Ali konusu, Alevilik’te en çok tartışılan konuların başında geliyor. İslâm tarihçilerinin anlattığı Ali figürüyle, Alevi deyişlerinde bahsedilen tanrı Ali figürleri birbiriyle çelişmekte hatta çatışmaktadır. Aşağıda hem tarihsel hem de mitolojik Ali’den bahseden iki görüşe yer vermeye gayret ettik. Yazı içinde geçen iddialar yazarına aittir.

Tarihsel Ali

Ebü’l-Hasen Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (ö. 40/661)

Hz. Peygamber’in damadı, Hulefâ-yi Râşidîn’in dördüncüsü.

Hicretten yaklaşık yirmiiki yıl önce (m. 600) Mekke’de doğduğu rivayet edilmektedir. Babası Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Ebû Tâlib’in en küçük oğludur. Mekke’de baş gösteren kıtlık üzerine Hz. Peygamber amcası Ebû Tâlib’in yükünü hafifletmek için onu himayesine almış, Hz. Ali beş yaşından itibaren hicrete kadar onun yanında büyümüştür. Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman edenlerdendir. Ancak Hz. Hatice ile aynı zamanda veya ondan hemen sonra yahut da Hz. Hatice ve Hz. Ebû Bekir’den sonra iman ettiği hususu, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında tartışılan bir konudur (bk. Câhiz, el-Osmâniyye, s. 3-13). Bu sırada yaşının dokuz, on veya on bir olduğu rivayet edilir. Bu durumda onun Hz. Hatice’den sonra, yaşına göre, çocuklar arasında ilk inanan ve Hz. Peygamber’le birlikte ilk namaz kılan kimse olduğu ağırlık kazanmaktadır. Hz. Ali’nin hicretten önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Ancak hayatı, menkıbevî ve efsanevî rivayetlerle örülü Şiî kaynaklarda doğumundan itibaren en ince teferruatına kadar ve zengin kerametlerle dolu olarak anlatılır (bk. Ayânü’ş-Şîa, I, 323-562; İbn Şehrâşûb, I, 287 vd.; II, 3-377; III, 2-100).

Mekke müşriklerinin eza ve cefalarını gittikçe artırmaları ve hatta kendisini öldürme hazırlıklarına girişmeleri üzerine Medine’ye hicret etmeye karar veren Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi, kendisini öldürmeye gelecek müşrikleri oyalamak ve yokluğunu gözlemek maksadıyla Mekke’de bırakmıştır. O da geceyi Peygamber’in yatağında geçirerek onun evde olduğu kanaatini uyandırmıştır. Daha sonra da Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri uyarınca Resûlullah’ın kızı Fâtıma, kendi annesi Fâtıma ve yanındakilerle Mekke’den ayrılarak Kubâ’da Hz. Peygamber’e yetişmiştir. Hicretin beşinci ayında muhacirler ile ensar arasında yakınlık ve dayanışma sağlamak amacıyla kurulan muâhât* sırasında Hz. Peygamber Ali’yi kendisine kardeş olarak seçmiş, hicretin 2. yılının son ayında da onu kızı Fâtıma ile evlendirmiştir. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin adlı erkek çocukları ile Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları olmuştur. Hz. Ali Hz. Fâtıma’nın sağlığında başka evlilik yapmamıştır. Fâtıma’nın vefatından sonra ise birçok defa evlenmiş ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir (bk. ALİ EVLÂDI).

Hz. Ali Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılmış, bu savaşlarda Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış ve daha sonraları menkıbevî bir üslûpla rivayet edilen büyük kahramanlıklar göstermiştir. Uhud’da ve Huneyn’de çeşitli yerlerinden yara almasına rağmen Hz. Peygamber’i bütün gücüyle korumuş, Hayber’de ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmış ve bu seferin zaferle sonuçlanarak yahudilere galebe çalınmasında büyük payı olmuştur. Fedek’te Benî Sa‘d’a karşı gönderilen seriyyeyi (6/628) ve Yemen’e yapılan seferi (10/632) sevk ve idare etmiştir. Bu sonuncu sefer üzerine Benî Hemdân kabilesi Müslümanlığı kabul etmiştir. Tebük Gazvesi’nde ise Hz. Peygamber’in vekili olarak Medine’de kalmıştır.

Hz. Ali, Hz. Peygamber’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşması’nı da o yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’deki putları imha etme görevi ona verilmiştir. Hicretin 9. (631) yılında hac emîri olarak tayin edilen Hz. Ebû Bekir’e Mina’da yetişip o sırada inmiş bulunan Tevbe sûresinin ilk yedi âyetini okumak, ayrıca müşriklerle müslümanların bu yıldan sonra hacda bir arada bulunamayacağını ve hiç kimsenin Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyeceğini bildirmek üzere Peygamber tarafından görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazenin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hz. Ali ile Resûlullah’ın yakın akrabasından Abbas, oğulları Fazl ve Kusem ile Usâme b. Zeyd yapmışlardır. Bu sırada Benî Sâide avlusunda toplanan ensar ve muhâcirîn Hz. Ebû Bekir’i halifeliğe seçince Ali ona, Hz. Fâtıma’nın altı ay sonra vuku bulan vefatına kadar biat etmemiştir. Hz. Ali’nin hilâfet makamında gözü olup olmadığı konusu, yahut Ebû Bekir’in hilâfete seçilmesini bir oldu bitti şeklinde değerlendirmesi, Ehl-i sünnet ile Şiîler arasında oldukça tartışmalıdır. Ancak durum ne olursa olsun o, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe seçilişinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Ebû Bekir’e biat eden ashâb-ı kirâm da halife seçiminde, Şiîler’in iddia ettiği nasla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bulundurmamıştır. Onlar Ebû Bekir’i, gelişmekte olan İslâm devletinin savunma ve yayılmasını gerçekleştirebilecek, birliği ve düzeni koruyabilecek kabiliyette oluşu, Kureyş’e mensubiyeti, yaşı ve tecrübesi sebebiyle etrafında saygı uyandırışı, İslâmiyet’i kabuldeki önceliği ve Resûlullah’ın en yakın arkadaşı oluşu gibi vasıflarına dayanarak halife seçmişlerdir.

Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idarî görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Sadece Halife Ömer’in Filistin ve Suriye seyahati sırasında Medine’de askerî vali olarak kalmış, Medine’de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Kur’an ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı hem Hz. Ebû Bekir’in hem de Ömer’in özellikle fıkhî meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahâbî olmuştur. Hz. Ömer zamanında, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği günün İslâm tarihi için başlangıç kabul edilmesine dair teklif de onun tarafından yapılmış ve kabul edilmiştir. İkinci halife Ömer’in 23 (644) yılında âzatlı bir köle tarafından hançerlenmesi üzerine, vefat etmeden önce halife seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi de Ali idi. O, bu şûra tarafından halifeliğe getirilen Hz. Osman zamanında cereyan eden bazı karışıklıklarla ona karşı girişilen hareketleri desteklememekle beraber, başta Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm olmak üzere bir kısım ashapla birlikte zaman zaman çeşitli tenkitlerde bulunmuştur. Halifeyi bazı icraatı, özellikle şer‘î cezaların tatbik edilmemesi sebebiyle Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmakla suçlamıştır. Hz. Ali’nin tenkit ettiği konular arasında, Hürmüzân’a farklı bir kısas uygulaması, içki içen ve sarhoş olarak namaz kıldıran Kûfe Valisi Velîd b. Ukbe’yi ancak ısrar karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina’da seleflerinin aksine namazı iki yerine dört rek‘at kıldırması, Şam Valisi Muâviye b. Ebû Süfyân’ın icraatını açıktan tenkit ettiği için Ebû Zer el-Gıfârî’yi Rebeze’ye sürmesi gibi hususlar sayılabilir. Ali b. Ebû Tâlib bu son vak‘a üzerine Hz. Osman’a açıkça karşı çıkmış ve hatta halifeye rağmen Ebû Zer’i oğullarıyla birlikte Medine’den uğurlamıştır. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr gibi önde gelen sahâbîlerin halifeyi bu tarzda tenkit etmiş olmaları, Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkarak Medine’ye gelen ve idareye karşı ayaklanan isyancıları cesaretlendirmiş ve onlara bu sahâbîlerle görüşmelerde bulunma ve hatta halifenin hal‘inden sonra hilâfet makamına geçme teklifini yapma cüretini vermiştir. Üç büyük sahâbî kendilerine yapılan bu teklifi şiddetle reddetmiş, bilhassa Hz. Ali isyancıları teşebbüs etmekte oldukları işten vazgeçirmek için ciddi ikaz ve nasihatlarda bulunmuştur; ancak onların halifenin evini kuşatmalarına engel olamamıştır. Olayların gelişmesi üzerine de oğulları Hasan ile Hüseyin’i halifenin evinin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını esirgememiştir. Bütün bu tedbirlere rağmen halife isyancılar tarafından şehid edilmiştir (35/656).

Hz. Osman şehid edilince Ümeyye soyuna mensup olanlar Medine’den süratle uzaklaşmış ve böylece şehir bütünüyle isyancıların hâkimiyetine girmiştir. Daha sonra Abdullah b. Ömer, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Mugıre b. Şu‘be, Muhammed b. Mesleme ve Üsâme b. Zeyd’in de aralarında bulunduğu ashap mescidde toplanarak yeni halife seçimine gitmişlerdir. Ali b. Ebû Tâlib kendisine yapılan hilâfet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr’e yöneltmiş, fakat ısrar üzerine biatı kabul etmiştir. Bu biatın tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır. Bir kısmına göre (Taberî, I, 3066) biat Hz. Osman’ın şehid edildiği gün (18 Zihlicce / 17 Haziran), bir kısmına göre ise (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 192) beş gün sonra oluşmuştur.

Biattan sonra Hz. Ali’yi bekleyen en önemli mesele, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri bulan bir kalabalık (Dîneverî, s. 163), “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyorlardı. Halifenin şehre, tamamen hâkim durumda olan âsilerle hemen başa çıkamayacağı açıktı. Bu durumda ortalığın yatışmasını beklemek en doğru yoldu. Yeni halifeyi bu karara sevkeden muhtemel âmillerden biri de kendisine fiilen yalnız Medine’de biat edilmiş olması, diğer vilâyetlerde durumun henüz aydınlığa kavuşmamış bulunması idi. Nitekim Şam valisi ve Hz. Osman’ın yeğeni Muâviye, kendisini biata davet için gelen elçiye, Ali’nin isyancıların suç ortağı olduğunu iddia ederek red cevabı vermiş ve Osman’ın kanını dava edeceğini göstermişti. Bunun üzerine Hz. Ali, önceleri Hz. Osman’a karşı muhalefeti desteklerken şimdi kendisini halife olarak tanımak istemeyen Hz. Âişe’yi, ayrıca dört ay sonra Âişe’nin saflarına katılan Talha ve Zübeyr’i itaata davet için acele kuvvet toplamak ve Basra üzerine yürümek zorunda kaldı. Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmayı samimi olarak isteyen, ancak uygun şartların doğmasını beklediği anlaşılan halifeye karşı Muâviye’nin gösterdiği bu menfi tutumun, ayrıca Mekke’de bulunan Emevî ailesi mensuplarının yanında yer alan bazı sahâbîlerin bu davranışlarının gerçek sebeplerini izah edebilmek, mevcut bilgilerle mümkün görünmemektedir.

Hz. Âişe’nin önderliğindeki ordu ile hilâfet ordusu basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşılaştı (15 Cemâziyelâhir 36 / 9 Aralık 656). Tarihte Cemel Vak‘ası adıyla meşhur olan savaş sonunda Hz. Ali galip geldi, Talha ve Zübeyr de dahil olmak üzere pek çok müslüman öldü. Bu savaşta ölenlere çok üzülen ve cenaze hizmetlerini bizzat yürüten halife, Âişe’yi hanımlardan oluşan bir heyet refakatinde Medine’ye gönderdi. Beytülmâldeki paraları ve savaş meydanında ele geçen mal ve silâhları ordusuna ganimet olarak dağıttıktan ve kendisine karşı harekete geçenlerle hesaplaştıktan sonra Muâviye’yi tekrar biata davet etti, fakat sonuç alamadı. Bu yüzden müslümanlar bu defa Sıffîn’de karşı karşıya geldiler (Zilhicce 36 / Haziran 657). Süvari ve piyade kuvvetlerinin üç ay süren ve tarafları oldukça bıktıran mücadeleleri, “leyletü’l-herîr” adıyla meşhur olan 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) gecesi cuma sabahına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Halife, ünlü kumandanı Mâlik el-Eşter vasıtasıyla Muâviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi indirmek üzere iken ümidini kaybeden Muâviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi (Müberred, s. 1232; Taberî, I, 3330), fakat Mısır fâtihi Amr b. Âs imdadına yetişerek iki taraf arasındaki ihtilâfın halledilmesi için Allah’ın kitabının hakemliğine başvurulması tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Muâviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak taşıttı, askerleri de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının ucuna bağlayarak, “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun!” diye bağırdılar. Bu hareket Ali b. Ebû Tâlib’in ordusundaki kurrâ*nın üzerinde Amr’ın beklediği tesiri icra etti, halife bunun bir hile olduğu hususundaki ikazlarına rağmen ordusuna söz dinletemedi ve kurrâdan bir çoğunun ısrarıyla hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Hz. Ali istemeyerek Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi hakem tayin etti, Muâviye de Amr b. Âs’ı hakem seçti. Taraflar Sıffîn’de, hakemlerin Allah’ın kitabı, gerektiğinde de Resûlullah’ın sünneti ile hükmetmeleri şartıyla anlaştılar (13 veya 17 Safer 37 / 31 Temmuz veya 4 Ağustos 657). Ancak 70.000 müslümanın öldüğü Sıffîn Savaşı’nın sonunda hakemlerin belirlenmesine rağmen halifenin ordusundaki Temîmliler’den bazıları, “Lâ hükme illâ lillâh” sloganıyla hakem olayına karşı çıktılar; Hz. Ali’nin hakem tayin etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kurân-ı Kerîm’in buyruğuna uyarak (el-Hucurât 49/9) isyancılarla Allah’ın emrine itaat edinceye kadar savaşmasını istediler. Hz. Ali de Allah’ın bu emrini işin başında kendilerine hatırlatmasına rağmen kendisini dinlemediklerini, şimdi ise karşı tarafla bir anlaşmaya gidildiğini, dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in hükmüne göre (en-Nahl 16/91) bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Bunun üzerine, çoğunluğu Temîm kabilesine mensup yaklaşık 10.000 civarındaki asker halife ile birlikte Kûfe’ye dönmeyerek Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildiler. Halife Harûrâ’ya gidip onlarla konuştu, 6000 kişilik bir grup kendisiyle beraber Kûfe’ye döndü. Geride kalan ve daha sonra Hâricîler diye anılacak olan 4000 kişilik bir kuvvet ise Nehrevan’a gitti.

Bu arada hakemler ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki Dûmetülcendel’de yaptılar ve Hz. Osman’ın icraatının, katlini gerektirecek bir gayri meşrûluk taşımadığı, dolayısıyla haksız yere öldürüldüğüne dair ilk kararlarını aldılar. Hz. Ali ise kuvvetlerini toplayıp yeniden Muâviye ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu arada Nehrevan’da bulunan Hâricîler’i ikna etmek için kendilerine mektup yazdıysa da sonuç alamadı. Hâricîler’in ashaptan Abdullah b. Habbâb ve hamile karısını sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için hunharca katletmeleri üzerine, Hâricî meselesini hallettikten sonra Şam’a yürümeye karar verdi. Nehrevan’daki Hâricîler Hz. Ali’nin kendilerine yaptığı teklifleri reddederek savaşı başlattılar. 9 Safer 38 (17 Temmuz 658) tarihinde vuku bulan şiddetli çarpışmada Hâricîler’in tamamına yakını hayatlarını kaybettiler. Hz. Ali bu savaştan sonra Şamlılar’a karşı harekete geçmek üzere Nuhayle’de konakladı. Kûfe’de kalan ve ehl-i Nuhayle denilen yaklaşık 2000 kişilik bir Hâricî topluluğuyla konuşarak onlardan ya kendisine iltihak edip Şamlılar üzerine yürümelerini veya geri dönmelerini istediyse de Hâricîler kendisini küfürle itham ederek bu isteğini geri çevirdiler. Yapılan savaşta birçoğu öldürüldü; geri kalanları da Mekke’ye kaçtı. Bütün bu hadiseler üzerine bıkkınlık ve yılgınlığa düşen askerleri artık savaşmak istemediklerini söyleyince, halife Kûfe’ye dönmek ve Muâviye’ye karşı faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı.

Esasen hakemler Dûmetülcendel’deki ilk toplantılarından sonra Şâban 38’de (Ocak 659) Ezruh’ta bir araya geldiklerinde, Ali b. Ebû Tâlib ile Muâviye b. Ebû Süfyân’ın her ikisinin de azledilerek halifenin bir şûra tarafından seçilmesi kararına varmışlardı. Bu karar önce Hz. Ali’nin hakemi Ebû Mûsâ tarafından açıklandı; söz sırası Muâviye’nin hakemi Amr b. Âs’a gelince o hilâfet makamına Muâviye’yi tayin ettiğini bildirdi. Ebû Mûsâ’nın bu karara karşı çıkmasına rağmen durum değişmemiş ve neticede hakem olayı hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmüş, İslâm dünyasını da birtakım siyasî ve içtimaî huzursuzluklara sürüklemişti. Halkın bir kısmının Hz. Ali’yi, bir kısmının da Muâviye’yi halife olarak tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıkmıştı. Hz. Ali hakem olayından sonra Kûfe’ye çekilip Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, fakat savaşmaktan bıkmış sebatsız Iraklı askerlerden yeterli destek görememişti. Nihayet büyük gayret sarfederek 40.000 kişilik bir ordu teşkil edebilmiş ve sefere hazırlanmıştı. Ancak Kûfe’de, intikam arzusu ile yanıp tutuşan Hâricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra 19 veya 21 Ramazan 40’ta (26 veya 28 Ocak 661) vefat etmiş ve Kûfe’ye (bugünkü Necef) defnedilmişti. Bu sırada Muâviye Suriyeliler’in tam desteğini sağlayarak başta Mısır olmak üzere Hz. Ali’nin hâkimiyetindeki birçok yeri le geçirmiş ve Emevî Devleti’nin temellerini atmıştı.

