeli ve İmam Maliki dahil olmak üzere zamanın ünlü alim ve din ulemaları, İmam Cafer Sadık’a gönülden bağlı olan onun talebeleridirler. Bu konuda ismi yukarıda zikr edilen ulemalar, İmam Cafer Sadık hazretlerine ve İslam dinine karşı yanlışlıklar yapmaya zorlanmalarına rağmen buna uymadıkları için bu uğurda Abbasi halifeleri tarafından işkence ile katledilmişlerdir.

90 yıllık Emevi hükümranlığı etki coğrafyasını sınırlarını Mezopotamya, Orta Asya, Kafkasya içleri, Orta Anadolu, Tüm kuzey ve Orta Afrika ve Asya’nın kısmi güneybatı sahillerine kadar genişletmiş. İşgal edilen her yer İslam adı altında yerle bir edilmiş, işgal edilen kentler talan edilmiş, direnenler kılıçtan geçirilmiş, teslim olanlar, kadınlar ve çocuklar yerinden yurdundan edilerek köle olarak başka diyarlarda satılmışlardır. İşgal edilen yörelere, tarihin belki de hiç bir döneminde görülmeyen zulümler yaşattırılmıştır. Bu dönemde yapılanlar sadece Ehl-i Beyt taraftarlarına ve işgal edilen bölgelere yapılmakla sınırlı kalmamış, İslam dininin içeriğine de kuvvetli saldırılar yapılmıştır. Örneğin Haccac- ı Zalim ve Kutaybe bin Müslim’in yaptığı zulümler çok değişik kaynaklarda yayınlanmakta, Haccac-ı Zalim’in kendi kuvvet ve kudretini ispatlamak için Mekke ve Kabe-i Beytullahı dahi yakıp yıkarak ve yerle bir etmekten dahi çekinmediğini ibretle sergilemektedirler.

Emevi hükümranlığı işgal ettiği yerlere işte bu yöntemlerle söz konusu İslamiyeti götürdüğünü iddia etmektedir. Ve doğal olarak işgal edilen coğrafyalarda insanlar korku belası ile İslamı kabul ettiğini söylemek durumunda kalmışlardır. İşin gerçek yanı ise şöyledir. Emevilerin işgal ettiği yerlerde korku belası ile müslümanlığı kabul edenlerle Ehl-i Beyt taraftarları arasında bir kader birliği ortaya çıkmıştır. Her iki kesim de zulme uğrayan taraflar olarak Emevi iktidarından huzursuz olmuş ve bu iktidarın zulmü altında inim inim inlemişlerdir.

750 Yılında İran / Horosan Türklerinden Emevilerin Horasan Valisi Eba Müslüm (Eba Müslim) adında bir genç etrafında toplanan insanlar isyan ederek baş kaldırdılar ve Emevi Devleti ile savaşarak onları bertaraf ettiler ve böylelikle Emevi devleti yıkılmış oldu.

Eba Müslüm’ün gönlünde Halifeliğe Ehl-i Beyt soyundan gelen birini getirmek yatıyordu. Bu vesile ile Ehl-i Beyt soyundan gelen ve günün İmamı olan İmam Cafer Sadık’a müracaat etti. Ondan gerekçeleri yukarıda sıralanmış olan Hayır cevabını alınca diğer Ehl-i Beyt soyundan gelenler de ‘’Madem İmam Cafer kabul etmiyor, biz de kabul edemeyiz’’ cevabını verdiler. Bu durumda Ehl-i Beyt soyundan bir halife bulmak umudu kalmamıştı.

