Ağuçan Kimliğinin Kökeni ve Tanımlanması

1980’li yıllarla birlikte dünyada artık geçerliliği kalmadığı iddia edilen etnik ve dini kimliklerin yükselişi söz konusu olmuştur. Türkiye de bu gelişmelerden etkilenmiş ve kamusal alanda özellikle Kürt ve Alevi kimliklerin yeniden canlanışına tanık olmuştur. Bu canlanış ile birlikte Kürtler daha çok ülkenin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde kimliklerinin, temel hak ve özgürlüklerinin ve kültürel haklarının tanınması amacıyla silahlı mücadeleye başvururken, aynı yıllarda Alevilik üzerine gelişen tartışmalar, Aleviliğin yeniden nasıl inşa edileceği, modern ya da modern ötesi olarak adlandırılan dönemde nasıl bir kimlikle temsil edileceği, Alevi kimliğinin ne olacağı ve bu kimliğin siyasallaştırılması sorunları çerçevesinde gelişmiştir.

Alevilik üzerine 1980’li yıllardan sonra başlayan ve 1990’lı yıllarda yükselen tartışmanın bu minvalde yürümesinin nedeni geleneksel Aleviliğin inanç sistemi ve toplumsal kurumlarıyla birlikte gerilemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Modernleşme ile birlikte Aleviliğin inanç ve kurumlarında ortaya çıkan aşınma ve işlev kaybı, Alevilik ile Aleviler arasında bir mesafe yaratmış ve Alevilik özellikle genç kuşaklar açısından dışarıdan öğrenilen bir deneyime dönüşmüştür. Modern dönemde sorulan soru Aleviliğin ne olduğu, nasıl bir Aleviliğin yaşanacağı ekseninde belirirken bir Alevi kimliği inşa faaliyetine girişilmiştir. Alevi kimliğinin yeniden inşa faaliyeti, bizzat Alevi cemaatince, kendi içlerinde çeşitlemeleri barındıran siyasal merkezler ve akımlarca yoğun bir ilgiye mazhar olarak politik ve ideolojik bir “keşif” konusu olmuştur. Bu anlamda Alevilik, resmi düzeyde olduğu gibi yükselen Kürt milliyetçi hareketi ve İslami çevrelerde de siyasal, toplumsal ve dinsel olarak “yeniden keşfedilmiştir”. Alevilik hangi kesim tarafından tartışılıyorsa, üzerinden bir model, bir kimlik oluşturularak adeta politik ve ideolojik hedeflere ulaşma konusunda araç konumuna indirgenmiştir. Devletin bu yıllarda Aleviliği keşfi, Kürt Milliyetçi hareketi ve İslamcı hareketin yükseliş dönemine denk gelmiştir. Aleviliği  tümüyle Türklüğe bağlama ve yükselen İslam’a karşı Aleviliği laikliğin teminatı olarak gösterme çabaları devletin Aleviliği keşfinde öne çıkan unsurlardır. Kürt milliyetçi hareketinin Aleviliğe yönelik söyleminde ise, Aleviliğin yeniden canlandırılması Kürt hareketini Alevi Kürtler üzerinden bölmek için devlet tarafından planlanmış bir oyun olarak sunulmaktadır. Ayrıca bu hareketin Aleviliğe ait inanç, ritüel, evliya vb. öğelerin tümünü Kürtlüğün tarihi içerisinde göstermesi de tarih yazımı açısından bir sorun olarak belirmektedir. İslami çevrelerin Aleviliği keşfi ise, Alevilerin ümmi, cahil kesimler olduğu ve bunların “insanlık seviyesine” çıkarılması gerektiği görüşü çerçevesinde öne çıkmıştır. İslami çevrelerin Aleviliği “insanlık seviyesine” çıkarma girişimi, Aleviliği Sünnileştirme politikasıyla olanaklı kılınacaktır.[1]