Ali b. Ebû Tâlib ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve genişti; yüzü güzeldi, gülümserken dişleri görünürdü. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen “Ebû Türâb” lakabından başka “el-Murtazâ” ve “Esedullahi’l-galib” gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları “Kerremallahu vecheh” dua cümlesiyle anılmıştır. Onun, İslâm’ın yayılış tarihinde ve müslümanlar arasındaki ilim, takvâ, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâkî ve insanî vasıflar bakımından müstesna bir mevkie sahip bulunduğunu, Kur’an ve Sünnet’i en iyi bilenlerden biri olduğunu hemen hemen bütün Sünnî ve Şiî kaynaklar ittifakla belirtirler. O aynı zamanda tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olması sebebiyle İslâm tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır. Her şeye rağmen Hz. Ali’nin tarihî şahsiyetini, meziyetlerini ve özelliklerini tam anlamıyla doğru bir şekilde belirleyebilmek çok güçtür; çünkü gerek faaliyetleri gerekse kendisine atfedilen konuşmaları ve şiirleri hakkında son derece farklı rivayetler mevcuttur. Kesin olan husus, onun Kur’an ve Sünnet’e tam anlamıyla bağlı, dünyevî işlerden uzak kalmayı dileyen, İslâm tarihinin Cemel, Sıffîn, Nehrevan gibi talihsiz vak‘aları sonunda göz yaşı döküp muhaliflerinin iman ve hidayetleri için dua edecek kadar hassas, takvâ sahibi ve idealist bir mümin olduğudur. Ancak Şiî dünyası, onun İslâm kamuoyunda benimsenmiş olan özellikleriyle yetinmeyip bir fırka olarak teşekküllerindeki esas ve temel unsur olan imâmet vasfı ve hakkı üzerinde ısrarla durur ve bu hususta Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’in mantığıyla çoğu zaman uyuşmayan pek çok asılsız menkıbeler ve hatta hadisler ileri sürer. Onlara göre Ali b. Ebû Tâlib, bizzat Hz. Peygamber tarafından Allah’ın emriyle kendisinden sonra ümmetin başına imam ve halife olarak tayin edilmiş, Hz. Peygamber de nübüvvetinin ilk yıllarından başlamak üzere muhtelif vesile ve delillerle bu konuyu ümmetine bildirmiş veya göstermiştir. Ancak Şiîler’in bu görüşünü İslâm’ın genel prensipleri ve hukuk anlayışıyla bağdaştırmak mümkün görülmediği gibi, bunun büyük müslüman çoğunluğunun telakkisine ve tarihî gerçeklere de ters düştüğünü söylemek lâzımdır (ayrıca bk. HİLÂFET, İMÂMET, ŞÎA).

BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Ferâ’iż”, 3; Müslim, “Cihâd”, 51, 52, 54, 56; Vâkıdî, el-Meġāzî, II, 562-563; III, 984-988, 1079-1083, ayrıca bk. İndeks; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 245-247, ayrıca bk. İndeks; İbn Sa‘d, et-Tabakāt, III, 19-40; Câhiz, el-Osmâniyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1374/1955, s. 3-13; a.mlf., Risâle fi’l-Hakemeyn (nşr. Ch. Pellat), el-Meşrık, LII/4-5, Beyrut 1958, s. 417-491; İbn Kuteybe, el-Ma’ârif (Sâvî), s. 88-96; Dîneverî, el-Ahbârü’t-tıvâl (nşr. Abdülmün‘im Âmir), Kahire 1960, s. 163; Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ahmed ed-Dâlî), Beyrut 1406/1986, I, 422-429; III, 1079-1080, 1098-1100, 1105-1108, 1114, 1122, 1232, ayrıca bk. İndeks; Ya‘kūbî, Târîh, II, 178-214; Taberî, Târîħ (de Goeje), I, 3066-3476, ayrıca bk. İndeks; İbn Abdürabbih, el-’İkdü’l-ferîd, IV, 310-361; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-zeheb (Abdülhamîd), II, 358-438; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 190-406; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, IV, 91-125; Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâzü’n-nadire fî menâkıbi’l-’aşere, Beyrut 1405/1984, III, 103-239; D. M. Donaldson, The Shi’ite Religion, London 1933; Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetü’l-kübrâ II: Alî ve benûh, Kahire 1966; Atâ Mahy-ud-din, Ali-The Super Man, Lahore, ts.; Abdülbâki Gölpınarlı, Mü’minlerin Emîri Hz. Ali, İstanbul 1978; M. Javad Chirri, The Brother of the Prophet Mohammed (The İmam Ali), Michigan 1979-82, I-II; E. Ruhi Fığlalı, İbâdiyye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983; a.mlf., İmâmiyye Şîası, İstanbul 1984; Sulayman Kattanî, İmam Ali-Source of Light, Wisdom and Might, Cambridge 1983; Muhammed Seyyid el-Vekîl, Cevle târîhiyye fî asri’l-hulefâi’r-râşidîn, Cidde 1406/1986, s. 417-620; Hans-Jürgen Kornrumpf, “Untersuchungen zum Bild alıs und des frühen Islams bei den Schiiten”, Isl., XLV/1-2 (1969), s. 1-63; C. L. Huart, “Ali”, İA, I, 306-310; L. Veccia Vaglieri, “Alī b. Abī Tālib”, EI² (İng.), I, 381-386; Muhammed Hamîdullah – Murtazâ Hüseyin Fâzıl, “Alî b. Ebî Tâlib”, UDMİ, XIII/2, s. 24-72; I. K. Poonawala a E. Kohlberg, “Alī b. Abī Taleb”, EIr., I, 838-848. Şiî kaynakların başlıcaları şunlardır: Küleynî, el-Usûl mine’l-Kâfî, Tahran 1368, I-II; Şeyh Müfîd, Evâ’ilü’l-makâlât, Tebriz 1364; a.mlf., el-İfsâh, Necef 1368; İbn Şehrâşûb, Menâkıbü Âli Ebî Tâlib, Necef 1375-76/1956, I, 287 vd.; II, 3-377; III, 2-100; Muhammed b. Yûsuf el-Gencî Kifâyetü’t-tâlib fî menâkıbı Alî b. Ebî Tâlib (nşr. Muhammed Hâdî el-Emînî), Tahran 1404; Ebû Ca‘fer Rüstem et-Taberî, el-Müsterşid, Necef, ts.; Muhammed Rızâ, el-İmâm Alî b. Ebî Tâlib, Beyrut, ts.; A’yânüş-Şî’a, I, 323-562.

Ethem Ruhi Fığlalı

İlmî Şahsiyeti

Hz. Ali ashâb-ı kirâm arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhî konulara dair olup bunları Hz. Peygamber’den ve Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdâd b. Esved ve hanımı Hz. Fâtıma’dan duymuştur. Kendisinden de oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye, diğer sahâbîlerden Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Berâ b. Âzib, Ebû Saîd el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebü’l-Esved ed-Düelî, Ebû Vâil Şakık b. Seleme, Şa‘bî, Abdurrahman b. Ebû Leylâ ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tâbiî rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadislerin tamamı 586’dır. Bunlardan yirmisi hem Buhârî hem de Müslim’de yer almakta, ayrıca dokuzu sadece Sahîh-i Buhârî’de, on beşi de Sahîh-i Müslim’de bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemâil*ine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahîfe*si vardı. Bizzat kendisinin belirttiğine göre bu sahîfe diyete dair hükümlerle düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kâfir için müslümanın öldürülemeyeceği, Medine’nin Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi (Buhârî, “‘İlim”, 39, “Cihâd”, 171, “Cizye”, 10, 17). Söz konusu sahîfe, Rifat Fevzi Abdülmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek Sahîfetü Alî b. Ebî Tâlib adıyla Kahire’de yayımlanmıştır (1406/1986). Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm ile bu sahîfenin dışında Hz. Peygamber’den özel bir tâlimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla belirtmiştir (bk. Müslim, “Edâhî”, 43-45). Hilâfeti zamanında, hadislerin dikkatle rivayet edilmesini temin maksadıyla, Hz. Peygamber’e aidiyetini kesin olarak bilmediği hadisleri nakledenlere, onları Resûl-i Ekrem’den duyduklarına dair yemin ettirirdi (Tirmizî, “Tefsîr”, 4). Herkesçe bilinen hadislerin rivayet edilmesi gerektiğini söyler, bu vasfı taşımayan ve güvenilmeyecek derecede zayıf olan (münker*) rivayetlerle meşgul olmayı menederdi.

Kur’ân-ı Kerîm konusundaki derin bilgisinden faydalanmak isteyenleri kendisine soru sormaya teşvik eder, âyetlerin nerede ve ne zaman nâzil olduğunu çok iyi bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vâkıf olan sayılı sahâbîlerden biri de o idi. Ne yazık ki aşırı taraftarları hadis konusunda yaptıkları gibi tefsir ilminde de ona birçok görüş nisbet ettikleri için, Kur’an tefsirine dair güvenilebilir pek az kanaati kaynaklara intikal edebilmiştir. Ondan rivayet edilen tefsire dair bilgilerin güvenilir üç tarik*i şöyledir: 1. Hişâm b. Hassân el-Ezdî Muhammed b. Sîrîn Abîde es-Selmânî Ali b. Ebû Tâlib. 2. Abdullah b. Abdurrahman b. Ebû Hüseyin Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî Ali b. Ebû Tâlib. 3. Zührî Ali b. Zeynelâbidîn babası Hüseyin b. Ali babası Ali b. Ebû Tâlib. Talebesi Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Ali b. Ebû Tâlib’den daha güzel Kur’an okuyan birini görmediğini söylemiştir. Ondan arz* yoluyla kıraat öğrenen diğer tâbiîler arasında Ebü’l-Esved ed-Düelî ve Abdurrahman b. Ebû Leylâ da bulunmaktadır.

Ali b. Ebû Tâlib Yemen’de kadılık yapmıştır. Hz. Peygamber Hâlid b. Velîd’den sonra onu bu görevle Yemen’e göndermek istediği zaman, kendisi ilmî durumunun böyle bir vazifeyi başarıyla yürütmeye elverişli olmadığını ileri sürmüş, fakat Hz. Peygamber elini onun göğsüne koyarak kendisini teskin etmiş, Allah Teâlâ’nın ona doğruyu ilham edeceğini ve hakkı söyleteceğini belirterek tereddütlerini gidermiş, orada nasıl hükmetmesi gerektiğini öğretmiştir (Ebû Dâvûd, “Akđiye”, 6; Tirmizî, “Aĥkâm”, 5; Müsned, I, 83, 88, 111, 136, 149, 156). Vedâ haccında Hz. Peygamber’le birlikte haccetmek için Yemen’den yola çıkmış ve Mekke’de buluşmuşlardır. Onun hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı Hz. Ömer tarafından, “En isabetli hüküm verenimiz Ali idi” şeklinde ortaya konulmuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 2/6). Bu sebeple ilk üç halife önemli meselelerde onun fikrini almayı ihmal etmemişlerdir. Diğer sahâbîler de görüşlerinin doğruluğuna inandıkları için hakkında fikir beyan ettiği dinî bir meseleyi başkalarına sorma ihtiyacını duymamışlardır. Ashabın en âlim simalarından biri olduğu halde ondan İbn Ömer, İbn Abbas gibi genç sahâbîlerden daha az bilgi nakledilmesinin sebebi, hilâfet yıllarının tamamen savaşlarla ve ortaya çıkan fitneleri bastırmakla geçmiş olması, geniş fıkıh ve tefsir bilgilerini genç nesillere aktarmaya fırsat bulamamasıdır. Ötekilerin bu konudaki en büyük avantajları, Hz. Ali’ye nisbetle daha uzun bir ömür yaşamış olmalarıdır. Muhammed Revvâs Kal‘acî’nin derleyip yayımladığı Mevsûatü fıkhi Alî b. Ebî Tâlib (Dımaşk 1403/1983, 648 sayfa) adlı esere bakarak onun İslâm hukuku sahasındaki geniş kültürü hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Hz. Ali’nin nahiv ilminin esaslarını ortaya koyduğuna dair rivayetin güvenilir bir kaynağı yoktur. Cifr* ilminin ona nisbet edilmesi ise tamamen asılsız bir iddiadır.

Fesahati ve üstün hitabeti ile de tanınan Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledilegelmiştir; fakat onun düşünce ve hitabetine has özelliklerden yoksun siyasî-dinî görünümlü bazı hitabe ve mektupları şair ve edip Şerîf er-Radî (ö. 359/969) tarafından bir araya getirilmiştir (bk. NEHCÜ’l-BELÂGA). Şiîler bu eserdeki sözlerin Hz. Ali’ye ait olduğunda şüphe etmedikleri halde Sünnîler bunları haklı olarak tereddütle karşılamakta ve bu rivayetlerin çoğunun onunla bir ilgisi bulunmadığını kabul etmektedirler. Ali b. Ebû Tâlib’e nisbet edilen ve birçok şerhleri yazılan Envârü’l-ukūl min eşâri vasiyyi’r-Resûl adlı divanın da onunla bir ilgisi yoktur. Dîvânü emîri’l-müminîn Alî b. Ebî Tâlib vb. adlarla anılan bu eser birçok defa basılmıştır (bk. Serkîs, Mu’cem, I, 1354). Aynı şekilde ona nisbet edilen el-Ķasîdetü’z-zeynebiyye, el-Ķasîdetü’z-zebûriyye, el-Ķasîdetü’l-cülcülûtiyye, Muhammes, Cünnetü’l-esmâ, Münâcât gibi eserler de bulunmaktadır (bk. Sezgin, II, 279-281). Güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali’nin herhangi bir eserinden söz edilmediği gibi onun eşsiz fesahat ve belâgatı yanında bu beyitlerin ona aidiyetini kabul etmek de mümkün değildir. Ayrıca Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden derlendiği ileri sürülen Elf kelime (Beyrut 1329), Emsâlü’l-İmâm ‘Alî (İstanbul 1302), Ġurerü’l-hikem ve dürerü’l-kilem (Leiden 1774), Matlûbü külli tâlib min kelâmi ‘Alî b. Ebî Tâlib (Leipzig 1837) gibi kitaplar da bulunmaktadır.

Hz. Ali’nin hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır: “İnsanlara anlayacakları şeyleri (veya hadisleri) söyleyiniz. Aksi halde Allah ve Resulü’nün yalanlanmasına gönlünüz razı olur mu?” “İnsanlar uykudadır; öldükleri zaman uyanacaklardır.” “Kişi bilmediğinin düşmanıdır.” “Her şey azaldıkça, ilim ise arttıkça kıymetlenir.” “Size en büyük âlimin kim olduğunu haber vereyim mi? Allah’ın kullarına onun yasaklarını cazip göstermeyen, Allah’ın verdiği mühlete aldanıp da onlara ilâhî azaptan kurtulduklarını telkin etmeyen ve O’nun rahmetinden ümit kesilmesine sebep olmayan kimsedir.”

Fazileti

Aşere-i mübeşşere*den olan Hz. Ali’nin fazilet ve menkıbelerine dair rivayetler, Ahmed b. Hanbel’in de dediği gibi, diğer sahâbîler hakkında nakledilen rivayetlerle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bazı ilim adamlarına göre, Hz. Ali’ye muhalif olan Emevî yöneticilerden bir kısmının onun faziletleri hakkında rivayette bulunanları tehdit etmeleri, buna karşılık sahâbîlerin onunla ilgili olarak Hz. Peygamber’den duydukları her sözü, gördükleri her olayı özellikle tesbit etmeye gayret etmeleri bu rivayetlerin çoğalmasına imkân hazırlamıştır. Diğer taraftan Şiîler’le onu bâtıl davaları adına istismar eden fırkalar, fazileti konusundaki sahih haberlerle yetinmemişler, daha onun sağlığında, diğer halifelerden üstünlüğüne dair kendisini bile rencide eden hadisler uydurmuşlardır. Nitekim Şiî âlimlerden İbn Ebü’l-Hadîd, fezâil* ile ilgili uydurma hadislerin ilk defa Şiîler tarafından ortaya konduğunu ve Ali b. Ebû Tâlib hakkında pek çok hadis uydurulduğunu söylemektedir (Şerĥu Nehci’l-belâġa, III, 26). Gerek onun gerekse ehl-i beytinin fazileti konusunda Kûfeliler’ce 300.000’den fazla hadis uydurulduğuna dair rivayet (İbn Arrâk, I, 407) mübalağalı olsa bile, bu konuda yine de bir fikir vermektedir. İmam Nesâî’yi Hz. Ali’nin faziletlerine dair rivayet edilebilir durumdaki hadisleri Kitâbü’l-Hasâ’is fî fazlı Alî b. Ebî Tâlib adlı eserde (Kahire 1308) toplamaya sevkeden önemli sebeplerden biri, onun hakkında pek çok hadisin uydurulmuş olmasıdır. Bununla beraber eserde yer alan Hz. Ali ile ilgili kırk kadar konudaki 200’e yakın rivayetin hepsi de aynı sağlamlıkta değildir. Ahmed b. Hanbel Kitâbü Fezâ’ili’s-sahâbe adlı eserinde (Mekke 1403/1983) Hz. Ali’nin faziletlerine dair rivayetlerden 300 kadarını toplamıştır (II, 563-728). Eseri neşre hazırlayan Vasiyyullah b. Muhammed Abbas’ın titiz çalışmalarından anlaşıldığına göre bu rivayetlerin elliye yakını sahih*, pek azı hasen*, on yedisi mevzû*, geri kalanları da güvenilemeyecek derecede zayıf*tır.