Ancak Eba Müslüm yine de bu emanetin Ehl-i Beyt taraftarlarına ait olduğunu düşünüyordu. Ehl-i Beyt soyundan kimse bu göreve talip olmayınca Eba Müslüm, Hz. Muhammed’in Hz. Abbas adlı amcasının soyundan gelen Ebu-l Abbas halife olarak tayin edildi. (Abbasi Devleti Miladi 751 – 1258)

Ebu-l Abbas halife olduktan kısa bir süre sonra, Ehl-i Beyt taraftarlarının gelip bu emaneti kendilerinden geri alacağı ehvamına (kuşkusuna) kapıldı. Bu vesile ile 22 Ocak 766 tarihinde İmam Cafer-i Sadık, Abbasi Halifesi Ebu-l Abbas’ın emri ile Mansur- u Devaneği tarafından zehirletilerek 67 / 69 yaşında şehid edildi. (Kabri Medine Baki mezarlığındadır).

Ehl-i Beyt taraftarları, Emeviler döneminde de sürekli baskıya maruz kaldıklarından, amca çocukları / torunları olan Abbâsîler döneminde rahatlayacaklarını umuyorlardı. Ancak kendilerinden başka Ehl-i Beyt ailesinin olmadığını iddia eden Abbâsîler, hilafetin meşrû varislerinin kendileri olduklarını ileri sürerek yönetimi tamamen tekellerine almış ve Ehl-i Beyt soyundan olan amca çocuklarını, dışlayarak onların hilafet makamında hak iddia ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Emevîler döneminde baskıya maruz Ehl-i Beyt soyu, bu sefer de amca çocukları / torunları tarafından çeşitli yollarla zulme tabii tutulmuşlardır.

7,İmam Musa-i Kâzım’ın 1 Eylül 799 tarihinde, Bağdat’da, Abbasi Halifesi Harun el Reşit tarafından “Sindi b. Şahik” hapishanesinde zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra paniğe kapılan çocukları Arabistan’a giderken, iki oğlundan İmam Ali Rıza, Horasan’a, İbrahim El Mucap da Nişabur’a gitmiştir. İmam Musai Kazım’ın 39 oğlu, 11 kızı olmuştur. Türkler arasına gidip yerleşen İmam Ali Rıza ile İbrahim El Mucap, bulundukları yerlerde Türklerle evlenmişler fakat, baba tarafından Hz. Ali’ye ulaştıklarını ve neseplerini unutmamışlardır. Ancak, Seyyidlerin çoğalmaları sonucu, bugünkü ocaklar oluşmuştur.Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi’nde de, Hacı Bektaş Veli’nin 11. kuşaktan İmam Musa-i Kâzım’ın diğer oğlu İbrahim El Mucap’a dayandığı bildirilmektedir.

7, İmam Muhammed Bakır, daha önce Emevi Halifesi Hişam’ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik’in tarafından 28 Mart 733 tarihinde, 57 yaşında iken zehirletilerek şehit edildi. Künyesi ’’Ebu Cafer’’dir. En yaygın lakabı ’’Baki’’dir. 5. İmam Muhammed Bâkır 10 Nisan 677 yılında Medine’de dünyaya geldi. Babası İmam Zeynel Abidin, annesi İmam Hasan’ın kızı Fatıma’dır. 38 yaşında imam olup imameti 19 yıl sürmüştür. Büyük bir bilgin ve çok cömert bir insandı.

İmam Mumammed Bakır evlatları da, diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi, İmam Musa-i Kazım’ın 799 tarihinde, Abbasiler tarafından şehit edilmeleri sonucu diğer akrabaları gibi, her biri bir tarafa dağıldı. Ancak İmamet görevlerini sürdüren bir kol sürekli Mezopotamya / Medine ekseninde kaldılar ve bunlar başka bölgelere göç etmeyerek imamet görevlerini sürdürdüler. Bu yüzden de İmam Musa-i Kazım’ın zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra da, diğer imamlar bu alanda görevlerini devam ettirmişlerdir.

5, İmam Muhammed Bakır’ın 6 erkek, 3 Kız olmak üzere toplam 9 çocuğu olmuştur. Çocuklarının isimleri şöyledir. 1 – İmam Cafer Sadık ( 6. İmam), 2 – Abdullah, 3 – Ebu-l Kasım, 4 – Muhammed, 5 – İbrahim, 6 – Abdullahi-l Esgar, 7 – Zeynep, 8 – Rukiye, 9 – Ümmü Gülsüm’dür. Bu evlatlardan bir kısmı Mekke’den Medine’ye, oradan da tarihi net olarak bilinmemekle beraber, 9. Yüzyılda Horasan’a göç ettiler.