2000’li yıllara gelindiğinde Aleviliğin ne olduğu, nasıl bir kimlikle temsil edileceği tartışmaları devam etmekle birlikte, Aleviler kentlerde hızla örgütler kurma ve cemevleri açma girişimleriyle dikkatleri üzerlerine toplamışlardır. Bu arada 3 Kasım 2002 Seçimlerinden sonra iktidara gelen AK Parti Hükümeti’nin “Alevi Açılımı” politikasına paralel bir biçimde 2009 ile 2010 yılları arasında düzenlediği Alevi çalıştayları, Aleviler tarafından ilk etapta olumlu karşılanmakla birlikte kısa ya da uzun vadede Alevilerin lehine herhangi bir düzenlemeyi sağlamamıştır. Bu çalıştaylarda faklı Alevi kesimlerinin devletten talepleri; “Alevilerin ibadethaneleri olan cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, Alevi köylerine cami yapılması politikasından vazgeçilmesi,
Tekke ve Zaviyeler Kanunu’yla Alevilerin elinden alınan Hacı Bektaş Dergahı’nın ve diğer Alevi mekanlarının sahiplerine iade edilmesi, Madımak Otelinin müze olması” biçiminde özetlenebilir. Fakat bu taleplerin hiçbiri karşılanmamakla birlikte, son dönemde cemevlerinin, TBMM Başkanı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve hatta yargı kararıyla da ibadethane sayılmaması, eğitim sisteminin giderek daha fazla dinselleştirilmesi ve Sünni İslamın Hanefi mezhebine uygun genç nesillerin yetiştirilmesi gibi proje ve hedefler, Aleviliğin devlet tarafından yok sayılması politikalarının bir devamı olarak belirmektedir.

Aleviliğin 1980’lerden itibaren farklı siyasal projelere konu olmasıyla birlikte farklı ideolojik çevrelerin, değişik tanımlama ve konumlandırmalarından merkezi bir Alevi kurumu olan Dersim’in mürşit kabul edilen “Ağuçan Ocağı” da nasibini almıştır. Bu durum, ilk etapta Ağuçan Ocağının adının kullanımında tam bir birlik bulunmaması ile kendini göstermektedir. Ocağın kökeni ve adı üzerinden yapılan tartışmalar, resmi düzeyde ve Türk milliyetçi çevrelerince Türklüğe ve Türkçeye bağlanmaya çalışılmıştır. 1987’den beri Gazi Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Veli Araştırmaları Merkezi ile M. Eröz  (1990) ve O. Türkdoğan (2004) gibi yazarlar bu anlamda ilk göze çarpan kurum ve kişilerdir. Gelenek içerisinden N. Birdoğan (1995) da Ağuçan Ocağı’nı bir Türk ocağı olarak göstermekte, A. Yaman ise “ocak” örgütlenmesini tümüyle Türk geleneği içerisinde göstererek, bu unsuru ön plana çıkarmaktadır.[2]  Ahmet Yesevi ve Yesevilik üzerinden bütün Alevileri Türklüğe bağlama çabalarına karşı, Ağuçan Ocağının bağlandığı Ebu’l Vefa’nın Kürt milliyetçi çevrelerince Kürt olduğu vurgusunun fazlasıyla öne çıkarılması da tepkisel bir tarih yazımı olarak göze çarpmaktadır.[3]

Ağuçan Ocağının adı ve kökeni Alevi çevrelerince yoğun bir biçimde tartışılmaktadır. Nuri Dersimi (1997:117), ocağın adını Kürtçe “Axuçan” olarak yazmaktadır. Dersimi’ye göre “aileye adını veren Kürt evliyasının esas adı Seyit Hesen olmakla beraber, bu evliya zehir içmiş ve içtiği zehiri parmaklarından sızdırmak suretiyle keramet göstermiş olduğundan” kendisine “Ağuçan” denilmiştir. Yani Ağuçan, “ağu içen”, “zehir içen”dir.

Aksoy (2001:21) da ocağın adını “Axuçan” olarak yazmakla birlikte, sözcüğün “gerçekten ilk bakışta ağu içenle ilişkili” göründüğünü ancak “Türkçeyle ilişkisi olmadığını” belirtmektedir. Aksoy’a göre (2001:22), Ağuçan adı “Ermenice kökenli” olabilir. “Ağ” ile başlayan, örneğin; Ağzunik (Hozat), Ağdat (Hozat/Mazgirt), Ağği, Ağzutek, Ağlüz (Çemişgezek), Ağdas/Ağtaş (Hozat/Ovacık), Ağveran, Ağvisi (Hozat) gibi yerleşim birimi isimleri ile son hecesi “-can” olan ya da fonetik olarak buna uydurulan sözcükler, örneğin; Erzincan, Tercan, Mercan gibi isimler Ermenice’dir (Bkz. Aksoy, 2001:22). Osmanlı döneminde Dersim’de başta Ermeniler olmak üzere yoğun bir Gayrimüslim nüfusun varlığı Aksoy’un bu savını destekler niteliktedir.