Hz. Ali’nin faziletleri hakkında aşırı Şiî guruplar (Galiyye*) tarafından uydurulan hadislerin önemli bir kısmı İslâmî ölçülerle bağdaşmayacak mahiyettedir. Meselâ öldükten sonra onun dünyaya tekrar döneceğine veya öldürülmeyip hâlâ yaşadığına, onda ilâhî bir özellik bulunduğuna, bulutta gizlendiğine, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de kamçısı olduğuna ve Hz. Peygamber’den sonra onun peygamber olarak gönderileceğine dair rivayetler bu kabildendir. Öte yandan Hz. Peygamber ile Hz. Ali’nin aynı nurdan yaratıldıklarına, meleklerin onlar için yedi yıl istiğfar ettiğine, Hz. Ali’nin insanların en hayırlısı olduğunu inkâr edenlerin dinden çıktığına dair rivayetlerle benzeri pek çok haberin Hz. Peygamber tarafından söylenmediği muhakkaktır (İbn Arrâk, I, 351-371, 392-407; Şevkânî, s. 342-384). Kurân-ı Kerîm’deki “sebîl, sırât-ı müstakîm, vesîle, hablüllah, el-urvetü’l-vüska, nur, hüdâ, hâdî, şâhid, sıddîk, fâruk, iman, islâm, rıdvan, ihsan, cennet” gibi terimlerle Hz. Ali’nin kastedildiğini, bazan Hz. Peygamber’e isnad ettikleri uydurma hadislerle, bazan da İbn Abbas, İmam Bâkır gibi sahâbî ve âlimlere nisbet ettikleri yorumlarla ispatlamaya çalışmışlardır (İbn Şehrâşûb, III, 71-103). Hz. Ali’ye bağlılıkta İslâmiyet’le bağdaştırılamayacak tarzda aşırı davranan fırkalar içinde onun Hz. Peygamber’e denk veya ondan üstün olduğuna inananlar bulunduğu gibi, onu Hz. Peygamber’i nebî olarak gönderen ilâh kabul edenler de vardır (EIr., I, 845-846). Bu sebeple Ali ile ilgili olarak uydurulan haberler birbirinden farklı karakterler arzetmektedir.

Hz. Ali’nin faziletlerine dair, yukarıda zikredilenler gibi asılsız olmamakla beraber, muhaddislerin birçoğu tarafından zayıf olarak değerlendirilen rivayetler de vardır. Bunlardan biri şöyledir: Bir gün Hz. Peygamber’e kızartılmış bir kuş takdim edilmişti. O da Allah Teâlâ’ya, “Bunu benimle yemek üzere en sevdiğin kulunu gönder” diye dua etti. Derken Ali geldi; birlikte yediler (Mübârekfûrî, X, 223-225; diğer rivayetleri için bk. Heysemî, IX, 125-126; İbn Hacer el-Askalânî, el-Metâlibü’l-âliye, IV, 61-63). Hadisin çeşitli rivayetlerinde Hz. Âişe’nin veya Enes b. Mâlik’in, kendi yakınlarından birinin bu şerefe nâil olmasını istedikleri için kapıya kadar gelmesine rağmen Ali’yi içeri almadıkları, fakat sonunda onu kabul etmek zorunda kaldıkları anlatılmaktadır. Tirmizî hadisin zayıf (garîb) olduğunu söylemektedir. Hz. Ali ile ilgili olarak hadis âlimlerinin üzerinde en çok tartıştığı rivayetlerden biri de “…أنا مدينة العلم” hadisidir. Hz. Peygamber’den sonra ilim ve hikmet kaynağının Ali olduğunu ifade eden bu haber, “أنا مدينة العلم وعلي بابها” veya “أنا دار الحكمة وعلي بابها” gibi değişik lafızlarla da rivayet edilmiştir. Hz. Ali’nin Resûlullah’tan gayb* ilmini öğrendiği, ondan mânevî ilimler tahsil ettiği, bu sebeple de ilim öğrenmek isteyenin mutlaka ondan feyiz alması gerektiği iddiası bu rivayete dayandırıldığı gibi, hilâfetin sadece Ali ve evlâdına ait bir hak ve imtiyaz olduğu görüşü de bu ilim telakkisiyle desteklenmektedir. Ancak daha Resûl-i Ekrem’in sağlığında ve sonraki devirlerde kıraat, tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin muhtelif sahâbîlerden öğrenildiği bilinmektedir. Bu sebeple ilim kapısının sadece Hz. Ali olduğunu ileri sürmek isabetli bir görüş değildir. Onun Hz. Peygamber’den özel bir ilim ve tâlimat almadığı da -yukarıda belirtildiği üzerekendi ifadesiyle sabittir. Dolayısıyla bu hadise dayanarak mânevî ilimlerin sadece onun vasıtasıyla elde edilebileceğini iddia etmek mümkün değildir. Tirmizî hadisin “أنا دار الحكمة” rivayetini almış (“Menâkıb”, 20), bu rivayetin garîb ve münker olduğunu ifade etmiştir. İbnü’l-Cevzî gibi âlimler hadisin mevzû olduğunu belirtirken Hâkim muhtelif rivayetlerini vererek sahih olduğunu ileri sürmüş (el-Müstedrek, III, 126-127), Zehebî ise Hâkim’in görüşüne katılmayarak mevzû olduğunda hiçbir şüphe bulunmadığını söylemiştir. İbn Hacer her iki görüşe de katılmayarak hadisin hasen olduğunu ifade etmiştir. el-Burhânü’l-celî fî tahkıki intisâbi’s-sûfiyye ilâ Alî adlı eserinde İbn Teymiyye’ye ve diğer bazı âlimlere ağır hakaretler ederek Hz. Ali’ye mânevî velâyetin verildiğini ispata çalışan Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî, söz konusu hadisin sahih olduğuna dair Fethu’l-melîki’l-alî bi-sıhhati hadîsi bâbi medîneti’l-ilm Alî adıyla bir kitap yazmıştır (Kahire 1389/1969, 117 s.). Muhaddislere rağmen bu hadisin sahih olduğunu kabul eden tasavvuf erbabı, Hz. Ali’nin yoğun hilâfet işleri sebebiyle tasavvufun esaslarını geniş bir şekilde açıklamaya fırsat bulamamış olsa bile bu ilmin esaslarını Hz. Peygamber’den öğrendiğini, bu esasları ondan da Hasan-ı Basrî’nin elde ettiğini ileri sürerler. Hadis âlimleri bu görüşe de karşı çıkarak Hasan-ı Basrî’nin Hz. Ali’yi kısa bir süre görmekle beraber ona talebelik etmediğini belirtirler (İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, II, 263-267).

Hz. Ali’nin faziletine dair sahih hadisler de vardır. Aşırı Şiî gruplar çok defa bu rivayetlerle yetinmeyerek onlara çeşitli ilâveler yapmışlar ve böylece ilk halifenin Ali b. Ebû Tâlib olması lâzım geldiği hususundaki iddialarını güçlendirmek istemişlerdir. Bu nevi rivayetlerin en meşhuru Gadîr-i Hum (غدير خم) hadisidir. Gadîr-i Hum’a dair haberlerin en güvenilir olanı Zeyd b. Erkam’ın rivayet ettiği hadistir. Buna göre, Hz. Peygamber Mekke ile Medine arasında bulunan Hum suyu başında bir konuşma yapmış, Allah’a hemdü senâdan ve ashabına bazı öğütlerde bulunduktan sonra onları vefatını müteakip Allah’ın kitabına sarılmaya ve Ehl-i beyt’ine sahip çıkmaya teşvik etmiştir (Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 36; Müsned, IV, 366-367). İbn Mâce’nin es-Sünen’indeki Berâ b. Âzib’den rivayet edilen zayıf bir hadise göre Hz. Peygamber hacdan dönerken yolda bir yerde konaklamış, namaz kılınacağını ilân ettikten sonra Hz. Ali’nin elini tutmuş, “Ben müminlere kendi canlarından daha yakın değil miyim?” diye sormuş “Evet” cevabını aldıktan sonra da, “Ben kimin dostu isem bu da onun dostudur. Allahım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de düşman ol!” demiştir (İbn Mâce, “Mukaddime”, 11). Şiî kaynaklarda ise bu olay çok farklı bir şekilde verilmektedir. Onlara göre, Hz. Peygamber hac vazifesini ifa edip Medine’ye dönerken Ali’yi kendisinden sonra halife olarak ilân etmesini emreden âyet nâzil olmuş, fakat Peygamber bu tebligatı, ashap arasında kargaşanın çıkmayacağı uygun bir zamanda yapmak düşüncesiyle biraz geciktirmeyi düşünmüş, bunun üzerine sahâbîler dağılıp gitmeden tebliğ etmesi gerektiğine dair ikinci bir âyet nâzil olmuştur. Allah Teâlâ, “Ey Resulüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini ifa etmemiş olursun; Allah seni insanlardan koruyacaktır” (el-Mâide 5/67) âyetini bu maksatla inzal etmiştir. Hz. Ali’nin halife tayin edildiğini tebliğ etmekten dolayı kendisine herhangi bir zarar gelmeyeceğini anlayan Hz. Peygamber Gadîr-i Hum’da konaklama emri vermiştir. Yüksekçe bir yere çıkıp Ali’yi sağına almış, yakında rabbine kavuşacağını belirttikten sonra Allah’ın kitabı ile Ehl-i beyt’ine sarıldıkları takdirde doğru yoldan sapmayacaklarını söylemiş, daha sonra Hz. Ali’nin pazılarından tutarak, “Ben kimin dostu isem bu Ali de onun dostudur. Allahım! Onu dost bilene dost, düşman bilene düşman ol; ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı da perişan et!” demiştir. Öğle namazını kıldırdıktan sonra Ali’nin emîrü’l-mü’minîn selâmı ile selâmlanarak tebrik edilmesini emretmiş, Peygamber zevceleri de dahil olmak üzere kadın erkek bütün sahâbîler onu kutlamışlardır (A’yânü’ş-Şî’a, I, 290). Bu konudaki uydurma rivayetlerden birine göre Hz. Peygamber onun halifeliğini, “Ali benim vasîm, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. Onun sözlerini dinleyiniz ve ona itaat ediniz” diyerek ilân etmiş, fakat sahâbîler Peygamber’e karşı gelerek bu hadisi gizlemişlerdir (Ali el-Kārî, s. 433). İbn Kesîr Gadîr-i Hum olayına dair bazı rivayetleri es-Sîretü’n-nebeviyye’de (IV, 414-426), Heysemî de Mecma’u’z-zevâ’id’de (IX, 103-109) değerlendirmişlerdir. İbn Kesîr’in belirttiğine göre (IV, 414) Taberî, Gadîr-i Hum’la ilgili bütün rivayetleri iki cilt hacmindeki bir eserde toplamıştır. Öte yandan Hz. Peygamber’in hilâfeti vasiyet yoluyla Ali’ye tahsis ettiğine dair Şiîler tarafından ileri sürülen rivayetlerin de asılsız olduğunu söylemek gerekir. Nitekim bu iddia Hz. Âişe’ye söylendiği zaman, “Tuhaf şey, Resûlullah Ali’ye ne zaman vasiyet etmiş?” diyerek menfi kanaatini belirtmiştir (Buhârî, “Vasiyyet”, 1; “Meġāzî”, 83; Müslim, “Vasiyyet”, 19). Hanımlarının bazı işlerini idare etmek ve borçlarını ödemek üzere ona vasiyette bulunmasının ise (Heysemî, IX, 112-114) bu mânadaki vasiyetle ilgisi yoktur. Hz. Ali’nin hücresi dışında, ashâb-ı kirâma ait olup da Mescidi Nebevî’ye bakan bütün kapıların kapatılması konusundaki hadislerden (bk. Tirmizî, “Menâkıb”, 20; Müsned, I, 175; II, 26; IV, 369; Heysemî, IX, 114-115) hareketle Hz. Peygamber’in onu zımnen halife tayin ettiği mânasını çıkarmak da doğru değildir. Zira Ali’ye ait hücrenin diğer hücreler gibi dışarıya da açılan bir kapısı bulunmadığı için onun mescide bakan kapısına dokunulmamıştır. Hz. Peygamber’in, “Ey Ali! İkimizden başkasının cünüp olarak bu mescidde yürümesi doğru değildir” (Tirmizî, “Menâkıb”, 20) demesinin sebebi de tıpkı Hz. Peygamber gibi mescidin bitişiğinde oturmasından dolayıdır. Resûl-i Ekrem bu hadiseden yıllarca sonra, vefatından birkaç gün önce Hz. Ebû Bekir’in hücresi dışındaki kapıların kapatılmasını emrettiğine göre (Buhârî, “Śalât”, 80, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 3, “Menâķıbü’l-ensâr”, 45), bu hadisten iddia edilen mânanın çıkarılması mümkün değildir.

Sahih olmakla beraber aynı şekilde istismar edilen hadislerden biri de Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’ye hitaben söylediği, “أنت منّي وأنا منك = Sen bana bağlısın, ben de sana” (Buhârî, “Sulh”, 6, “Meġāzî”, 43) hadisidir. Buhârî’nin kaydettiği rivayete göre, Hz. Peygamber hicretin 7. yılında yaptığı umreden sonra Mekke’den ayrılırken Hz. Hamza’nın kızı, “Amcacığım, amcacığım!” diye ağlayarak Hz. Peygamber’in arkasından koşmuş, Ali onu alıp Hz. Fâtıma’nın bulunduğu mahfeye koymuştu. Medine’ye vardıklarında Hz. Ali ile kardeşi Ca‘fer ve Zeyd b. Hârise’den her biri çocuğu himayelerine almak istemiş, Hz. Peygamber, “Teyze anne sayılır” diyerek çocuğu teyzesiyle evli olan Ca‘fer’in himayesine vermişti. Sonra da onların bu insanî hareketini takdir etmek ve gönüllerini almak için Hz. Ali’ye soy, sıhriyet ve karşılıklı muhabbet gibi sebeplerle birbirlerine olan yakınlıklarını ima ederek, “Sen bana bağlısın, ben de sana” demiş; Ca‘fer’e, “Sen hem yaratılış hem de huy bakımından bana benzersin” buyurmuş; Zeyd’e de, “Sen bizim kardeşimiz ve dostumuzsun” diye iltifat etmişti. Görüldüğü üzere Resûlullah bu sözleri Hz. Ali’ye vesâyetle ilgisi olmayan bir münasebetle söylemiştir. Bu hadisin farklı bir rivayeti Tirmizî’nin es-Sünen’inde bulunmaktadır (“Menâķıb”, 20). Buna göre, Yemen Seferi’nden dönen Ali’yi, bu sefere katılan sahâbîlerden dördü bazı davranışları sebebiyle Peygamber’e şikâyet etmek istemiş, o da, “Ali’den ne istiyorsunuz?” diye üç defa çıkıştıktan sonra, “Ali bendendir, ben de ondan; benden sonra o bütün müminlerin velîsidir” buyurmuştur. Bu hadisteki, “Benden sonra o bütün müminlerin velîsidir” ifadesi, Şiîler’e göre Ali b. Ebû Tâlib’in Hz. Peygamber’den sonra halife olacağını gösterir. Halbuki Tirmizî bu hadisi sadece bir râvinin rivayet ettiğini ve bir başka tarikle geldiğine vâkıf olamadığını söylemiştir. Gerek bu senedde gerekse Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki (IV, 437) senedde Ca‘fer b. Süleyman ed-Dubaî adlı aşırı Şiî bir râvi vardır. “Muâviye’nin adı anılınca ona hakaret eden, Ali’nin adı anılınca oturup ağlayan” (İbn Hacer el-Askalânî, Tehźîbü’t-Tehźîb, II, 97) bu râvi sebebiyle hadis zayıftır. Gerçi aynı hadisi Ahmed b. Hanbel değişik bir senedle de rivayet etmektedir (IV, 356). Fakat bu senedde de Eclah el-Kindî adlı bir başka Şiî vardır (Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl, I, 79). Hadisin diğer rivayetlerinde “benden sonra” ifadesinin bulunmayışı (bk. Müsned, I, 84, 118, 119, 152, 331; IV, 281, 368, 370, 372; V, 347, 366, 419), bu ilâvenin iki Şiî râviden kaynaklandığı kanaatine ağırlık kazandırmaktadır. Söz konusu ifade sahih olsa bile Hz. Peygamber’in Ali b. Ebû Tâlib hakkındaki dedikoduları ortadan kaldırmak maksadıyla bunu söylediği açıktır. Zaten onun bir dedikodu, bir anlaşmazlık veya itikadı zedeleyecek bir yanlış anlama karşısındaki tutumu hep böyle olmuş, daima olayları anında yatıştırma cihetine gitmiştir.

Sahih olduğu halde istismar konusu edilen hadislerden bir diğeri de şudur: Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne giderken Ali’yi Medine’de yerine vekil olarak bırakmış, fakat onun kadınlarla ve çocuklarla kalıp savaşa katılmamaktan dolayı şikâyetçi olduğunu görünce, “Hârûn’un Mûsâ’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir; yalnız benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurmuştur (Buhârî, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 9, “Meġāzî”, 78; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 30-31). Hz. Mûsâ ile Hârûn arasında kardeşlik ve nübüvvet yakınlığından başka Tûr’a çıktığı sırada belli bir zaman için Benî İsrâil’i idare etmek üzere Hârûn’un Mûsâ’ya vekâlet etmesi münasebeti vardır. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber nübüvvet yakınlığının imkânsızlığını belirtmiştir. Geride nesep yakınlığı ve savaşa katılmayan Medine halkını belli bir zaman için idare etmek üzere Hz. Peygamber’e vekâlet etme işi kalmıştır. Nitekim Peygamber’in diğer seferlerinde aynı görevi diğer sahâbîler ifa etmiştir. Buna rağmen söz konusu hadis, Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilâfetin Hz. Ali’ye ait olacağına dair Şîa’nın ileri sürdüğü iddiaların önemli dayanaklarından birini teşkil etmiştir (bu konudaki diğer rivayetler için bk. Heysemî, IX, 109-111).