Seyyidler ve Türkmen / Oğuz Boyları, 12 Büyük kabile halinde Horasan’dan Anadolu’ya göç ettikten sonra, her biri ayrı ayrı oymakta, daha sonra nüfusun çoğalması sonucu, aynı boy içinde birer grup aileye pirlik ve dedelik yapmışlardır. Bu İslam inancı süreç içinde çeşitli değişim evreleri geçirmesine rağmen özünü koruyarak günümüze kadar süregelmiştir

Seyyidler de tıpkı Bektaşilikte görüldüğü gibi, bir dergâhta hizmet edip, rüşdünü ispatlamak kaydı ile ( Rüşdünü ispatlamak : Hizmetinin görülmesi, Bilgi ve görgüsünün artması ve tasavvufu özümsemesi) destur aldığı Piri / Mürşüdü tarafından icazet alarak Dergâhta Postnişin olan Pirler gibi, nüfuz ve kudretlerine göre merkezdeki en büyük ve etkin postnişe daima bağlı kalarak, halkı kurulan dergahlarda, inanç hizmetlerinin yanında, sosyal, toplumsal ve siyasal olarak etkilemiş ve yol göstermişlerdir. Günümüzde hala Doğu Anadolu’da “Dedelik ve Seyyidliklerini” sürdüren tarikat pirleri, Horasan’dan geldiklerini ve soy itibariyle genellikle Horasan’a gidip yerleşen İmam Musa-i Kazım’ın oğlu İmam Ali Rıza’ya dayandıklarını söylemektedirler. Ancak bu Ocaklardan köklü bir Ocak olan Seyyit Baba Mansur ocağından gelenler genellikle 5. İmam, Muhammet Bakır’ın soyundan geldiklerini vurgularlar. Seyitlik kuralları gereğince, kendilerine bağlı taliplerden kız alıp vermezler. Bireysel evlenmeler dışında, genellikle bir seyyit, başka bir seyyidin kızı ile evlenir.

“Ocaklar, birbirlerinden kız alıp verirler. Soylarının müridlere karışmamasına özen gösterirler. Ocağa bağlı köyler, obalar vardır. Bu, bir ölçüde de sosyal bir dayanışma ve örgütlenme biçimidir. Anadolu’da Aleviler en yoğun baskı dönemlerinde bile seyyitlik işlevini sürdürmüş, Dinsel, sosyal, siyasal, toplumsal sorumluklarını başarı ile yerine getirmiş, toplumu bir arada tutmanın temel aracı olmuşlardır.

Kimi ocakzade seyyitler de kendilerini, doğrudan 4. İmam, Zeynel Abidin’e bağlarlar. Celal Abbas veya Ali – Abbas ocakları ise kendilerini, İmam Ali’nin evlatlarından, Annesi Hanefi adlı, Kerbela şehitlerinden Abbas’ın soyuna dayandırırlar.

Seyyitler tüm örgütlenme ve icraat alanlarında birbirine bağlıdır. Bu örgütlenme biçimi, bir zincirin halkalarını andırır. Her seyyit ocağının görülebileceği başka bir ocak vardır. Böylece gerektiğinde seyyitler de toplumdan bir birey gibi dinsel törende bulunur, başka seyyitler önünde hesap verirler, yargılanırlar. Alevi inancındaki “El ele, el hakka” ilkesi, seyyitlik örgütünde kendisini gösterir.

Seyyitler ayrıca diğer talipleri gibi Musahip tutar, kivre edinir ve görülürler. Taliplerine uyguladıkları tüm sorumluklara, başka bir seyyit aracılığı ile kendileri de uymak zorundadırlar. Seyyitlik onlara bu konuda bir ayrıcalık veya istisna tanımaz.