Ağuçanların kökeni konusunda bu tartışmaya katılan Seyfi Cengiz’e göre, “ ‘Can’ veya ‘Çan’ sözcüğü etnik Çan adının yanı sıra ‘John’ (Yahya) ismini hatırlatır. Tam burada Surp Karapet’in John the Babtist, yani Vaftizci Yahya olduğunu hatırlamak gerekir.” Cengiz’e göre bu Ocak, başlangıçta Ezdi’dir. “Kendisini Zeyd-i adı altında gizlemiştir.”[4]

Aksüt (2009:168) ise Ocağın adının “Ağuçlar-Avuçlar” ya da “Ağuç-Avuçla ilgili olan” anlamında olduğunu belirtmektedir. Aksüt’e göre, Alevilikteki Dede Ocaklarının oluştuğu coğrafya Mezopotamya, Irak gibi yerlerdir ve “Ocağın ad aldığı yer Urfa’daki Tektek Dağlarından çıkan ve Habur ırmağına dökülen (Fırat’ın kolu olan Habur Çayı) Aviç Çayı ve yöresi olmalıdır. Aksüt’e göre (2009:167), Ocağa bağlı Dede Ocaklarının ve bunlara bağlı taliplerinin bir bölümü Kürt, bir bölümü de Türk’tür.

Ağuçan Ocağı mensuplarının konuştuğu dilin Kurmanci olması sebebiyle kelimenin Kürtçe anlamı üzerine şu yorumlar yapılabilir:

1-a-xûç-an: a iyelik eki+xûç(isim)+(an)çoğul eki : xûçların olan anlamına gelebilir.

2-axûç-an: axûç+lar anlamına gelebilir.

3-ax û çand: toprak (ax) ve ekim (çand) veya biçme anlamına gelebilir.

4-a+xwişk+an: (a+xûç+an şekline dönüşmüş olabilir ) kızkardeşlerin (xwişk) olan anlamına gelebilir.[5]

Ağuçan Ocağının bugünkü dedeleri, Ocağın adını “Ağu içen” ya da “Ağuçan” olarak kullanmakta, Ocağın kökenini de İmam Zeynel Abidin’in soyundan gelen Ebu’l Vefa üzerinden Irak’a bağlamaktadırlar. Ocağın dedelerinden Miktat Güler (Dede), Süleyman Güler ve Aziz Elmas, Ağuçan Ocağının Seyit Hamis’e dayandığını söylemektedirler. Ebu’l Vefa Menakıbnamesi’ne göre, Ebu’l Vefa’nın çocuğu olmamıştır. Seyit Hamis ise Ebu’l Vefa’nın kardeşi Seyit Ganim’in oğlu Seyit Gıyasettin’in oğludur.[6]

Bazı Ağuçanlı dedelere göre Ağuçanlar Seyit Temiz’den gelmektedir. Bazıları ise bu ismi zikretmemektedirler.[7] Ağuçanlar’ın Seyit Temiz’den geldiğini öne sürenlere göre Seyit Temiz’in dört oğlu olmuştur ve ocak bu dört oğul üzerinden yürümektedir. Bu kişiler; Köse Seyit, Mir Seyit, Koca Seyit ve Seyit Mençek’tir.[8] Bu dört kardeş Ağuçan Ocağının 4 kolunu oluşturmaktadır. Seyit Temiz ismini kabul etmeyen görüşe göre ise; Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in oğulları olan Hz. İsmail ve Hz. İshak’tan, Hz. İsmail’in soyundan gelmektedir ve Ağuçanlar da bu soyun devamıdır. Hz İsa, Hz. İshak’ın soyundan gelmektedir. Bu görüşe göre Seyit Temiz  yalnızca söylencelerde var olan bir isimdir ve Ağuçanlar dört koldan oluşmaktadır. Bu kollardan birini oluşturan Seyit Mençek Ağuçan’dır. Yani bu görüşe göre Ağuçan olarak bilinen kişi Seyit Mençek’dir. Mir Seyit ve Köse Seyit’in mezarlarının Tunceli’ye bağlı Çemişgezek ilçesinin Ulukale Köyünde olduğu söylenmektedir. Buradaki ocağı Köse Seyit’in kurduğu ve mücerred yani hiç evlenmemiş olduğu  öne sürülmektedir. Koca Seyit’in türbesi ise Elazığ merkeze bağlı Sün Köyünde olup daha çok Ahmet Dedegiller olarak bilinmektedir. Bugün Türkiye’de kısaca Cem Vakfı olarak bilinen ve Alevilik konusunda “gerçek İslam’ın temsilcisinin Aleviler” olduğu savını ileri süren Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın sülalesinin Mir Seyit’ten geldiği söylenmektedir. Bu kol, bugün çoğunlukla Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde yerleşik bulunduklarından “Malatya Ağuçanları” olarak da bilinmektedir. Asıl olarak Elazığ-Pertek arasındaki Sıxıs köyünde yerleşik oldukları da iddialar arasında bulunmaktadır.