Hz. Ali’nin faziletine dair en güvenilir rivayetlerden biri de şöyledir: Hz. Peygamber Hayber kuşatması sırasında, sancağı bir gün sonra Allah ve Resulü’nü seven birine vereceğini ve zaferin onun eliyle kazanılacağını söylemişti. Bu müjde Ömer b. Hattâb’ı bile heyecanlandırmış, fakat Hz. Peygamber sancağı Ali b. Ebû Tâlib’e vermiş ve fetih gerçekleşmişti (Buhârî, “Cihâd”, 102, 121, 143, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 9; Müslim, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 32-35). Bir diğer sahih rivayet de Hz. Peygamber’in, Ali b. Ebû Tâlib’i ancak müminlerin sevebileceğine, ona sadece münafıkların kin besleyeceğine dair hadisidir (Müslim, “Îmân”, 131). Hz. Peygamber’e ilk inananlardan biri olması, onun evinde ve himayesi altında büyüyüp yetişmesi, en sıkıntılı günlerinde yanıbaşında bulunması, ayrıca hem amcazadesi hem de damadı olması gibi sebeplerle Resûl-i Ekrem’in Hz. Ali’yi gönülden sevmesi ve ona diğer sahâbîlerden farklı iltifatlarda bulunması tabiidir. Bütün bunlar onun faziletli bir sahâbî olduğunu göstermekle birlike İslâm dini için büyük hizmetler ifa eden ve Hz. Peygamber’in çeşitli iltifatlarına mazhar olan Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman gibi büyük sahâbîlerin üstünlüklerine gölge düşürmez ve bu tür haberlerin sahih olanları bile hilâfet için delil teşkil etmez.

Hz. Ali’nin faziletleriyle ilgili rivayetleri bir araya toplama arzusu ilk asırlardan beri Sünnî, Şiî birçok müellifi bu sahada eser vermeye sevketmiş, onun muhtelif gazvelerdeki kahramanlıklarını ve daha başka özelliklerini ele alan çalışmalar büyük bir yekün tutmuştur. Fuat Sezgin, konuyla ilgili olarak ilk devirlerden günümüze kadar yazılan eserlerin belli başlılarını tesbit etmiştir (GAS, II, 278-279).

BİBLİYOGRAFYA

Müsned, I, 83, 84, 88, 111, 118, 119, 136, 149, 152, 156, 175, 331; II, 26; IV, 281, 356, 366-368, 369, 370, 372, 437; V, 347, 366, 419; Buhârî, “‘İlim”, 39, “Salât”, 80, “Sulh”, 6, “Vasiyyet”, 1, “Cihâd”, 102, 121, 143, 171, “Cizye”, 10, 17, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 3, 9, “Menâkıbü’l-ensâr”, 45, “Meġāzî”, 43, 78, 83, “Tefsîr”, 2/6; Müslim, “Îmân”, 131, “Edâhî”, 43-45, “Vasiyyet”, 19, “Fezâ’ilü’s-sahâbe”, 30-31, 32-35, 36; İbn Mâce, “Mukaddime”, 11; Ebû Dâvûd, “Akdiye”, 6; Tirmizî, “Aĥkâm”, 5, “Tefsîr”, 4, “Menâkıb”, 20; Hâkim, el-Müstedrek, III, 107-146; Ahmed b. Hanbel, Kitâbü Fezâ’ili’s-sahâbe, Mekke 1403/1983, II, 563-728; Nesâî, Tehzîbü Hasâ’isi’l-İmâm Alî (nşr. Ebû İshak el-Huveynî), Beyrut 1404/1984; Vekî‘, Ahbârü’l-kudât, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), I, 84-97; İbn Şehrâşûb, Menâkıbü Âli Ebî Tâlib, Beyrut 1405/1985, III, 71-103; İbn Ebü’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâġa, Beyrut 1374/1954, III, 23, 26; Muhammed b. Yûsuf el-Gencî, Kifâyetü’t-tâlib fî menâkıbi Alî b. Ebî Tâlib (nşr. Muhammed Hâdî el-Emînî), Tahran 1404; İbn Kesîr, es-Sîre (nşr. Mustafa Abdülvâhid), Kahire 1964-66 → Beyrut 1396/1976, IV, 414-426; Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, I, 10-13; a.mlf., Mîzânü’l-itidâl, I, 79; a.mlf., Marifetü’l-kurrâ’ (Beşşâr), I, 25-28; Heysemî, Mecma’u’z-zevâ’id, Beyrut 1967, IX, 103-111, 112-115, 125-126; İbnü’l-Cezerî, Ġāyetü’n-nihâye, I, 546-547; a.mlf., Esne’l-metâlib fî menâkıbi seyyidinâ Alî b. Ebî Tâlib (nşr. Muhammed Hâdî el-Emînî), Tahran, ts.; İbn Hacer el-Askalânî, Fetĥu’l-bârî (nşr. Muhibbüddin el-Hatîb v.dğr.), Kahire 1407/1986, VII, 18-19, 663; a.mlf., el-Metâlibü’l-âliye (nşr. Habîbürrahman el-A‘zamî), Küveyt 1393/1973, IV, 61-63; a.mlf., el-İsâbe, II, 507-510; a.mlf., Tehźîbü’t-Tehźîb, II, 97, 263-267; VII, 334-339; Âmirî, er-Riyâzü’l-müstetâbe (nşr. Ömer Ebû Hacle), Beyrut 1979, s. 163-176; Hazrecî, Hulâsatü Tezhîb, s. 274-275; İbn Arrâk, Tenzîhü’ş-şerîa (nşr. Abdülvehhâb Abdüllatîf – Abdullah Muhammed es-Sadîk), Kahire, ts. (Mektebetü’l-Kahire), I, 351-407; Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfû’a fi’l-ahbâri’l-mevzûa (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî – Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut, ts. (Dârü’l-Mektebeti’l-İlmiyye), s. 342-384, 433; Şevkânî, el-Fevâ’idü’l-mecmûa (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî – Abdülvehhâb Abdüllatîf), Beyrut ts. (Dârü’l-Mektebeti’l-İlmiyye), s. 342-384; Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, Medine, ts. (el-Mektebetü’s-Selefiyye), X, 211-214, 223-225; Brockelmann, GAL, I, 38-39; Suppl., I, 73-76; Serkîs, Mu’cem, I, 1354; A’yânü’ş-Şî’a, I, 290; Ömer Ferrûh, Târîhu’l-edeb, I, 307-313; Muhammed Rızâ, el-İmâm Alî b. Ebî Tâlib, Kahire 1358/1939 → Beyrut, ts. (Dârü’l-Kütüb), s. 320-322; M. Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-müfessirûn, Kahire 1381/1961-62, I, 88-91; Ahmed b. Muhammed b. Sıddîk el-Gumârî, Alî b. Ebî Tâlib: İmâmü’l-ârifîn ev el-Bürhânü’l-celî fî tahkıki intisâbi’s-sûfiyye ilâ Alî, Kahire 1389/1969; Ö. Nasuhi Bilmen,

Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul 1973-74, I, 216-222; Sezgin, GAS, II, 278-281; M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, Ankara 1975, s. 32-42; M. Mustafa el-A‘zamî, Küttâbü’n-nebî, Riyad 1401/1981, s. 96-97; Muhammed Revvâs Kal‘acî, Mevsûatü fıkhi Alî b. Ebî Tâlib, Dımaşk 1403/1983; I. K. Poonawala – E. Kohlberg, “‘Alī b. Abī Ŧāleb”, EIr., I, 838-848.

M. Yaşar Kandemir

Kaynakça

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 2

Tanrısal (mitolojik) Ali

Işık insanları adlı yazımda, bugün Alevi diye adlandırılan ışık insanlarının, inançları yanı sıra bu inancın İslâm’la uyuşmayan özelliklerinden bahsetmiştim. Bu özelliklerden biri de Ali kavramı idi. Örneklerle İslâm’daki Hz. Ali kavramı ile Alevilikteki Ali’nin başka olduğunu anlatmıştım. Ancak görüyorum ki Ali kavramını ayrıca bir yazı konusu etmem gerekiyor. Çünkü ışık insanlarının asimilasyonu bu kavram üzerinden yürütülüyor. Işık insanları bu kavram üzerinden ya Şiileştiriliyor, ya da Sünnileştiriliyor.

En önemli tuzak Ali kavramı üzerinden, Aleviliğin İslâm ile ilişkisinden kuruluyor. Bir Sünni propagandist rahatlıkla maksat Ali’yi sevmekse ben de en az Aleviler kadar Ali’yi seviyorum diyebilmekte ve ardından, neden Aleviler Ali gibi namaz kılıp, oruç tutmuyor, Ali gibi İslâm’ın şartlarını yerine getirmiyor diyebilmektedir. Daha işin başında bu sözler bile Alevilerin teslim olması için yeterli oluyor. Çünkü Hz Ali İslâm için kılıç sallamış, çok eşli, namaz kılmış, oruç tutmuş biri. Alevilerin bu soruya verecek cevabı ne yazık ki yok.

Ayrıca Ali’yi camide öldürdüler, o yüzden camiye gitmiyoruz. Biz 12 imam orucu tutuyoruz, biz gerçek Müslüman’ız gibi çocukça mazeretlerin de İslâm merkezli bir tartışmada ancak bir gülüşme sebebi olacağını söylemeliyim. Alevilerin bu ve benzeri konularda, kendini Müslüman sayması halinde hep yenileceği açıktır. Geçmişte Alevi önderlerinin hayatta kalmak, hâkim din karşısında yok olmamak için yaptığı şeriat kapısı takiyyelerini gerçek diye sunmak, her şeyden önce o Alevi ulularına ihanettir. Ne yazık ki bu söylemleri kendine dede, seyit diyen önderler tekrarlamakta, taliplerini buna inandırmaya çalışmakta ve günümüzün Hızır paşaları gibi Alevi asimilasyonunun ajanları olarak çalışmaktadır.

Şimdi İslâm’daki Ali’yle bu konuya ışık tutmaya başlayalım. Bu Ali’den, Alevilik öğrenmek imkânsızdır. Çünkü bu Ali fetihçi, şeriatçı, kadın haklarına saygısı olmayan, İslâmi ibadetleri aksatmayan biridir. Sonra da Alevilikteki Aliye bakacağız ve ikisini karşılaştıracağız.

Şimdi en güvenilir kaynaklardan biri olan Nehc’ül Belaga’dan (Seyyit Radi 1015- Ali hakkında İslâm aleminin en güvendiği kaynaklardan biridir) örnekler verelim:

“Biat’ten dönenlerle savaştım, gerçekten sapanlarla mücadele ettim, dinden çıkanları kahrettim (133)…benim sözlerimi duydukları halde itaat etmeyip isyan edenlere, öleceğim güne kadar yürür de yürürüm, vurur da vururum (201)…cihat İslâm’ın en yüce rüknüdür (kalpten onaylamak) (110)… kadınların kaygıları dertleri, dünya ziynetiyle bezenmek, dünyada bozgunculuk etmektir (193)…sakın kadınlara danışma, onların reyleri zayıftır, azimleri gevşektir (344).”

Bu güvenilir kaynak sizce Alevilikteki Ali’yi anlatıyor mu? Bu cihatçı, kadını aşağılayan Ali mi Alevilerin Ali’sidir? Yoksa Şiilikteki Ali’yi mi anlatıyor? Unutmayınız ki bunlar gerçeklerdir. Ali ile ilgili bir çok kaynak hep aynı Ali’yi işaret etmektedir. Nehc’ül Belaga’dan devam edelim:

“Namaz her temiz kişinin Tanrı’ya yaklaşmasıdır. Hac her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşı ise, kocasıyla iyi geçinmesidir (390)…Namazı vaktinde kıldır…bil ki yaptığın, yapacağın her şey namaza bağlıdır (364)…Allah hürmeti vacip olan evini (Kabe) ziyaret edip haccetmenizi size farz kıldı, o evi halka kıble kıldı (26)… Noksan sıfatlardan münezzeh olan olan Allah’a yönelenlerin yapıştıkları en büyük vesile, ona ve Resulüne inanmak ve yolunda savaşmaktır. Savaş İslâm’ın en yüce rüknüdür…ve namaz kılmaktır, çünkü bu dinin esasıdır. Ve zekat vermektir, çünkü bu gerekli bir farzdır. Ve ramazan ayının orucunu tatmaktır, bu da azaptan bir kalkandır. Ve Kabe’yi ziyaret etmektir, hacdır, umredir; bunlar da yoksulluğu giderir…peygamberin sünnetine uyun (110)…Kur’an’ın ipine sarıl, onu kendine öğütçü bil, tam helâlini helâl tanı, haramını haram (349)…Allah’ın kitabını öğrenmeni, tevilini (hayata uyarlama) bilmeni, İslâm şeriatını ve hükümlerini, helalini ve haramını iyice anlamanı vasiyet ediyorum (338).”

Yukarıdaki Ali’nin sözlerinin Ömer ya da Osman’ın sözlerinden ne farkı var? Oruç, namaz, cihat, hac, kadını aşağılama, kısacası Ortodoks İslâm’da ne varsa hepsi Ali’nin dilinde. Sormak gerekiyor; Alevilerin gözyaşı döktüğü, methiyeler düzdüğü Ali bu mudur? Apaçık Sünni ve Şiiliğin, kısaca İslâm’ın emrettiği şeyleri doğal olarak tekrarlayan İslâm’ın Ali’si duruyor karşımızda. Bu Ali’yi Alevilerin sevmesi mümkün müdür?

Nehc’ül Belaga’dan devam edelim:

“Seni yarattıklarından bir şeye denk tutan, seni onunla bir sayar, seni bir şeyle denk sayan, hükmü yerinde ve apaçık olarak indirdiğin ayetlerine kafir olur (41).”

İslâm’ın Alisi bunları söylüyor. Şimdi burada duralım. Aleviliğin temel ilkelerinden biri olan vahdet yani birlik inancına göre tanrı yarattığı her şeydedir. İnsan bedenine girer, defalarca yeryüzüne gelip, bir insanda tanrısallaşabilir. Zaten Ali de Tanrı’nın ta kendisidir ve insan şeklinde tecelli eder. Yani Alevilikte yaratan ve yaratılan yoktur.

“Ete kemiğe büründüm- Yunus diye göründüm”,”Mansur Ene’l Hak söyledi- Haktır sözü Hak söyledi- (Y. Emre). “Tanrı’nın her sözü bizden- Dört kitabın özü bizden- Kur’an’daki yazı bizden- Bilinmez gizli esrarız- (Meluli)”, “İki cihan aslı sensin- Allah Muhammed Ali sensin- Şah-ı Merdan dili sensin- Allah Muhammed Ali sensin- (Basri Baba)”, ”Görünen Haktır yüzünde- Söylenen Haktır sözünde- İnsanın hattı yüzünde- Hatm-i Kur’an gösterir- (Muhyiddin Abdal)”. ”Ol kadir-i kün felakun- Lutf edici rahman benem- Kesmeyen rızkını veren- Cümlelere sultan benem- Hem batınem hem zahirem- Hem evvelem hem ahirem- Hem ben Ol’um hem Ol benim- Ol kerim ü süphan benem- (Yunus Emre).”

Yine soruyorum; yukarıdaki sözleriyle yaratan ve yaratılan kavramına karşı çıkanı kâfir ilân eden Ali, Alevilerin Ali’si midir?

“Bil ki sen ahret için yaratıldın, dünya için değil. Yok olmak için halk edildin, kalmak için değil. Ölüm için varsın sen, yaşamak için değil (341).”

Bu sözlerin de Alevilik inancının tam tersi olduğu açık. Alevilikte ruh ölümsüzdür, cennet ve cehennem yoktur. Amaç Dünya’dan vazgeçmek değil, Dünya’yı cennet etmektir. İnsan denilen varlık en iyi şeylere lâyıktır, ölüm için var olan bir varlık değildir. Bu arada, İslâm mücâhidi görünümündeki, dünyayı kana bulayan katillerin hangi söylemlerden beslendiğini de bu örnekten anlıyoruz. Ölüm için var olan ve kafasına sürekli ölüm işlenen birinin, nasıl bir katile dönüşeceğini neredeyse her gün televizyonlardan izliyoruz.

Nehc’ül Belaga’da Ali’nin Selman’a yolladığı mektupta, ”Dünya, dokunulunca ele yumuşak gelen, fakat zehiri insanı öldüren yılana benzer. Dünya’da elde ettiğin, seni aldatan, sana hoş gelen şey az bile olsa gene ondan yüz çevir (15)” diyor. Yine Nehc’ül Belaga’da ”Öyle bir andasınız ki, kıyamet neredeyse kopacak” diyor. Alevilikteki dünya’yı cennete çevirme, dünya nimetlerinden eşit yararlanma, bilimin yolundan giderek insan hayatını kolaylaştırma anlayışının tersine; yaşamı reddetme, Tanrı karşısında alçalma, sorgusuz kadercilik, kıyamet inancı açıkça Ali’nin düşünceleri olarak karşımıza çıkıyor. Soruyorum Alevilikteki Ali bu mudur? Tabi bir de Selman-ı Farisi var ki bu karakter Alevilikte bambaşka yerdedir.

Aynı kaynaktan yola çıkarak Alevi bilinçaltındaki Ali’nin, Ömer ve Osman ile olan ilişkisini sorgulayalım. Alevilere göre Ömer ve Osman adları ağızlara bile alınmaması gereken, Ali’nin hakkını yemiş kişilerdir. Peki tarihsel Ali’ye göre de öyle midir? Bakın Ali, Ömer’e neler söylemiş: ”Sen değirmen taşının mili ol, savaş değirmenini Arap’la döndür; onları savaş ateşine sok, sen girme. Savaşa katılıp alt olduğun taktirde, Müslümanlar senden sonra sığınacak birisini bulamazlar. Ama sen sağken yenilseler de, Müslümanların sığınağı güvenci olursun (177)”.