Bütün Anadolu’da köylerin ve diğer yerleşim alanlarında seyyitlerin de birbirine bağlı olduğu bu örgütlenme biçimi ile Alevi toplumu her zaman birbirinden haberi olan, birbirini tanıyan bir toplum olarak yaşaya gelir. Bu nedenle uzak bölgelerdeki Aleviler de seyyitleri aracılığı ile birbirini bilip tanırlar. Kimi zaman seyyitler, taliplerine bildikleri ve tanıdıkları diğer alanlarda yaşamaya teşvik ederler. Talip hiç tanımadığı veya az bildiği bu yeni alanda Seyyidinden büyük desdek görür. Seyyit onu diğer talip ve seyyitlerle tanıştırarak, orada daha eski zamandan beri ikâmet etmekte olan seyyit ve taliplerin kendisine çok yönlü yardımcı olmalarının desdeği ile kısa zamanda oradaki halk ile kaynaşmasına yardımcı olur.

Bazı kaynaklara göre, Baba Mansur, Anadolu’ya gelmeden önce İran / Horosan’da, Türkmenistan Yesevi çevresinde iken “Mansur Ata” olarak adlandırılır. “Ata”, eski ve yeni Türk lehçelerinde “baba” anlamına gelir. Bu deyim “Soy” kavramını da içerir. Oğuzlar arasında geçen Korkut Ata, İrkıl Ata… gibi. Halk arasında saygınlığı olan, dahası kutsallık kazanmış halk bilgeleri, ozanlar, Şamanlık dönemindeki büyük Kamlar çoğunluk “ata” adıyla anılmışlardır. Bu saygı bu coğrafyada bir şehire (Alma Ata) isim verecek kadar güçlüdür. Türkler içerisinde tasavvuf akımının yayılmasıyla; bu tür nitelikte olan kişilere, şeyh ve dervişlere “ata” lakabıyla birlikte “baba” da denilmeye başlanmıştır. Asya da Şamanizmin yaygın olduğu döneminde “ata” adı, Anadolu coğrafyasına yerleşme ve İslamileşme döneminde “baba” adına dönüşmüştür. Kısaca, Anadolulaşma ve İslamileşme dönemi olan bu ikinci evrede “baba”, “ata”nın yerini almış ve onun yerine kullanılmıştır. Yeseviliğin içerisinde yetişen ve Harzem – Türkistan bölgesinin önemli şeyhleri; Çoban Ata, Hakim Ata, Zengi Ata ve Mansur Ata’lardır ve tümüyle “ata” adıyla anılmışlardır.

Horasan’da bir seyyit olan Mansur Ata, Anadolu’da Baba Mansur adıyla bilinmekte ve anılmaktadır. Bu, çoğunluk eski Türk dinleri ve törelerinin bir kısmı ile benzerlikler gösteren Alevilik – Bektaşilikte de kendisini ortaya koyar. “Baba”, genelleşerek ve “ata”nın yerini alarak kullanılır. Bu deyim Anadolu’da çoğu yerlerde halen seyyitler için “baba” veya aynı anlama gelen “dede” sıfatı için kullanılacaktır. Dede sözcüğü de aynı şekilde Orta Asya Türkleri arasında ulu, bilge, gün görmüş kişiler için de kullanılmakta ve mitoloji ile bütünleşerek günümüze kadar gelmektedir. Örneğin Dede(m) Korkut efsanelerinde / hikayelerinde anılan kişi bir bilge kişiyi yansıtmaktadır.

“Baba” sözü, eski Mezopotamya topluluklarından / kavimlerinden olan Sümerlerde tapınak ve tanrıça adları arasında geçer. Sümerlerde “baba”, Lagaş adlı tanrıçadır. Görüldüğü kadarıyla “baba” adı tarihsel değişim sürecinde genellikle ulu kişileri, kavim önderlerini, bilge kişileri ifade eder olmuştur. “Ata”nın “baba”ya dönüşmesinde yine bir Asyatik toplum olan ve eski çağlardan beri Mezopotamya çevresinde ki toplumların üzerinde kültürel etkinliğinin izleri görülen Sümerlerin etkisi de düşünülmelidir.