Seyit Mençek’in türbesi ise Ağuçanların merkezi olarak bilinen Hozat İlçesine bağlı Bargini (Karabakır)[9] köyünde bulunmaktadır. Seyit Mençek’in türbesinde ölüm tarihi Hicri 971, Miladi 1574 olarak geçmektedir. Seyit Mençek’in Seyit İbrahim, Seyit Ali, Seyit Hasan, Seyit Keko adında dört evladının olduğu bilinmektedir. Bargini’de bulunan “ezbet”ler olarak geçen sülaleler bunların çocuklarıdır. Seyit İbrahim’den gelen ezbet, “Xelegurian”, Seyit Ali’den gelen “Aliyan”, Seyit Hasan’dan gelen “Hesanan”, Seyit Keko’dan gelen sülale de “Kekyan”dır. Bunlara Tacıman ve Seyit Beyraman olmak üzere iki ezbet daha ekleyenler bulunmaktadır. Son iki ezbetin Bargini’ye daha sonra gelmelerine karşın kendilerini daha çok Ağuçan evlatları olarak gördükleri fakat aslında Ermeni kökenli oldukları ileri sürülmektedir.  Bu ezbetlerden ocak adına dedelik yapma hakkı küçük kardeş Seyit Keko’nun sülalesi olan Kekyan’da bulunmaktadır.[10] Bunun ise, bilgili kişilerin daha çok bu sülaleden olduğu, bilgili olana tabi olunacağı ilkesinden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Örneğin yukarıda bahsi geçen Amasya Şeceresi’ni Kerbela’da onaylatan Kekyan sülalesinden Seyit Kalender’in son derece bilgili bir kişi olduğu yönündeki hatıra hafızalarda yer etmiştir.[11]

Ağuçan Ocağına Bağlı Ocak ve Aşiretler

Alevilikte “Ocak” sözcüğü, genellikle “dedenin bağlı olduğu soy” (Korkmaz, 2003: 333) anlamında kullanılmaktadır. Bu soy genellikle kendisini Hz. Muhammed’in kızı Fatma ve amcasının oğlu Ali’den gelen imamlardan birisine bağlar. Alevilik ve Bektaşilikte “Ehl-i Beyt” olarak geçen bu soy Muhammed, Ali, Fatma ve çocukları Hasan ve Hüseyin’den oluşmaktadır. Ehl-i Beyt, ev halkı anlamına gelmektedir (Korkmaz, 2003: 134). İlk etapta bu beş kişinin oluşturduğu bu aile yine Alevilik ve Bektaşilikte “Penç-i Aba” ya da “Penç-i Al-i Aba” biçiminde tanımlanmakta ve bir elin beş parmağıyla simgelenmektedir. “Ehl-i Beyt” genel olarak bu beş kişi için kullanılmakla beraber sonradan “ev halkı” manasında Hz. Ali’den başlamak üzere sayılan On İki İmam’ın soyundan gelenler için de kullanılmaktadır.  Alevilik ve Bektaşilikte On İki İmam şu şekilde sıralanmaktadır: 1.Ali 2. İmam Hasan 3. İmam Hüseyin 4. Zeynel Abidin 5. Muhammed Bakır 6.Cafer Sadık 7. Musa Kazım 8. Ali Rıza 9.Muhammed Taki 10.Ali Naki 11.Hasan Askeri 12.Muhammed Mehdi. Genellikle Alevilikte Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hüseyin’in soyundan gelenlere ise “Seyit” denilmektedir.