Alevilerin Ali’ye düşman gördüğü Ömer’e Ali’nin bu şefkati nasıl izâh edilebilir? Peki Ali’nin kendi kızı Ümmü Gülsüm’ü Ömer’e eş olarak verdiğini biliyor muydunuz? Aleviler Ali’yi yiğit, kimsenin yenemediği biri olarak tanımlar. Peki Ömer’in Ali’nin boynuna ip takıp, tehditle Ebu- Bekir’in halifeliğini kabul ettirdiğini biliyor muydunuz? Yine Ömer’in, Ali’nin eşi Fatma’nın karnını tekmeleyip çocuğunu düşürdüğünü, bu olaydan 3 ay sonra da Fatma’nın öldüğünü, Ali’nin tüm bu olaylara seyirci kaldığını biliyor muydunuz? Nerede kaldı Ali’nin kahramanlığı, heybeti? Hani Ali ile kimse baş edemezdi? Hani o Hayber’in kapısını şehadet parmağıyla asumana fırlatandı? Sakın bu Ali, başka Ali olmasın?

Peki Ali; Alevilerin nefret ettiği Osman’a neler söylemiş:”Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin, bir şeyde senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim. Resulullah’a Allah’ın salatı ona ve soyuna olsun, daha yakınsın. Allah için olsun, bu ümmetin öldürülecek imamı olma. Mervan’ın istediği yere sürüp götürdüğü bir mal olma!”

Bu sözler Osman’a isyan sıralarında söylenmiş. Yaptığı zulümler ve haksızlıklar karşısında halkın isyan ederek öldürdüğü ve Müslüman mezarlığına bile gömdürmediği, cenaze namazını kıldırmadığı Osman’a. Belli ki Ali de Medine halkı kadar bile yürek yokmuş. Düşünebiliyor musunuz Ali bu Osman’ın katledilme sürecinde sadece tarafları sakinleştirmeye çalışan biri. Yetmezmiş gibi Ali, Osman’ın öldürülmesi sonrası Muaviye’ye bir mektup yazar ve ”Osman’ın kanına girenlerden tamamıyla beri (geride), halkın içinde o kandan en sorumsuz kişi” olduğunu yazar. Kendini aklamaya çalıştığı kişi İslâm’ın baş belası, dünya tarihinde kara leke olarak kalacak Muaviye’dir. Ali, Muaviye’den korkmakta ve kendini savunmaktadır. O Muaviye ki, Osman katledilirken (akraba oldukları hâlde) rahatlıkla Osman’ı kurtarabilecekken, Medine dışında ordusu ile beklemiş ve öldürülme haberini aldıktan sonra, keyifle Şam’a dönmüştür. Ardından Ali ile savaşa girmiş, Osman’ın ölümünden Ali’yi sorumlu tutmuş, Ali’nin çocuklarını öldürmüştür. Yine Osman katledilirken; onun katledilmesi için ortalığı ayağa kaldıran Ayşe’nin, Osman’ın öldürülmesi sonrası suçu Ali’ye atmasına ne dersiniz? Üstelik kendi kardeşi Muhammed’in katillerden biri olmasına rağmen! Açıkça görülmektedir ki; Ali strateji bilmeyen, başkalarının halifeliğini onaylayan ve tâbi olan, kendine karşı oynanan oyunlara karşı hamlesi olmayan biridir. Ömer ve Osman’a karşı muhalefet yapmamış ve hilafet talebinde bulunmamıştır.

Ali’nin hilafet hakkının elinden alındığını, haksızlığa uğradığını söyleyenlerin iddialarını, bu sözler çürütmektedir. Ama bu tablo önemli bir konuyu daha akla getirmekte ve devamında da çürütmektedir. Ömer ve Osman Kur’an’ı değiştirdiler, gerçek Kur’an Ali’nin yazdığıdır iddiası. Şimdi soralım; eğer böyle olsaydı Ali’nin ortalığı ayağa kaldırması gerekmez miydi? Öyle ya; Ali en kahraman İslâm figürü değil mi? Ömer ve Osman’a neden methiyeler düzdü? Neden onları korudu? Neden onların Kur’an’ına karşı çıkmadı? Neden onlara biat etti? En önemlisi; neden kendi halife olduğunda gerçek Kur’an budur deyip, ortaya çıkarmadı? Ya da, “Bende gerçek Kur’an vardı, bunlar yok ettiler. Gerçek Kur’an bu değildir!” demedi? Tam aksine, daha önceki Kur’an üzerinden harfiyle bile oynamadan neden kararlar vermeye devam etti? Muaviye Sıffın savaşında Kur’an sayfalarını mızraklara taktırdığında, bu gerçek Kur’an değildir, savaşı bırakmayın, neden demedi? Görüldüğü gibi Kur’an değiştirildi iddiası da, Ali merkezli olarak düşündüğümüzde gerçek değildir.

Yukarıda anlattıklarımızdan yola çıkarak Ali’nin halifelik hakkının yenildiği, Kur’an’dan özellikle Ali ve Ehl-i Beyt’le ilgili ayetlerin çıkarıldığı iddiası bile kökünden Aleviliğe terstir. Çünkü Alevi inancında bel evlatlığı değil, yol evlatlığı esastır. Bilgili, kâmil olan sazı eline alır, önderliği o yapar. 72 millet birdir, ırk, dil, din ayırımı yoktur. Soyluluk, ırkların üstünlüğü Alevilik’te dışlanır. Oysa Ali ordu seçimi sırasında bile ”toplumun soy-boy bakımından şereflilerinden” ayırımı yapmıştır. Bir ulu kişi öldüğünde yerine gelecek kişide asla kan bağı aramayan Alevilik inancının; Ali onun en yakın akrabasıydı, halifelik onun hakkıydı demesi ancak eski çağlardaki mecburi takiyye ile açıklanabilir.

Osmanlı’nın, özellikle dedelik kurumunu dejenere ederek dedeliği babadan oğula geçirme oyunu bu durumun bir istisnasıdır. Yine daha Alaettin Keykubat zamanında 1232’de Erzincan ve civarında atadığı öğreticilere peygamber soyundan geldiklerine dair belgeler vererek ve çerağ hakkı adı altında maaş bağlayarak, Sünni İslâm’ın Türklere öğretilmeye çalışıldığını biliyoruz (N. Birdoğan – Anadolu ve Balkanlar’da Alevi yerleşmesi). Bu oyun bu gün de oynanmaya devam etmekte; kan yoluyla dedeliğe devam eden devlet ajanları durumdan memnun olmaktadır. Çünkü tıpkı Sünni zihniyet gibi onlar da, halkı şeriat söylemleri ile kandırmakta ve kendilerine haksız kazanç sağlamaktadır. Gün geçmiyor ki onları iftar sofralarında, hac yollarında, siyasetçilerin davetlerinde görmeyelim. Oysa, dedelik birilerinin sırtından yaşama kurumu değildir. Asla kan yoluyla geçmemelidir. Onlar da kendi işinde çalışmalı ve kimseye yük olmamalıdır. İşin aslı budur. Pir Sultan, Hace Bektaş, Yunus Emre, Abdal Musa gibi Alevi erenleri asla kan yoluyla post devretmemişlerdir.

Kur’an ve Ehlibeyt ilişkisine tekrar dönmek durumundayım. Çünkü bazı Kur’an ayetlerine dayanarak Sünni zihniyetin işbirlikçisi dedeler ve Alevi din önderleri, Alevi camiasını açıkça aldatmaktadır. Sözüm ona Kur’an; Ali ve Ehl-i Beyt’i kutsamakta, sahiplenmekte, onlara uymayı Müslümanlara emretmektedir. Böylece Ali ve Ehl-i Beyt’i sevmenin Müslümanlığın koşulu olduğu güya Sünnilere gösterilmekte ve Sünniler Kur’an üzerinden mağlup edilmektedir. Her şeyden önce İslâm ile ilgisi olmayan bir inancı, İslâm’ın kitabı ile kabul ettirmeye çalışmak nasıl bir akıldır? İkinci olarak Kur’an’daki bir sürü ayetle bunun tam aksini, ayrıca kadın erkek eşitsizliğini, şeriatı, cihatı, namazı, orucu ispatlayacak ve “Kur’anda asıl bunlar var!” diyecek Sünni zihniyet karşısında Aleviler kaybedecektir. Kur’an ile Alevilik ispatlanamaz, kanıt aranamaz. Cemlere ve Alevi ritüellerine Kur’an’ı sokmak, Aleviliğe ihanettir. Asimilasyon politikalarına alet olmak; ajanlık yapmak, günümüzün Hızır paşalığına soyunmaktır.

Şimdi o Kur’an ayetlerini konuşalım ve yanlışı ortaya çıkaralım. Bu ayetler Ahzab 33 ve Şura 23‘tür. Önce bu ayetlerde ne yazıyor bakalım ve sonra bu ayetleri öncesi ve sonrası ile genişçe tekrar okuyalım. Ahzab 33 ile başlıyoruz:

“Allah yalnızca siz Ehl-i Bey’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister- Ahzab 33″. Şimdi aynı sureyi 28. ayetten başlayarak okuyalım.”28- Ey peygamber, hanımlarına şöyle söyle:”Eğer dünya hayatını ve zinetini istiyorsanız, haydi geliniz sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim. 29- Yok eğer Allah ve Resulünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki Allah içinizden güzellik edenlere pek büyük bir mükafat hazırlamıştır. 30- Ey peygamberin hanımları, sizden her kim açık bir terbiyesizlik ederse, ona azap iki kat katlanır. Bu Allah’a göre kolaydır. 31- Yine sizden her kim Allah’a ve Resulüne divan durup iyi bir iş yaparsa ona da mükafatını iki kere veririz. Ayrıca onun için bol bir rızık hazırlamışızdır. 32- Ey peygamberin hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz; eğer Allah’tan korkuyorsanız, konuşurken kırıtmayın ki, kalbinde bir hastalık bulunan, kötü bir ümide kapılmasın. Güsgüzel, dosdoğru söz söyleyin. 33- Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyyet devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın zekat verin, Allah’a ve peygamberine itaat edin! Ey ehl-i Beyt, Allah, yanlızca sizden kiri uzaklaştırıp tertemiz pampak etmek istiyor. 34- Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki Allah latiftir, her şeyden haberdardır.“

Şimdi elinizi aklınıza koyun ve düşünün. Bu ayetlerin Ali ve Alevilerin Ehl-i Beyt olarak tanımladığı Fatma, Hasan, Hüseyin ile ne ilgisi var? Kaldı ki Ehl-i Beyt Alevilerin sandığı gibi Muhammed, Ali ve ailesi değildir. Peygamberin tüm hanımlarını ve çocuklarını içerir. Peki ayetler gerçekte neyi anlatıyor? Muhammed’in 45 ile 65 arasındaki eşleri ve sayısı bilinmeyen cariyelerine hitaben Allah’ın; ev halkını yola getirme, onları şer’an baskı altına alma çabalarını anlatıyor. Belli ki Muhammed kadınlarının cilveli davranışlarından, kırıtarak konuşmalarından rahatsızdır. Onları kıskanmaktadır. Kur’an’da başka örneklerini gördüğümüz gibi, Muhammed’in istediği yönde ayetler indiren Tanrı, bu kez de Muhammed’in eşlerini yola getirmeye çalışır. Üstelik eşlerine namaz kılmayı, zekât vermeyi, süslenmemeyi önerir. Yani Alevi inancının tam tersi önerilerde bulunur. Alevi dedelerin sığındığı 33. ayet ise (ki kırpılmış bir ayettir), Allah’ın yönlendirmek istediği peygamber eşlerine, “Ben sizi temiz tutmak istiyorum!“ mesajından başka bir şey değildir. Ayrıca, bu Ahzâb Suresi özellikle Alevilerin felsefeleri gereği uzak durması gereken bir suredir. Çünkü bu sure yoluyla Muhammed, halasının kızı Zeynep’i evlatlığının elinden alır. Bu sure yoluyla insanların evlatlıklarının gerçekte evladı yerine konulamayacağı anlatılır. Yine bu sure yoluyla peygamber eşleri örnek gösterilerek örtünme geleneği başlatılır. Yani bu sure, Alevilerin lehlerinde kullanabileceği bir deliller silsilesi değil, aksine evrensel insanlık vicdanı gereği karşısında duracağı bir suredir. İlk yalanı deşifre ettik. Şimdi Şura 23‘e geçelim:

“De ki: ‘Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir.″

Şimdi aynı sureyi 22. ayetten başlayarak okuyalım:

”O zalimleri kazandıkları şeyin cezası tepelerine inerken korkudan titrerlerken göreceksin. İman edip güzel güzel işler yapanlar ise cennetlerin hoş hoş bahçelerinde olacaklardır. Rablerinin yanında onlar için her istedikleri vardır. İşte bu büyük lütuf. 23- İşte bu müjdeyle Allah, iman edip iyi işler yapan kullarını müjdeliyor. De ki: ‘Buna karşı sizden yakınlıkta sevgiden başka karşılık istemem.’ Her kim çalışır da bir güzellik kazanırsa ona orada daha fazla bir güzellik veririz; çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, çokça şükrün karşılığını verir.”

Görüldüğü gibi gerçek çevirisi asla Ehl-i Beyt’i kastetmeyen, “yakınlıkta sevgi“ olan bir ayet var karşımızda, “yakınlarıma sevgi“ değil! Ne demek bu yakınlıkta sevgi? Şura Suresi Muhammed’in henüz Mekke’de yeni yeni İslâm’ı yaydığı dönemde iniyor. Muhammed, Hatice ile evli. Fatma henüz Ali ile evlenmemiş. Hasan ve Hüseyin henüz doğmamış . Yani Alevilerin anladığı anlamda bir Ehl-i Beyt ortada yok bile. Ortada Ehl-i Beyt dahil, özne konumunda olan kalabalık bir peygamber ailesi de yok. İşte bu dönemde Muhammed dinini anlatırken Mekke’li akrabaları ona kızıyor, baskı yapıyor, sen aklını mı kaçırdın diyor, tehdit ediyor. İşte bu tavra karşılık Allah Muhammed’den “Beni anlatırken sana kızmasınlar!“ diyor. “Akrabalık bağlarını koparmasınlar!“ diyor. Dikkat edilirse 22. ayette İnanırsanız, ödül olarak cennet vaat ediyoruz!“ denilirken hemen sonraki 23. ayette “Buna karşılık, sizden sadece akrabalık sevgisinden başka bir şey istemiyoruz.“ denmektedir. Hitâp edilen Kureyşliler, İslâm‘ı kabul etmeyen Mekkelilerdir. Sevgi istenilenler de onlardır. Kısacası aramız bozulmasın, akrabalık ilişkilerimiz iyi kalsın, bana ve aileme kötülük yapmayın, bana inanırsanız size cennet vaadim var diyen bir peygamber söylemi ortadadır. Yukarıda söylediğim gibi ailesinin de kimlerden oluştuğu açıktır. Böylece Alevi dedelerinin sığındığı ikinci yanlışı da ortaya çıkardık. Zaten, baştan beri söylediğimiz gibi Aleviliği Ehl-i Beyt ya da Ali gibi bazı özneler üzerinden İslâm’mış gibi göstermek, Ali’yi inancın merkezine çekmek, hem havanda su dövmek, hem de Sünni asimilatörlerin amacına hizmet etmektir.

Şimdi, Ebu Zerr isimli bir kişiden bahsetmek isterim. Bu şahıs Muhammed’in ”dünyanın en doğru sözlü kişisi” olarak tanımladığı, kul hakkı yiyenlere karşı hayatı boyunca savaşmış biri. Bu nedenle de Osman tarafından dövdürülmüş, Muaviye tarafından işkence ettirilmiş. Sonunda Osman onu Rebeze denilen çölde yaşamın çok güç olduğu bir yere sürmüş ve Ebu Zerr orada ölmüş. Ali bunca zulme, Ebu Zerr’in çeyreği kadar bile muhalefet etmediği gibi, onu hiçbir zaman da desteklememiştir. O Rebeze’ye sürgün edildiğinde Ali’nin O’na söylediği sözler çok acıdır:

”Ey Ebu Zerr sen Allah için öfkelendin. Toplum, dünyaları için senden korktu. Senden korktukları şeyi bırak ellerine. Onlara men ettiğin şeye ne düşkündür onlar. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş.”

Kendisi dünyayı isteyenlere biat edip, koruyup, haksızlıklara isyana edene de dürüstü oynayıp ikiyüzlülük yapan bir Ali, Aleviliğin Ali’si midir? Barmen içmese bile insanlara içki içiren değil midir? Ezenlerden, kul hakkı yiyenlerden olmasa da bunca zulme, haksızlığa susan biri, dürüst müdür? Bu insana, hele Ali’yse sorumluluk vermemek mümkün müdür?

Ali eksenli bir kavramda Alevilik, 12 imam kültüdür. Bu inanışın 16. yüzyıla kadar “ışık dini“nde yeri yoktur. Gerçekte Alevi inancında sekiz köşeli yıldız ve sekiz imam diye adlandırabileceğimiz inanç kültü mevcuttur. Bu da İnanna, ya da İştar diye adlandırabileceğimiz tanrıçanın sayısına denk gelir. Ancak başka bir yazı konusunda işleyebileceğimiz genişlikte olaylar silsilesi sonucunda, 12 imam inancını bir yandan Osmanlı‘nın Hace Bektaş’a atadığı Balım Sultan aracılığı ile Bektaşiliğe, bir yandan da Safevi devletinin İran’dan etkilenerek ve içselleştirerek Anadolu Aleviliğine taşıdıkları gerçeği gün gibi ortadadır. Yani 16. yüzyıla kadar ne Yunus’ta, ne Abdal Musa’da ne de Hace Bektaş’ta Ali ya da 12 imam kavramı vardır. O halde şu soruyu sorabiliriz. Madem Alevilik baştan beri Ali eksenliydi, neden Aleviliğin merkezindeki Ali ve 12 imam kavramı o güne kadar yoktu? Sadece bu bile kendini saklamak ya da “miş“ gibi göstermek için ışık dininin bir takiyye mecburiyetinde olduğunu ispatlar. Işık dini hâkim din içinden kendine uyarlayabileceği karakter ve olayları seçmiş ve onları kullanarak hayatta kalmaya çalışmıştır.