Baba Mansur, Yesevi tarikatından ve Yesevi dervişleri arasındandır. Dervişler içerisinde en önemlilerden biridir. Ahmed Yesevi’nin Horasan tasavvuf okulunda yetişmiştir. Ahmed Yesevi’nin ilk halifelerindendir. “Reşahât Tercümesi”de ölüm tarihi 1197 – 98 (Hicri 594) olarak verilir.

Ahmed Yesevi’nin mürşidi ve öğretmeni olan Arslan Baba’nın oğlu olduğunu iddia eden kaynaklar da vardır. Bu kaynaklara göre Mansur Ata / Baba Mansur’un babası Yesi kentinin ünlülerindendir. Kaynaklarda tarikat kurucusu olarak gösterilir. Bir tasavvuf okulu önderidir. Birçok dervişin mürşididir. Ahmed Yesevi de Arslan Baba’nın okulunda / tarikatında yetişmiş ve onun önemli bir müridi olmuştur. Arslan Baba’ca eğitilmiş, yol bilgisi edinmiş ve sonraki olgunluğuna ulaşmıştır. Ahmed Yesevi’ye Baba Mansur’un babası Arslan Baba “nasip” vermiştir.

Ahmed Yesevi menkıbesinde Alevi niteliği açık olan öğretmeni, mürşidi Arslan Baba’ya büyük yer ayrılmış ve bağlılığı bildirilmiştir. Onu küçüklüğünden beri mürşid edindiğini “Divan-ı Hikmet”inde de dile getirir.

Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam

“Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan”

İşte bu vakde dek binbir zikrini eyledim tamam

Nefsim ölüp la mekan’a aştım ben işte

Uzun bir ömür süren Arslan Baba, Ahmed Yesevi’yi, Ahmed Yesevi de mürşidinin oğlu Mansur Ata’yı ve diğerlerini yetiştirir. Baba Mansur, Ahmed Yesevi’nin ilk ve önemli bir halifesi olur. İlişkilere ve yaşadıkları tarihlere bakılırsa bu ilişki ve “el verme”nin, yani “halife”si olarak atamasının tarihe uyduğu ortadadır. Çünkü Ahmed Yesevi 1166, öğrencisi ve halifesi Baba Mansur ise 1198’de ölmüşlerdir. Bu tür bir ilişki tarihsel olarak olasıdır.

Arslan Baba ve Baba Mansur’un soylarından gelen Seyyid Hasan Hoca Nakibü’l- Eşraf-ı Buhari “Müzekkir-i Ahbâb” adlı tezkiresi, Hazini ise “Cevahirü’l- ebrâr min Emvâci’l- Bihar” adlı kitabıyla Arslan Baba’dan itibaren bu soydan gelen kişilerin adlarını şöyle belirtirler. Bu veri ailenin hem yol, hem de soy kütüğüdür:

Arslan Baba → Baba Mansur → Abdülmelik Hoca → Tac Hoca → Zengi Ata → Sadr Hoca → Yahya Hoca → Süleymen Hoca → Abdü’l- Vahap Hoca.

Kaynaklara bakılırsa gerek Arslan Baba, gerekse oğlu Baba Mansur ve bu soydan gelen kişiler Türklere karşın siyah tenli, kalın dudaklı ve fiziki olarak çirkin görünümlüdürler. Kısaca, Baba Mansur soy olarak Arap’tır. Ama Türk bir çevrede ve Türklerin kurumlaştırdığı Ahmed Yesevi-Horasan tasavvuf okulunda yetişmiş; bu anlayışla kültürü, düşüncesi, inancı ve bilinci biçimlenmiştir. Buradan edindiği bilinçle Horasan erenleri arasına katılmış ve Türklüğün yeni oluşum merkezi olan Anadolu’nun yeniden yapılanmasında görev almıştır.