Bu arada 12 imam içinden sadece Ali, Hüseyin ve Cafer’in özellik içeren tarihsel karakter olduğunu belirtelim. Ali ve Hüseyin’i biliyoruz. Ama ya Cafer? Öyle ya bir çok Alevi dedesi “Biz, İmam Cafer mezhebi, hatta soyundanız!“ der. Haydi şu İmam Cafer’i de biraz konuşalım: İmam Cafer; Aleviliği kâfirlik olarak ilân eden Şiiliğin önderlerinden biridir. İran’daki Şii şeriat devleti anayasasında ona atıflar doğal olarak vardır. Onun oğlu Musa-ı Kazım’ı ışık insanları isimli yazımda anlatmıştım.

Caferilikte ibadetler aynı Sünnilik gibi, katılık derecesinde önemlidir. İnanç namaz eksenlidir. İmam Cafer’e göre; ”Namaz dinin direği, kulla Tanrı’nın buluşmasıdır. Ona ulaşılan merdivendir. Kulun, müminin miracıdır.”, ”Ramazan orucu farzdır”, ”Şia katında İslâm’ın en büyük esaslarından , en önemli direklerinden biri Hac’dır.”, ”Şia katında zekât, namazdan sonra ikinci önemli ibadettir.”, ”Cihat, İslâm binasının temelidir…katımızda iki cihat vardır. Birisi içteki düşmana karşı Cihad-ı Ekber, dıştaki düşmana karşı ise Cihad-ı Asgar.”, ”Namazı küçümseyenler bizim şefaatimize ulaşamazlar.”, ”Mutasavvıflar bizim düşmanımızdır. Kim onlara eğilim duyarsa, o da onlardandır.”

Yine soruyorum; bu bildik Ortodoks inancın, Yunus’un ”Oruç, namaz, gusül, hac hicâptır ışıklara!” dediği Alevilikle ne ilgisi var?

Şimdi bu tabloda gerek Sünniler gerek Şiiler birbirlerini kabul edip, Alevileri ikisi de din dışı, sapkın olarak görürler. Ali’yi ikisi de kabul eder. Ama tarihsel Ali‘yi. Gerçekten de ortada sorun yoktur, kabullenmeler ve reddetmeler mantıklıdır. Sorun Aleviliğin tanımında, hâlâ onu sanki İslâm’ın bir kolu gibi göstermededir. Yerine oturmayan taşlar; ancak Aleviliğin ayrı bir inanç olduğu, ırklar üstü, tüm insanlığı kucaklayan, panteist yapısıyla diğer ortodoks dinlerden ayrıldığını kabulle oturur.

Bir diğer sorun da; Aleviliğin bir devlet dini olmasının imkânsızlığıdır. Çünkü bu inanç insanoğlunun bencil yapısına terstir. Diğer insanlara hükmetme, doyumsuzca mal mülk edinme hırsı, doğal olarak kurulan devletleri zaman içinde de olsa ortodokslaştırır. Böyle devlet yöneticilerinin; yöneticilere itaati emreden dinlere ihtiyacı vardır. Bu dinler din baronları aracılığı ile yöneticilerin istediği şekilde halkı yönlendirir. Aralarında simbiyotik bir ilişki vardır. Oysa Alevilik her şeyi sorgulayan, eşitlik ve demokrasi isteyen, hakkını aramayı emreden, hesabın öteki dünyada değil bu dünyada sorulmasını isteyen bir inançtır. Dolayısıyla Alevilikte insanlar kul değil, birey olur. İşte bu insan tipi çağımızda bile yöneticiler için tehlikelidir ve yok edilmelidir. O yüzden de tarih boyunca evrensel, bilime dayalı, 72 milleti dinler ve ırklar üstü eşit gören bu inanç, hep yok edilmeye çalışılmıştır.

Bugün, Türkiye’de kendine dede yada peygamber soylu diyen kişiler gelir kapılarını kaybetmemek adına, Sünni yönetici sınıfla işbirliği içinde çağımızın Hızır paşaları olarak Aleviliği katletmektedirler. Israrla, biz de müslümanız, Caferiyiz (ki bu mezhep son derece yobaz bir Şii mezheptir) diyerek, açıkça bu inancın altına dinamit koymaktadırlar. Baskının çok daha fazla olduğu eski çağlarda bile inancını geri adım atmadan savunmuş, Yunuslara, Hace Bektaşlara, Abdal Musalara ihanet eden bu insanlar eskiye göre inançlarını savunmanın çok daha kolay olduğu bu çağda ne yazık ki, yönetici sınıfla işbirliği içinde Alevileri bir taraftan Sünnileştirmekte, bir taraftan da Şiileştirmektedir. Alevilerin, ayrı bir inanca sahip olduğu bilincine kavuşmaması halinde yok olacakları aşikardır.

Şimdi de Alevilikteki Ali’ye bir bakalım. Ama bu Ali’yi anlamak için Aleviliği de tanıya tanıya ilerleyelim. Çünkü Alevilikteki bazı tanımlamaları tek tek çözüp sonra bu “puzzle“ları birleştirmedikçe, Aleviliğin Tanrısı Ali’yi anlamak imkânsızdır. Aleviliğin kalan tek belgesi deyişleri olduğundan söz arkeolojisini yine yapalım.

Bilinmelidir ki, Aleviler içki içer. Ulularının, hatta Ali’nin şerefine bile kadeh tokuşturur. Son derece demokratik bir ortamda herkese söz hakkı tanır. Kadınları eşit insan olarak kutsarlar. Örtünme, namaz, Ramazan orucu yoktur. Hac hiç yoktur. Yani tarihsel Ali’nin yaptığı şeylerin tam tersini yaparlar. İşte böyle yaşayan bu topluluk kendini, “Güruh-u Naci“ (ışık insanları- kurtarılmış topluluk ) olarak tanımlar.

”Kimse bilmez kimdir bizim ulumuz- Anlayamaz Yezit bizim dilimiz- Muhammet Ali’ye çıkar yolumuz- Ey güruh-u Naci size aşk olsun- Naci güruhunun parlıyor mahı- Naciler olmuştur sırrın agahı- Nuh’un gemisine bindik biz dahi- Ey güruh-u Naci size aşk olsun- (Sersem Ali Baba).”

Yukarıdaki şiirde dikkat ederseniz Muhammed Ali kavramı işleniyor. Alevi erenleri ne zaman Muhammed dese mutlaka yanına Ali’yi koyuyor, hatta üçleyerek Hak -Muhammet-Ali diyor. Bu durumu Aleviliği Türklerle başlatan zihniyet, Hıristiyanlıktan geçme diye tanımlıyor. Keşke Aleviliğin ne kadar kadim olduğunu, aksine bu gün teslis inancı denilen inancı Hıristiyanların Anadolu’daki ışık insanlarından aldıklarını bilselerdi. Neyse konumuza dönersek bu üçleme ya da ikilemedeki kastın Tanrı’nın vasıflarının tekrarı olduğunu kolayca anlarız. Yani yaratan, yarattıran, tanrının dünyadaki izdüşümü insan ve insan ruhuyla dünyaya gelen kutsal ruh. (rahman, rahim, Ali) Şimdi örneklere geçelim:

“Evvel O’dur, ahir O’dur- Tayyip O,’dur Tahir O’dur- Batın O’dur, zahir O’dur- Ali Ali Ali- (Virani), ”Sabah seherinde virdim budur bu- Allah bir Muhammed Ali’dir Ali- Zikrim olan la ilahe illallah- Allah bir Muhammet Ali’dir Ali- (Sersem Baba)”, ”Bu Dünya’nın evvelini sorarsan- Allah bir Muhammed Ali’dir Ali- Sen bu yolun sahibini ararsan- Allah bir Muhammed Ali’dir Ali”, ”Daim fikrimde zikrin, ya Muhammed ya Ali- Gönlümün evinde şükrün, ya Muhammed ya Ali- Tanıyamaz kendi özün, seni yakın bilmeyen- Alemin ayinesisin, ya Muhammed ya Ali- (Hatayi)”, ”Sofu mezhebimi neden sorarsın?- Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz- Gözlüye gizli olmaz ne ararsın- Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz- Muhammet Ali‘dir Kırkların başı- Anı sevmeyenin nic’olur işi- Atalım Yezid’e lanetli taşı- Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz- (Pir Sultan Abdal)”, ”Günah ettim Şah‘ın darına durdum- Allah bir Muhammet Ali aşkına- Kırklar eşiğine yüzümü sürdüm- Allah bir Muhammet Ali aşkına- (Kul Hüseyin).”

Yukarıdaki beyitlerde geçen “Kırklar“ konusunun altına kırmızı bir çizgi çekerek ileride o konuyu da detaylı işleyeceğimizi söyleyerek, bir adım ileri gidelim. Üçlemelerin yerini sadece Ali’nin aldığı ya da Ali’nin öne çıktığı beyitlere geçelim. Eren, artık gerçeği biraz daha gün güzüne çıkarmak istiyor ve gerçek inancını haykırıyor. İnsan bedeninde tasvir ettiği yaratıcısını anlatmaktadır, vahdeti anlatmaktadır. Mecburiyetten ona Ali demektedir. Birkaç örnek verelim:

“Muhammed Ali’nin eli değil mi?- Hak bilip tuttuğum el bana yeter- Bu yolun sahibi Ali değil mi?- Ali’nin kurduğu yol bana yeter- (Pir Sultan Abdal)”, ”Gafil kaldır şu gönlünden gümanı- Bu mülkün sahibi Ali değil mi?- Yaratmıştır on sekiz bin alemi- Rızıkların veren Ali değil mi?- (Pir Sultan Ali)”, ”Yoğ iken yerle gökler ezelden- Kudret kandilinde pünhan Alidir- Kün deyince bezm-i elestten evvel- Alemi var eden sultan Ali’dir- (Genç Abdal)”, ”Bugün bize pir geldi, gülleri taze geldi- Önü sıra kanberi, Ali el Murtaza geldi- La ilahe İllallah İllallah Şah İllallah- Ali mürşit güzel Şah- Eyvallah Şah‘ım eyvallah- (Kul Himmet)”, ”Ali ismi dört kitapta okunur- La İlahe Ali yazılı- Zikr edenler Azazil‘den sakınır- La İlahe İlla Ali yazılı- (Kul Himmet)”, “Bir ismi Ali’dir bir ismi Allah- İnkârım yoktur hem vallah hem billah- Muhammet Ali yoluna Allah eyvallah- Ben Ali’den gayri bir er görmedim.”, ”Selma bir deste gül şaha uzattı- Kendi tabutuna kendisi yattı- Cem-i Mushaf’tan nikabın attı- Kur’an yok, gördüler Ali’den gayrı- (Hace Bektaş)”, ”Ayine tuttum yüzüme- Ali göründü gözüme- Nazar eyledim özüme- Ali göründü gözüme- Ali evvel Ali ahir- Ali batın Ali zahir- Ali Tayyip Ali Tahir- Ali göründü gözüme-(Mehmet Ali Hilmi Dedebaba)”

Buradaki Ali, tarihsel Ali’ye sizce benzemekte midir? Yoksa, Allah’ın ta kendisi midir? Her şey bu kadar açıkken, hâlâ müslümanlık iddiasında bulunmak, biz bir mezhebiz demek, Aleviliğe ihanettir.

“Men Ali’den gayrı Tanrı bilmezem diyen Alevinin Ali’si ile gerçek Ali arasında dağlar kadar fark var- İrene Melikoff”, ”Tarihte yaşamış Hz Ali ile Alevi ve Bektaşi inanç dünyasındaki Ali birbirinden farklıdır- A. Yaşar Ocak“, “Aleviliği, İslâm’ın bir mezhebi veyahut bir tarikatı sananlar, tamamıyla aldanmışlardır. Alevilik Müslümanlık değildir, onu Şiilikle de karıştırmak hata olur.- Prof. Reşit Tankut.”

Alevi erenleri Tanrı’nın insanda tecellisinin bir sonucu olarak bazı ulularıyla Ali’yi eşleştirir. Bir bakarsınız Pir Sultan, Hace Bektaş Ali olur çıkar. Maksat kâmil insan olmak değil midir? Kâmil insan, Tanrı’da kaybolmuş, artık „Tanrı“ olmuş olan değil midir?

”Dün gece seyranda batın yüzünde- Hünkar Hace Bektaş Veli’yi gördüm- Elif tac başında nikab yüzünde- Aslı imam nesli Ali’yi gördüm- (Kalender Çelebi)”, ”Hayali gönlümde yadigâr kalan- Hünkar Hace Bektaş Ali kendidir- Darağacı üstünde namazın kılan- Hünkar Hace Bektaş Ali kendidir- (Kalender Çelebi)”, ”Pir Sultan’ım şu dünyaya- Dolu geldim dolu benim- Bilmeyenler bilsin beni- Ben Ali’yim Ali benim- (Pir Sultan Abdal)”

Bu tarz deyişler bazen, direk insanın defalarca bedenlenmesini, Tanrı’nın Ali’den de başka kimliklerle de dünya’ya gelmesini anlatır. Ancak konumuz Ali olduğu için bu konulara girmeyeceğim.

Alevilik bazı yönleriyle Hıristiyanlığa benzese de gerçekte çok farklıdır. Çünkü Hıristiyanlıkta da yaratan ve yaratılan ayırımı vardır. Tanrı Alevilikte bir çok insanda bedenlenerek görülürken, Hıristiyanlıkta sadece insanların günahlarını kendi ödemek istediği için insan bedenine giren ve ölen bir Tanrı vardır. Bu Tanrı, bir gün kıyameti koparacak ve kötülerden öcünü alacaktır. İsa’nın sağında, Melkezedek düzeninde duranlar kazanacaklardır. Oysa Alevilikteki vahdet-i vücut kavramı gereği tanrısallaşan insanlar Tanrı‘da birleşir ve Tanrı’nın elleri olur. Alevi ölmez, Hak‘ka yürür. Alevilik‘te Tanrı ve evren, özde birdir. Tanrı varlıktır. Evren, varlığın yani Tanrı’nın maddeleşmesidir. İnsan ise konuşabilen, düşünebilen, maddeden bir adım ötede Tanrı parçasıdır. Tanrı’nın evidir. Görüldüğü gibi her şey Tanrı’dır. Tanrı, değişik biçimlerde hep vardır ve insan onun yansımalarından biridir. Yani Hıristiyanlıkla tıpkı Şiilikteki sözde Ali benzerliği gibi teslis benzerliği dışında ortak yanı yoktur. Ancak Gnostik İncillerde, hatta kabul görmüş İncillerde Alevilik’ten, yani ışık dini‘nden bir çok alıntıya rastlayabilirsiniz.

Aleviliğin en önemli özelliklerinden biri de; özgür bireyler olarak yetiştiklerinden dolayı her şeyi sorgulama özgüvenini kendilerinde duymalarıdır. Kul değil insandırlar. Sünnilik‘teki sorgusuz ve korkuya dayalı kabul onlarda yoktur. Öyle ki Tanrı’yla bile tartışır, O’nu sorgular, Ali’sine sitem eder, hatta Tanrı’yla alay bile eder. Bu müthiş eleştirel demokratik ortam, korkuya değil akla dayalı Tanrı sevgisi, ışık insanlarını uygar dünyada hep bir adım önde tutar. Bunu Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç eden Alevi vatandaşlarında açıkça görürüz. Buralara giden Sünnilerin aksine Avrupa kültürüne Aleviler kolayca adapte olur ve kendilerini sevdirir. İşte böyle insan tipi geri kalmış, başka ülkelerin güdümünde, diktatörlükle yönetilen, laiklikten uzak ülkeler için yok edilmesi ya da asimile edilmesi gereken insan tipidir. Böyle insan tipini arzulayan ülkeler uygar, insan odaklı ülkelerdir.

“Allah deyip bağırma- Irak sanıp çağırma- Hak‘kı dilden ayırma- Şeytan güler bu hale- Hayali bir yerdesin- Sen arada perdesin- Hak sende sen nerdesin- Nedir cevap suale- Levh-i Mahfuzdur yüzün- Anı şerh eyler sözün- Arif bilir iç yüzün- Cahil düşer zevale- (Mihrabi)”, ”Yeri göğü ins-ü cini yarattın- Sen ey mimarbaşı, eyvancı mısın?- Ayı günü çarhı burcu var ettin- Ey mekan sahibi, Rahşancı mısın?- Cibril’e perd ardında söyledin- İnüp Beytullah’ta kendin dinledin- Bu ateşi cehennemi neylerdin?- Hamamın mı var, külhancı mısın?- Yüz bin tamun olsa korkmam birinden- Rahman ismi nazil değil mi senden?- Gaffar-üz-zünüb’um demedin mi sen- Afv et günahımı yalancı mısın?- Kazanlarda katranların kaynarmış- Yeraltında balıkların oynarmış- On bu dünya kadar ejderhan varmış- Şerbet mi satarsın, yılancı mısın?- (Azmi)”. ”Onu aleme atmışsın- Sen çıkmışsın uca Tanrı- Kıldan köprü yaratmışsın- Gelsun kullar geçsun deyu- Hele biz şöyle duralım- Yiğit isen sen geç Tanrı- (Kaygusuz Abdal)”, ”Bu alemi gören sensin- Yok gözünde perde senin- Haksıza yol veren sensin- Yok mu bunda suçun senin- Kainatı sen yarattın- Her şeyi yoktan var ettin- Beni çıplak dışar attın- Cömertliğin nerde senin- Ademi sürdün bakmadın- Cennette de bırakmadın- Şeytanı niye yakmadın- Cehennemin var da senin”, ”Seni sevenlerin yaralı dertli- Şu elin zalimi bizden kıymetli- Keramet sahibiydin güçlü kuvvetli- Yoksa bir kul idin öldün mü Ali?- Zalimin zulmü bizi yakarsa- Bizi ağlatıp karşımızdan bakarsa- Ahrette elim boşa çıkarsa- Tutar Zülfikar’ı kırarım Ali- (Ali Kızıltuğ)”, “Karnım açtır karnım aç- Rahmet etgil Tanrı bana kapı aç- (Sultan veled)”, ”Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir- Varıp anın üstünde evler yapasım gelir- Altında gayya vardır içi nar ile pürdür- Varıp ol gölgesinde biraz yatasım gelir- (Yunus Emre).”

Şimdi Aleviliğin Ali’sini, Muhammed’in miracı sırasında görelim. Önce kısaca miraçta olanları anlatayım. Muhammed miraca çıkarken önüne bir aslan yatar. Bir ses ona yüzüğünü aslanın ağzına at der. Bunu üzerine aslan sakinleşir ve Muhammed’e yol verir. (Muhammed miraçtan döndüğünde, Ali ağzından Muhammed’in yüzüğünü çıkarıp verince Muhammed: ”Ali sana erdim, sırrına eremedim.” der.) Buradan anlıyoruz ki Muhammed’in bile Tanrı’yla görüşmesi için Ali’den izin alması ve peygamberlik mührü olan yüzüğünü Ali’ye teslim etmesi gerekir. Yani üstün olan Ali’dir.

Muhammed, Allah ile konuşurken ondan yüzünü göstermesini ister. Allah kabul etmez ve sadece elini gösterir. Bu elin içi yeşil bir renk ile kaplıdır (Muhammed miraçtan dönünce Ali Muhammed’e elini gösterir. Aynı yeşil renk Ali’nin elinde de vardır). Bu hikâye de bize, “Ali Allah’ın ta kendisidir!“ mesajı veriyor.

Muhammed, Allah ile yüzleşmesinden dönerken Ahab-ı Suffa kapısına rastlar. Kapıya vurur. İçeriden, ”Kimsin?” diye ses gelir. Muhammed, ”Peygamberim.”deyince, ”Bizim aramıza peygamber sığmaz, peygamberliğini var git ümmetine eyle!” diye cevap verilerek içeri alınmaz. Peygamber, Allah’tan içeri girmek için yardım ister. Allah üç kere Muhammed’e tekrar oraya gitmesini söyler, ama aynı sözlerle reddedilir. Dördüncü seferinde Allah, Muhammed’e ne demesi gerektiğini söyler. Muhammed de ”Yoksulların hizmetçisiyim (hadimül fukara)!”diyerek içeri girer. Bu bölümden de, kırkların peygamberlere ayrıcalık yapmadığını, peygamberin onlara boyun eğdiğini anlıyoruz. Oysa İslâm’da Muhammed ayrıcalıklı, tüm peygamberlerden ve meleklerden üstün bir peygamberdir.

İçeri giren Muhammed 22 erkek ve 17 kadından oluşan bir topluluk görür. Bu topluluk cem yapmaktadır. Kendisine gösterilen yere oturur. 40. kişi olan Selman-ı Farisi onlara yiyecek bulmaya gitmiştir. Muhammed onlara, ”Kimsiniz?” diye sorar. Onlar, ”Biz Kırklarız.” der. Muhammed, ”Küçüğünüz ve ulunuz kimdir?” der. Onlar, ”Küçüğümüz de ulumuz da uludur.”der. Bu bölümden de kırkların ibadetlerinin namaz olmadığını, cem olduğunu, kadın erkek birlikte ibadet yaptıklarını, aralarında hiyerarşi olmadığını, tam eşitlik üzerine bir hayatları olduğunu anlıyoruz. Oysa İslâm’da Tanrı-kul, kadın-erkek, mümin-kâfir, fakir-zengin, köle-efendi ayırımı olduğunu biliyoruz.

Muhammed, ”Biriniz eksik, ne oldu?” der. Kırklar, ”O Selman’dır, ama eksik değil, aramızdadır.” der. ”Biz kırk kişiyiz, kırkımız da bir kişiyiz.”. Muhammed inanmaz. Bunun üzerine Ali elini keser ve oradakilerin hepsinin eli kanar. Ayrıca Selman’ın da kanı pencereden gelir ve ortaya dökülür. Ali elini sarınca, hepsinin kanının akması durur. Selman da eli sarılı olarak gelir. Buradan da demokratik platformda insanların eşitliğini, insanlığın kaderinin aynı olduğunu, Aleviliğin olmazsa olmazı çoklukta tekliği yani vahdet inancını, farklı görünen her şeyin aslında bir‘e ait olduğu öğreniyoruz. Oysa, İslâm’da Tanrı ve insan ayırımı vardır ve herkesin kaderi ayrıdır.

Selman sadece bir üzüm tanesi bulabilmiştir. Bu üzüm tanesi Muhammed’in önüne konur ve ”Ey fakirlerin hizmetçisi, bu üzüm tanesini kırklara paylaştır!” denilir. Muhammed ne yapacağını bilemez. Kırklar  O’na, ”Üzümü ez!”der. Üzüm şaraba dönüşür. Kırklar onu içtikçe mest olur ve semah dönmeye başlar. ”Kırklar meclisine gelen doluyu- Dolduran Muhammed, içen Ali’dir- (Pir Sultan Ali)”. Muhammed de kendinden geçer ve semah dönmeye başlar. Bu sırada Muhammed’in başındaki imâme düşer. Kırklar onu da kırka bölüp bellerine dolarlar.

Bu bölümden de, bir üzüm tanesini bile paylaşan demokratik bir yaşam biçiminin mesajını görüyoruz. Öyle ki, Muhammed’in imâmesi bile paylaşılır. Artık üstünlük bir kişide değil herkestedir. Yine Muhammed, kırklardan makam olarak aşağıda tutulur ve öğretilerle eğitilir.

Görüldüğü gibi hikâye, Ali’yi ve mensubu olduğu kırklar meclisini Muhammed’den üstün tutmakta, Muhammed’i toy ve sırlardan bihaber göstermektedir. Şimdi yine soruyorum. Bu Ali İslâm’ın Ali’si midir? Bu Ali Tanrısal birlik diye özetleyeceğimiz inanç düzleminde, Tanrı’nın ta kendisi değil de nedir?

Bir diğer Ali hikâyesi de cem ayini sırasında anlatılandır. Bu hikâyeye göre, gölde yıkanırken bir aslanın saldırısına uğrayan çocuk Selman, meçhul bir atlı tarafından kurtarılır. Selman bu atlıya bir nergis ya da lotus çiçeği verir. Bu çiçek Ali tarafından Selman’a geri verilecektir. Bu hikayenin de İslâm ile ilgisi yoktur. Alevi ezoterizmi içinde insanlığın kadim tarihiyle ilgili bir söylemdir. Bence buradaki çocuk ve aslanın ona saldırması; eski çağlarda etrafı suyla çevrili genç bir uygarlığın felakete uğramasını sembolize eder. Çocuğun kurtarılması o uygarlığa ait birikimlerin kaybedilmediğini gösterir. Verilen çiçek gelenek ve sırların kuşaktan kuşağa seçilmiş kişiler aracılığı ile aktarıldığını ve unutulmadığını gösterir. Bir gün Tanrı yani Ali, insanlığa tekrar o eski uygarlığı ve Tanrısal sırları verecektir. Yine soruyorum. Bu Ali’nin İslâm’ın Alisi ile ne ilgisi vardır?

Alevilerin Ali ismini seçmesinin sebepleri arasında tarihte haksızlığa uğramış biri olmasının yanısıra, ucu ta Sümerlere kadar uzanan isim benzerliğinin de rolü vardır. Sümerler Tanrı anlamında Al ya da Alu ismini kullanırdı. Yine Harran bölgesinde Tanrı’ya Alla veya Al denildiğini biliyoruz. Zerdüştlere ”Ala-wi” (Tanrı’ya tapan) denilirdi. Zaten, İslâm’daki Allah kelimesi de Süryanicedir. İslâm’dan önce bilinen bir tanrıdır ve tüm tanrıların baş tanrısıdır.

Kaynakça

Nehc’ül Belaga

J.Dierl Anton – Anadolu Aleviliği

Haeı Bektaş-ı Veli – Velayetname

Baki Öz – Alevilik Nedir?

Pir Sultan Abdal Divanı

Yunus Emre Divanı

Nejat Birdoğan – Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi

Sersem Ali Baba Divanı

İsmet Zeki Eyüboğlu – Alevilik Sünnilik İslam Düşüncesi

Virani Divanı

Kul Hüseyin Divanı

Hatayi Divanı

Genç Abdal Divanı

Kul Himmet Divanı

Krisztina Kehl – Kızılbaş Aleviler

İrene Melikoff- Uyur İdik Uyardılar

Meluli Divanı

Abdal Musa Vilayetnamesi

Selim bin Kays- Kitab-ü Selim bin Kays Hilali

Abdülbaki Gölpınarlı – Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik-

Faik Bulut – Alisiz Alevilik

Ali Murat İrat – Devletin Bektaşi Hırkası

Esat Korkmaz – Anadolu Aleviliği

İrene Melikoff – Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe

https://evrenvenur.wordpress.com/2015/07/04/hangi-ali-islamin-alisi-mi-alevilerin-alisi-mi/

«Son dönemde tozu dumana kattılar; ‘Ali’li Alevilik mi, Ali’siz Alevilik mi?’ diye! Öncelikle belirtelim: ‘Mistik maya’ olmadan Alevilik olmaz. Ali mistik tasarımın en üst kimliği olduğu için de Ali’siz Alevilik olmaz. Ali’nin inanç ya da söylence kimliği, ortodoks kimlikli Ali’nin kimi meziyetlerinin yakalanması ile yaratılmıştır. Giderek inanç-söylence tasarımın değerleri, ortodoks değerlerini yok etmiştir. Sorun, ‘Ali’siz Alevilik’ gibi bir yaklaşımı hayata geçirmek değil. Sorun, ortodoks tasarıma karşı batınî tasarımın “niçin” ve “nasıl” yapıldığını algılamak, anlamak ve anlatmaktır. Çünkü Anadolu Aleviliği, geriye dönüş kültünü büyük bir kıvraklıkla kullanmıştır. Ali olmasaydı bile, kült gereği bir başka “meziyetli” kimlik, batınî tasarımın konusu olacaktı ve başat inanç kaynağının tam ortasına yerleştirilecekti; söylencelerin birinci dereceden kahramanı olacaktı.»

-Esat Korkmaz-

Neden İslâmi Takiye?

240px-Hallaj«İskenderiye okulunun ortadan kaldırılması girişimleri ilki, dördüncü yüzyılın sonlarında meydana geldi. 391 yılında Hıristiyan piskoposu Theophilos, Hermes’in Mısır’da yaydığı dine ait tapınaklardan birini kiliseye dönüştürmek istedi. Hermes yanlıları bu girişim karşısında çılgına döndüler. İsyan edip sokaklara döküldüler. Büyük bir ayaklanma başladı. Şiddetli çarpışmalar oldu. Bizans valisi Hıristiyanları da yanına alarak kalkışmayı bastırdı. Daha sonra , İmparator ve vali tarafından başkaldırının asıl suçluları oldukları tespit edilen İskenderiye Kütüphanesi’nde bulunan Hermetik kitapların büyük bir bölümü Bizans imparator I. Theodosius’un emriyle şehrin hamamlarında yakıldılar.

Bizans İmparatoru I.Theodosius, İskenderiye’den sonra İmpartorluk içindeki Hermes ekolünden gelen tüm mabetleri Hıristiyanlık karşıtı gelişmelerin kaynağı sayarak kapattı. Bizans topraklarında o güne kadar görülmedik ölçülerde bir kitap yakma olayları yaşanmaya başlandı. Sadece İskenderiye kütüphanesi‘nde yakılan kitapların sayısı 400.000 civarındaydı. Hıristiyan bağnazlığı insan aklının alabileceği sınırların çok dışına taştı. Onca değerli kitap, dünyanın geleceğinde artık bir daha var olmamak üzere kaybolup gitti.

Bu kitap yakma olayları aslında bir tür, insanlığın kayıtlı hafızasını imha etme girişimleriydi. Hıristiyanlık, insan zihninde kendi öğretisine boşluk açmak, yer bulmak için insanlığın beleğini boşaltmaya kalkışmıştı. Bu yangınlarda her şey kaybolmadı.Yangınlardan canlarını ve kimi değerli kitaplarını kurtarabilmiş Hermes bilgeleri yüzyıllar boyu geleneklerini yeraltında sürdürdüler. Büyük yangından uzun yüzyıllar sonra Hermetik eserler ilk önce Bağdat sarayında gün ışığına çıktılar. Hermetik eserlerin Bağdat’ta Arapçaya çevrilmesiyle birlikte Bağdat sarayı bilimde, sanatta ve edebiyatta büyük gelişmeler gösterdi. Arap kabile devleti kısa zamanda bir dünya imparatorluğuna dönüştü.

abou-muslim-al-khorassaniArap İmparatorluğu şaşırtıcı çıkışını tamamladıktan sonra hoşgörüsünü kaybetti, bağnazlığa teslim oldu. Hermetik eserler ve Hermes geleneğinden gelen bilginler Bağdat’tan dışlandılar, kovuldular.» (Erdoğan Çınar)

«Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır‘da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer‘in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali‘nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler.

İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı (Ege’nin iki yakası, Yunanistan ve Anadolu. Ş.K) filozofların ve özellikle de Pisagor (İyonya, Anadolu’da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ’da verilen addır. Ş.K) ve Eflatun‘un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Âlim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular.» (Cihangir Gener)

Neden Ali?

Shiite_Calligraphy_symbolising_Ali_as_Tiger_of_God«İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefî ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının, Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.

İslamiyet’in, kendi bünyesinde var olan, Hanif dinin Batınî felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni yönetimin Batıni ekollerle ilk karşılaşması, Mısır‘ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs‘e geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.

Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kâfirlerdi…Müslüman oldular.» (Cihangir Gener)

«İslam kültür ve düşünce tarihini derinden etkileyen hiç bir tasavvuf cereyanının, İslamiyet’in beşiği olan Arabistan’da doğmamış, gelişmemiş ve yerleşmemiş olması -ki bugün de öyledir- tasavvufun yapı itibariyle, İslamiyet’i kendi eski kültürleri dahilinde algılayan Mevalî orta tabakasının, kitabî ve nasçı İslam anlayışını temsil eden hakim Arap müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının bizce en reddedilemez delilidir.» (Ahmet Yaşar Ocak)

***

«Alevilik, İslam’ın çıkısına bu bağlamda sahiplenir. O değerleri, kendisinin değerleri olarak görür. Devletleşmiş İslamı ise reddeder. Belki, doğru anlamıyla İslam’ın “özü olma” söylemini bu temelde ifade ederek doğrulayabiliriz. Yolun bilgeleri ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilerek hareket etmişlerdir. Bu gün, bu söylemi dillendirenler, bu bağlamda değil, hem asimilasyon etkisiyle hem korku etkisiyle ve hem de soyu koruma etkisiyle bunu ifade etmektedirler.» (Haşim Kutlu)

Ali Üzerine

Ali şeriatta Aslan,
Tarikatta Şah-ı Merdan
Marifette Veli, Evliya
Sırr-ı Hakk-i-Kat’te ise Ali’den başka Hak yoktur.

bv

İlim öğretilerinin sistematiği içinde (dinler gibi) her insanın bu kapılardan geçmek zorunda olduğunu bilen erenler, bunları her ne kadar isim olarak kendi içlerinde ifade etmişlerse de, birini (Şeriat Kapısını) Alevilik felsefesinin yapısı-öğretisi içinde tümden reddetmiş, diğerini ise (tarikat Kapısını) sadece ve sadece yaşadığı toplum içinde, yani müslümanlar arasında, gizlenebilmek için kullanmışlardır!!!

Marifet Kapısı, varlığın (Ali’nin) aşk ateşinde piştiği kapıdır. Tanrı’ya (Hakk-i-kat’e) kavuşmak uğruna her şeyden, kendi canından bile vazgeçmeye hazır olduğu kapıdır. Yapacağı tüm fedakârlıklar, O’nun için yapmayı özlemle beklediği ve zaten arzu ettiği şeylerdir. “Ali” artık evliyadır. Tanrı yolunda kendini kendinden silen, O’na kavuşmak için her şeyden vazgeçmeye hazır olan bir evliya.

Ve işte tüm bu tekâmül etmişlik ile “Ali” Tarikat kapısının sonunda elde ettiği “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” makamına ulaşır. Yani Alevilik çok açık ve net olarak reenkarnasyondan bahsetmektedir bu noktada!!! Yani, Alevilik Felsefesinde DEVRİYE olarak isimlendirilen reenkarnasyondan!!!

Haydar-ı Kerrar sözü, tekrar tekrar gelen demektir!! Tekrar, tekrar gelen!!!

Ali olarak “simgelenen” ve her kapıda farklı bir ifade ile anılan bu “sembol” varlık, binlerce yıllık serüveni içinde, Şeriat kapısında başladığı “evrim” yolculuğunu, her kapının sınavlarını farklı farklı bedenlerde ve zamanlarda vererek, tekrar tekrar gelip bu makamlardan ve kapılardan geçip en sonunda zorunlu enkarnasyonların son bulduğu Marifet kapısıyla devam eder. Çünkü Alevilik felsefesi, “Haydar-ı Kerrar, Şah-ı Merdan Ali bir geldi” diyerek bir tamamlamadan, tamamlanmadan bahsetmektedir.

Âdem ile başlayan, İnsan ile devam eden ve İnsan-ı Kâmil olarak sona eren bu evrim macerası, bakın alevîlik tarafından kendi özel diliyle nasıl ifade edilmiş:

Şeriat’te Adem oğluyum,
Tarikat’te Yol oğluyum
Marifet’te Kemal oğluyum,
Hakk-i-Kat’te Gök oğluyum
Atam Gök, Anam Yer

diyen bu felsefe, diğer taraftan, kendini âdem soyuna bağlayacağına götürüp Şit soyuna bağlayarak bir taraftan dünya yaşamının ve âdemin yaratılmasıyla ilgili bilgi verirken diğer taraftan da Tanrının ve kâinatın en büyük sırlarından birinin, insanın yaratılışının sırrını da “Hakk-i-Katte gök oğluyum” diyerek verir bize. İnsan gökten inen tanrısal bilinci, âdem ise bu tanrısal bilincin kullandığı bedeni anlatır Hakk-i-Kat’te!!!