Bütün söylenceler ve özellikle Hacı Bektaş “Vilayetname”si Yesevi tasavvuf okulunda yetişen binlerce dervişin bu okul, diğer bir deyişle dergâh tarafından Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerine, özellikle Türk / Türkmen göçleriyle birlikte Anadolu’ya gönderilmişlerdir. Yine Anadolu’da bu boyların yerleşmeleri, üretime geçmeleri, çevreleriyle toplumsal ilişki yürütmelerinde onlara önderlik etmişlerdir. Türk toplumunun Anadolu’yu, giderek Balkanları yurt edinmelelerinde Horasan erenleri olan bu babalar (yani dedeler) aktif rol oynamışlardır.

Baba Mansur’un Anadolu’ya gelişi konusunda belirsizlikler vardır. Elde hiçbir belge ve kaynağın olmayışı, bizim bu konuda kesin konuşmamızı önlüyor. Durum karşısında akıl yürütmeden öte başka bir şey yapılamıyor. Bu durum karşısında akla çeşitli sorular gelebiliyor doğallıkla. Biz bu yaklaşımları irdeleyerek değerlendireceğiz. Akla ve tarihe uygun düşeni belirleyeceğiz:

Baba Mansur, Hacı Bektaş’dan önce Anadolu’ya gelmiştir. Doğu Anadolu’da kalmıştır. Ocağının Hacı Bektaş Dergâhı’ndan bağımsız kalmasının, ayrı bir “mürşitlik kurumu” olmasının nedeni budur.

Bu görüş akılcı görünmektedir. Çünkü Baba Mansur 1197-98’de ölmüştür. Hacı Bektaş ise onun ölümünden 10-11 yıl sonra, yani 1209’larda doğmuştur. Bu durum karşısında Baba Mansur’un Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelişinden çok önceleri gelmesi gerekmektedir. Hacı Bektaş’ın yaklaşık 1230-35’lerde Anadolu’ya geldiği düşünülmektedir. Baba Mansur’sa ya şeyhi Ahmed Yesevi’nin sağlığında, ya da onun ölümünden sonra gelmiş olmalıdır. Ahmed Yesevi’nin ilk halifesi olan Baba Mansur eğer şeyhinin sağlığında gönderildi ise, Ahmed Yesevi’nin 1166 yılında öldüğüne göre, Baba Mansur da bu tarihten önce Anadolu’ya gönderilmiş olmalıdır. Yok eğer şeyhinin ölümünden sonra geldi ise, 1166 ile kendi ölümü olan 1198 yılları arasında gelmiş olmalıdır. Eğer Baba Mansur’un Anadolu’ya geldiği doğru ise, bu geliş, 12. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olmalıdır.

Durum ne olursa olsun Baba Mansur aşiretlerin ve ocakların varlığını kabul eden ve onlara şecere düzenleyen 1. Alaeddin Keykubat (1219-1237) dönemine yetişmemiştir. Çünkü 1. Alaeddin Keykubat 1232 (H. 628) yılında oniki Türk / Türkmen aşiret ve ocağıyla (Şecerede bu oniki boyun Türk olduğu belirtiliyor) sözleşmesini yapıp, kendine bağlamış ve onlara soykütüğü (şecere) düzenlemiştir.

Baba Mansur ise bu tarihten 34 yıl önce ölmüştür. 1. Alaeddin Keykubat’ın diğer aşiret ve ocaklarla birlikte Baba Mansur Ocağı’na da soykütüğü (şecere) düzenlediği doğrudur. Bu soykütüğü, bugün Tunceli’nin Mazgirt ilçesinin Şöbek Köyü’nde Caferoğulları ailesinin elindedir. Keykubat’la birlikte daha sonraki yıllara ait Osmanlı padişahlarının da onayını taşır. O zaman, 1. Aleaddin Keykubat bu soykütüğünü verdiği dönem ocağın başında Bizzat Baba Mansur değil, onun evlatlarından bir başkası olmalıdır. Çünkü soykütüğü kişiye değil, ocak ailesine, yani soya verilmiştir.