Yukarı çıktıkça ve üst kapılar çalışmaya başladıkça insan, daha önce okuyup da hiçbir şey anlamadığı bir kitaptaki kâinatın tüm sırlarını veya tamamen dünyasal bir yaklaşımla baktığı Dünya hayatına farklı bir gözle bakıp onun içinde gizlenmiş olan tanrısal sırların hepsini görmeye başlar. İşte Ali’nin neden şeriatte (yani birinci kapıda), Aslan iken, en sonunda yani en üst kapıda (hakikat kapısında) Allah olduğunun sırrı budur. Çünkü O, yani Ali, Şeriat ve Tarikat kapılarında iken, doğayı, insanı, uzayı ve de Tanrıyı, ona Hakk-i-kat ilmi sözleri ile anlatacak boyuta-frekansa kapıyı açmamıştır daha. Dolayısıyla bu evrensel bilgilerin içeri girişi mümkün değildir henüz.

Bunun mümkün hale gelebilmesi de ancak Ali’nin eğitim alarak Şeriat okulunu bitirip Tarikata, Tarikatı bitirip Marifete ve oradan da Hakk-i-Kat’e ulaşması ile mümkündür.(Süleyman Diyaroğlu)

12 er«Bu bilgi hazinesine giden kapının kilidi Ali’dir ve işte bu bilgi Ali yoluyla On İki İmam’a da intikal etmiştir. Kadim anlayışın tevil yoluyla İslam diline aktarılmasıdır bu.

Bu bağlamda, Ali isminde cisimleştirilen nitelikler, bütünüyle Teklik’e veya aynı bağlamda evrene, evrensel gerçekliğe ait vasıflardır ya da ona ait onda varolan kendinin bilgisidir. Bu bağlamda da, 12 imam’da cisimleştirilenler de aynı özelliklerdir. Bu özellikler, birçok nefeste dile getirilmiştir.
Buna Göre Ali:

1– Doğuş’tan öncesi varoluşa ilişkin bilinmeyen bütün bilginin tek anahtarıdır.

2– O bütün eski ve yeni çağların ve yne bu bağlamda bütün eski peygamberlerin ve yeni peygamberlerin tek sahibidir. Veliler ve imamlar çağının da tek sahibi odur. Bu nedenle; “Ali evveldir, Ali ahir.”

3– Eğer doğuşla gerçeklik kazanan bütün çoklukta o olmamış onun adı her şeye yazılmamış olsaydı hiçbir şey teklik çarkı içinde olmayacak ve ona bağımlı olmayacaktı.

4– Var olan Varlık’ın Üç kuvvetinden biri de Muhammed’dir ve Muhammed’deki bu gerçekleşme nedeniyle, onun nurundan nurlandıkları için bütün Peygamberlerin peygamberlikleri gerçeklik kazanmış ve onlar peygamberliklerini kanıtlamışlardır. Ancak bunun tek tanığı vardır, o da Ali’dir. Çünkü Ali, Muhammed Mi’rac‘a gittiğinde de orada Muhammed’e görünendir ve o’na “90 bin kelamı bildiren”dir. Kızılbaş Alevi dilinden Muhammed’e söylettirilen “Ben ilimin şehriyim Ali onun kapısıdır” sözün anlamı budur.

5– Ali tüm doğarak gelmiş olan varlıkların tek hakimidir. Çünkü o hem Üç’tür ve bu bağlamda her varlıkta varolandır; hem de bütündür ve tektir. Bu haliyle de bütün varlık ona bağlıdır, onda yok olma hareketi içindedir. Onun etrafında bir çark düzeni içindedir.

Pir Sultan‘ın;

Ay Alidir Gün Muhammed
Üç yüz altmış altı sünnet
Balıklar da suya hasret
Çarka döner göl içinde.

dediği işte bu haldir. Bu nedenle iyi ve kötü, cennet ve cehennem arasındaki köprü ve köprüden geçişin anahtarı Ali olacaktır. Ali, cümle varlığın iradesinin toplandığı hazinedir. Hakk’tan gelip Hakk’a gitme olarak betimlenen çark düzeninde, çark içinde hangi varlık’ın nasıl ve ne şekilde doğuş yapacağını o belirlemiş ve yazmıştır. Bu yazıların saklandığı (Levh-i Mahvûz), muhafaza edildiği yerdir, makamdır Ali.

Bu sıralamayı alabildiğine çoğaltmak mümkündür. O çokluk doğmadan önce Var olan Varlık’ın yüreğidir, onun kendi varlığının tek kanıtıdır ve ispatıdır. Onun sözüdür. O dildir onun yazısıdır. O’nun okunacak kitabıdır. O göğün gürültüsüdür, o çakan şimşektir, yağan yağmurdur, kardır, berekettir, rızktır ve nihayet O; MürTeZa’dır; yani, doğan ve doğuran tek iradedir.

Yoğ iken ol dem zemin ü asüman ı kün fekan
Gün gibi ruşen olan envar sensin ya Ali.
Görünen miraç içinde enbiyalar şahına,
Suret-i Rahman olan didar sensin ya Ali.

Ali’ye ilişkin bu betimlemeler, Varlık’ın “doğuşu” yoluyla kendini gerçekleştirmesi anlayışı bağlamında, sırayla hem üçlük olarak hem de tek tek olarak on iki Nur’da gerçeklik alanına çıkmıştır. On iki Nur ise, Ali yoluyla onun evlatlarında cisimleştirilmiştir. Bu temelde her imam, Ali’ye atfedilen bu özelliklerin bir veya birkaçını kendinde toplamaktadır.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali, Hak bilene Hak’kın erkânıdır bu. Münkirler giremez demeden beli, Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Bu yolu kurmuşlar Muhammed Ali,
Hakk bilene Hakk’ın erkânıdır bu.
Münkirler giremez demeden beli,
Sadıklar girer, er meydanıdır bu.

Hasan ile Hüseyin sevdiği budur
Zeynel Abidin’in gördüğü budur
İmam Bakır’ın gösterdiği budur
Caferi Sadık’ın imanıdır bu

Musa-i Kazım’dan ayrıldı bir şah
Son meyvası pirim Bektaş Veliyullah
Rum’u irşad eden ol güzlü mah
Ayin-i cem’in Şah-ı Merdan’ıdır bu.

Aşıklar sadıklar buna yederler
El ele verdiler, Hak’ka giderler
Erler meydanında semah ederler
Aşk’a düşenin dermanıdır bu

İmam Ali, Taki’ye Naki’ye verdi
Ali Naki, Askeri’ye bildirdi
Muhammed Mehdi de bu sırra erdi
Muhammed Ali’nin devranıdır bu

Dahası da var. “Ali” ya da “12 imam” betimlemeleri, Kızılbaş felsefesinde birer şifredirler. Evrensel kuvvet veya kuvvetleri simgelemektedirler. Din ve din karşıtı dogmatiklerin anladığı gibi burada ne “İslamın Ali”si kastedilmekte ne de ona bir tapınım ifade edilmektedir. Kızılbaş anlayışında söz konusu evrensel kuvvetler, genel olarak insanda cisimleştirilerek anlatılmakla birlikte, zahiren eril ama batınen dişildirler. Çünkü Kızılbaşa göre evrensel kuvvetlerin en somut gerçekleştiği ve bilince çıkarıldığı vücut, İnsandır. İnsan aklıdır. İnsan evrenin ve evrensel aklın gerçekleştiği bir özettir. Evrende ne varsa ve nasıl işliyorsa insanda da o var ve öylece işlemektedir. “İnsan Hakk’ta Hak İnsanda” demenin anlamı da budur ve bu anlam evrenseldir. Ve hem de kadim(en eski)dir.

Dogmatikler ise Kızılbaşı, “Allahı insana benzetmekle” suçlamaktadırlar. Benzetişi “Kuvvet” olarak değil de “Sûret” olarak anlamaktadırlar. Anlam/Kavram Ali’yi, Kızılbaşın verdiği anlamdan uzaklaştırıp saptıran da aynı kafadaki yol erkân düşkünleridir. Gerçi, yukarıda Ali bağlamında anlattıklarımız genelde Kızılbaş düşüncesiyle ulaşılan açıklamalardan çok, Şah Hatayi’den bu tarafa oluşturulan, kısmen islami ilahiyat anlayışıyla bulaşık halde olan açıklamalardır. Bu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu temel yapı ya da anlayış bilince çıkarılmazsa, ya da en azından konular bu düzeyde ele alınıp, nedir ne değildir kavranılmazsa, bir cehalet, bir kör dövüşüdür sürüp gider.“Biz Müslüman mıyız, değil miyiz, yol muyuz, mezhep miyiz, yok dinliyiz yok dinsiziz” kavgası yol evlatları arasında devam edip gider. Netleşmemiş bir çokluk yapısının, Bir’liğe ulaşması mümkün olmaz.

Akşamlara dek bir amentü gibi “Sevgi bizim dinimidir / Başka dine inanmayız” de dur; içindeki, senden farklı bir şey ifade edene, duyduğun öfkeyi bir yana atamazsan, o kine dönüşür zamanla. Orada sevgi ölür. Kötü egemen olur. Nefs egemen olur. Benlik kavgası, yol insanının dini imanı haline gelir. Böylesi bir çoklukta “Bir” olmaktan, “diri” olmktan, “iri” olmaktan söz edilebilir mi? » (Haşim Kutlu)

Language-Distribution

«Varoluş felsefesinde O’nu idealizmden materyalizme çeviren “Vahdet-i Vücut/Vahdet-i Mevcut” gibi tasavvuf aşamaları, Alevî-Bektaşî inancının toplumsal halk dini olmasını sağlamıştır.

Vahdet-i vücut’daki Kâmil İnsan yaratma aşaması, Vahdeti Mevcut’da Kâmil Toplum ve toplumlar yaratmaya dönüşür.

“Canlı-Cansız Doğayı” tanrısal özün görünüşüne çıkmış biçimi olarak görmek, aslında Tanrı’yı “nesnelerin toplamı” biçiminde algılamanın değişik anlatımından başka birsey değildir.

İnancın kâmil insanda tekleştirilmesi, bu birliğin de “Tanrı-evren-insan” birlikteliğinden oluşması kadar güzel bir inanç olamaz. Ayakları yere basan bir tanrı inancı tek tanrılı dinlerde yoktur, bütün kıyımlar da bundan dolayıdır.

Alevilik evrende elle tutulan, gözle görünen bütün maddesel örtüyü tanrısal özle birleştirerek tekleştirmiştir. Alevi inancı tanrıyı kâmil insanın gönlüne sokmuştur. Tanrıyı toplumdan kopuk hükmedici konumundan alıp ete kemiğe büründürerek gerçek yaşamın içine sokmuştur.» (Esat Korkmaz)

Derleme: Şahin Kaya

Kaynakça

 Hazret-i Ali’den Sözler
  • Kanaat tükenmez maldır.
  • Bilgiyle dirilen, ölmez.
  • İlim hakiki bir mürşiddir.
  • Eğrinin gölgesi de eğridir.
  • Aklı kıt olan, dilini tutamaz.
  • Söyleyene bakma, söylenene bak.
  • İlim meclisi cennet bahçesidir.
  • İnsan, dilinin altında gizlidir.
  • Yoksulluğun en kötüsü ahmaklıktır.
  • Eğri cetvelden, doğru çizgi çıkmaz.
  • Fikir çatışmalarından hakikat çıkar.
  • Haddini bilen kimse, hakaret görmez.
  • Dostları yitirmek, gurbete düşmektir.
  • Akıl tamamlandığında, söz noksanlaşır.
  • Dilini yermekten de övmekten de koru.
  • Gıybeti dinleyen gıybeti yapan gibidir.
  • Kemal, doğru konuşmak ve doğru olmaktır.
  • Adamlık; ahde vefa, verdiği sözü tutmaktır.
  • Söz ilaç gibidir; azı yaşatır, çoğu öldürür.
  • İnsanlar, bilmedikleri şeylere düşmandırlar.
  • Âlim, ölse de yaşar, cahil ise yaşarken ölür.
  • Sevgiliye verilen en büyük hediye sadakattir.
  • Düşünmeden konuşma, sonuna bakmadan iş yapma.
  • Ahlak ve fazilet aklın dışarıdan görünüşüdür.
  • Dindarlığın en üstünü, dindarlığı gizlemektir.
  • Utancın üstünü, insanın kendinden utanmasıdır.
  • Tamah seni kul etmesin, Allah seni hür yarattı.
  • Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum.
  • Dost, dostu yokken dostluğuna sadakat gösterendir.
  • Yüksekliği istedim, onu alçak gönüllülükte buldum.
  • Evvela kendi nefsinize, sonra insanlara nasihat et.
  • Fazilete yükselmek güç, rezalete alçalmak kolaydır.
  • Dostluğu öldüren en tehlikeli silah itimatsızlıktır.
  • Seni inciten kimse özür dilerse kabul et.
  • Kin tutma.
  • Haklı olduğun zaman, hiç kimseye boyun eğmeyeceksin.
  • Hiçbir zaman cahil bir insanla tartışmayı kazanmadım.
  • Âlim ölü olsa bile diridir, câhil diri olsa bile ölü.
  • Şeref, fazilet ve edepledir. Asıl ve neseple değildir.
  • Kitapları değil, kitapların içindekileri kafanda topla.
  • Çok sert olma, kırılırsın. Çok yumuşak olma, ezilirsin.
  • Hiçbir acı cehaletten daha fazla zahmet verici değildir.
  • Öldükten sonra yaşamak isterseniz kalıcı bir eser bırakın.
  • Çocuklarınızı bugüne göre değil, geleceğe göre yetiştiriniz.
  • Ne kadar yoksul ve aç olursa olsun, kanaat sahibi zengindir.
  • Bilgi kadar zenginlik, cehalet kadar yoksulluk yoktur.
  • Kişinin kendini beğenmesi, aklının zayıf olduğuna delalet eder.
  • İki şey halkı yok eder: fakirlik korkusu ve üstünlük talep etmek.
  • Bir insana başkaları önünde verilen öğüt, öğüt değil, hakarettir.
  • Akıl gurbette yakın bulmaktır; ahmaklık vatanda gurbete düşmektir.
  • Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin, milletinize yapılanı affetmeyin.
  • İlim alçaktakileri yükseltir, bilgisizlikse yüksektekileri alçaltır.
  • Renkten renge giriş, inançtan inanca geçiş, ahmağın alâmetlerindendir.
  • Asıl yetimler anadan babadan değil ilim ve ahlaktan yoksun olanlardır.
  • Eğer ilim ümitle elde edilseydi, dünyadaki bütün insanlar âlim olurdu.
  • Akıllının dili gönlünün ötesindedir, ahmağın gönlüyse dilinin ötesinde.
  • Cesurun ayakları dayanmak, korkağın ayakları kaçmak için yaratılmıştır.
  • Dostların kalbini kırmakla, düşmanların arzularına hizmet etmiş olursun.
  • Dünyada hiçbir şeye minnet etme, özgürlüğünü ancak bu şekilde koruyabilirsin.
  • Güzellik giyinenlerin süslüğü ile oluşmaz; bilgi ve terbiye ile güzel olunur.
  • İnsanların en fazla bağışlaması gerekeni, cezâ vermeye en fazla gücü yetenidir.
  • Çalışanlar kötülük düşünmeye zaman bulamaz, tembeller ise kötülükten kurtulamaz.
  • Arkadaşını zorlukta, gıyabında ve ölümünden sonra korumayan dost, dost değildir.
  • Güzel ahlak, en iyi arkadaştır
  • Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.
  • Cömertlik, istemeden vermektir. İstendikten sonra vermemekse utançtandır ve kötüdür.
  • Siz insanlar kendinizi önemsiz sanarsınız. Halbuki içinizde koca bir evren saklıdır.
  • İki şeyin elden gitmeden değerini takdir etmek zordur: biri sağlık, öteki de gençlik.
  • Hızlı yükselenlere imreniliyor. Oysa en hızlı yükselenler toz, duman, saman ve tüydür.
  • Bilgisiz kişiyi, bir işte, bir fikirde ya pek ileri gitmiş görürsün, ya pek geri kalmış.
  • Haksız kazanç ve ahlaksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyiniz.
  • Her kaba bir şey koyunca daralır; ancak bilgi kabı müstesnâ. Ona bilgi kondukça genişler.
  • Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılara vermeye razı olur.
  • Akıl gibi zenginlik, bilgisizlik gibi yoksulluk, edep gibi miras, danışmak gibi arka olamaz.
  • Yapman gereken hayırlı, yararlı işleri yarına bırakma. Bakarsın yarın olur da, sen olmazsın.
  • Yuvasını seven bir kadın için tahammül edilmeyecek güçlük, katlanılmayacak fedakarlık yoktur.
  • Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.
  • Ben öyle bir insan ıstiyorum ki; iktidarda iken halktan biri sanılsın, halktan biri iken iktidar sahibi.
  • Anadan, babadan kalanlara yetim derler, bana kalirsa asıl yetim olanlar, akıldan mahrum olan kimselerdir.
  • Kötü alışkanlıkları terk etmek, en büyük ibadetlerdendir.
  • İnsanoğlu, her şeyden daha çok terazinin (kefelerine) benzer; ya cehaletiyle hafif veya ilmiyle ağır olur.
  • Bil ki sabır; bir asalet göstergesidir.
  • Bütün dünyayı verseler ve buna karşılık, bir karıncanın ağzındaki taneyi almamı isteseler; bu zulmü yapamam.
  • Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız.
  • Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.

Kaynakça

https://www.neguzelsozler.com/dini-sozler/hz-ali-sozleri.html

/sö