Alaeddin 1. Keykubat’ın düzenlediği soykütüklerine göre; Asyalı Türk boyları Horasan’dan Erzincan’a, oradan da Dersim dağları eteklerinde Karakoçan’ın kuzeyindeki günümüzde bir köy konumuna düşen Bağın ve Hüsnü Mansur kasabalarına göçerek yerleşmişlerdir. Şah Mansur’la Mahmud Hayrani Hüsnü Mansur kasabasında dergâhlarını kurmuşlardır. Sultan Alaeddin Bağın’a gelir. Seyyid Mahmud’un oğlu Hacı Kureyş, Baba Mansur ve Seyyid Ali adıyla anılan Derviş Beyaz Sultan’ın isteği üzerine “mucize” gösterirler. Şah Mansur duvar yürütür. Hacı Kureyş ile Derviş Beyaz fırına girerler. Sınavda başarılı çıkılır. Sultan, Türk boylarını “pirlik” ve “mürşitlik” olarak Şah Mansur ile Hacı Kureyş’e, rehberliği ise Derviş Beyaz’a verir.

Burada verilenler kimi çelişkiler taşırlar. Mahmud Hayrani, Baba Mansur’un değil, Hacı Bektaş ile Mevlana’nın çağdaşıdır. Yani, 13. yüzyılda Konya-Akşehir’de yaşamıştır. 1268 (H. 667) yılında ölmüştür. 1. Alaeddin Keykubat dönemine denk düşer ama, soykütüğünün de ileriki pasajlarında düzelttiği gibi Bağın’daki Kureyşan Ocağı’nın kurucusu Hacı Kureyş’tir. Baba Mansur, bu tarihten 34 yıl önce ölmüştür. Bağın ve Hüsnü Mansur’a bu Türk boylarıyla birlikte gelip, boyları buralara yerleştirdiği, dergâhını kurduğu doğru olabilir. Ama Alaedin Keykubat döneminde ocağın başındaki o değildir. Soykütüğü de zaten “Şah Mansur” adlı birinden söz eder. Bu, Baba Mansur evlatlarından biri olmalıdır. 1232 yılında soykütüğü düzenlendiği yıllarda ocağın temsilcisi Baba Mansur değil, Şah Mansur’dur. Bu kişi ya Baba Mansur evlatlarından bu addan biridir. Ya da o dönem yaşayan kimsenin adına şecerede değinilmemiş, doğrudan ocak kurucusunun adıyla anılmıştır.

Bir başka görüş Baba Mansurluların, Ahmed Yesevi’nin birinci halifesi Mansur Ata’dan değil, Hallac-ı Mansur’dan geldikleri yolundadır. Hallac-ı Mansur’un ünlü ve tasavvufi niteliği kimi Baba Mansurluları da bu görüşü kabule götürmüştür.

Bilindiği gibi, Hallac-ı Mansur 922 yılında ölmüştür. Anadolu’ya da kesinlikle gelmemiştir. O dönemler Anadolu’ya da Türk / Türkmen göçü pek yoktur. Bireysel ve küçük kümeler vardır. Türk göçü, daha sonraki yüzyıllarda yoğun olarak olmuştur. Hallac-ı Mansur’un çalışma alanı Anadolu Türkleri üzerinde değil (zaten bu dönemler Anadolu Türklüğü yoktur), Asya Türklüğü üzerindedir. Hallac’ın çocukları ve torunları ise Anadolu’ya değil, Kahire, Şam, Filistin ve Kuveyt’e göç edip, oralara yerleşmişlerdir. Yalnız Hallac-ı Mansur düşüncesi daha sonraki yıllarda Türk / Türkmen göçleriyle birlikte Anadolu’ya gelecek ve Alevi inancında yerini alacaktır. Alevi cemlerindeki “Mansur Darı” bu etkiden kaynaklanmaktadır.

Hikmet SINIK

İlgili Bağlantı

https://independent.academia.edu/h%C4%B1kmets%C4%B1n%C4%B1k

/sö