Alevilikte ocaklar soylarını bu imamlardan birine bağlamakla birlikte, soylarının İmamlardan geldiğini desteklemek üzere belli dergahların ve Nakibül Eşraflar’ın onaylarını taşıyan belgeler, yani şecerelere başvururlar. Ancak her ailenin elinde bir şecere olmayabilir. Seyitlik “rehber (Kürtçe ve Zazaca’da  rayber ya da reber), pir, mürşid (Kürtçe’de Pire piran)” olmak üzere üç makamlı bir organizasyona dayanmaktadır. Ya da Alevilik Bektaşilikteki “Şeriat-Tarikat-Marifet- Hakikat” olarak bilinen “Dört Kapı” öğretisine bağlı olarak “Musahiplik-Rehberlik-Pirlik-Mürşitlik” olarak organize edilir. Dedelik kalıtımsal olarak babadan oğula geçer. Kız çocukları ise çoğunlukla “ana” olarak adlandırılır. Alevilikte kutsal kabul edilen bu aileler, “talip” olarak adlandırılan kesimlerden ayrışırlar. Talipler bir ocağa bağlı olanlardır. Buna “ikrar” denir.  Örneğin Dersim’den kaynaklanan ve popüler söylemde “On İki Dersim Ocağı” olarak sayılan, ancak sayıları daha fazla olan “Ağuçan, Baba Mansur, Kureşan, Derviş Cemal, Derviş Gewr, Seyit Sabun, Şeyh Ahmet, İmam Rıza, İmam Musa Kazım, Cemal Abdal, Sinemilli, Sarı Saltuk, Şeyh Delil Berhican, Pilvenk, Celal Abbas, Pir Sultan Abdal, Sultan Munzur, Şeyh Çoban, Karapirbad, Koca Leşger, Hüseyin Abdal” ocaklarının talipleri birbirinden farklıdır. Talipler, İmamların soyundan gelmeyenlerdir. Dede ocağı mensuplarının kendilerine bağlı taliplerle evlenmeleri kesinlikle yasaktır ve taliplik de kalıtımsal olarak erkek ve kız çocuklarına geçer. Dede-talip ilişkisinde belirlenen kuralları çiğnemek en ağır toplumsal yaptırımlarla cezalandırılırken, bu cezalar “yoldan çıkma” ya da “düşkünlük” olarak ifade edilir. Taliplik, farklı sülale ve aşiretlerin, farklı dede ocaklarına bağlanmaları ile oluşur.

(Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/alevilik/45196-12-imam-hakkinda-bilgiler.html#post385291)

“Aşiret” sözcüğü, “ocak” kavramından çok daha geniş bir sosyal birimi karşılamaktadır. Aşiret, TDK sözlüğünde, “Dil ve kültür yönünden büyük bir türdeşlik gösteren, birçok boydan oluşan, yapısındaki aileler arasında toplum, ekonomi, din, kan veya evlilik bağları bulunan göçebe veya yerleşik nitelikteki topluluk, oymak” şeklinde tanımlanmaktadır. Dersim’in yüzyıllar boyunca sosyal, siyasal ve ekonomik yapısının dokusunu oluşturan aşiretlerle dede ocakları arasındaki ilişki pir-talip ilişkisine dayanmaktadır. Nuri Dersimi (2004: 33-58)   Dersim aşiretlerini Batı Dersim, Doğu Dersim, Malatya Bölgesi, Sivas Bölgesi, Erzincan bölgesi olarak saymaktadır. Bu aşiretlerin her biri aynı bölgelerde bulunan ocaklardan bir veya birden fazlasına bağlıdır.

Durum böyle olmakla birlikte, pratikte bazen iki kavramın birbirleri yerine kullanıldığına rastlanmaktadır. Yerine kullanma, daha çok ocakların aşiret olarak nitelendirilmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Dersimi (2004:35), Ağuçan’ı Hozat’a bağlı “aşiretler” listesinde saymaktadır. Dersimi’nin Ağuçan’ı “aşiret” olarak tasnif etmesinin bir yazım yanlışı mı, yoksa bilinçli bir kullanım mı olduğu açık değildir. Bu belirsizlik, Ağuçan Ocağının, öncesinde bir “aşiret” ya da 16. yüzyıl Osmanlı Tahrir Defterlerindeki tanımlamasıyla bir “cemaat” iken, sonradan mı ocağa dönüştüğü sorusunu akla getirmektedir. Bununla bağlantılı diğer bir sorun da, Ağuçan Ocağının oluşumunda ve kurumsallaşmasında Safevi etkisinin ne boyutta olduğudur. Bu konular, makalenin sınırlarını aşan daha kapsamlı araştırmaları gerektirdiğinden, Ağuçan’ın bir ocak olduğu genel kabulünden hareketle burada sadece Ocağa bağlı diğer ocak ve aşiretlerin adları ve bulundukları yerlerin bilgisine yer vermekle yetinilecektir.

“Ağuçan” temel anlamda Batı Dersim merkezli bir Alevi Ocağının adlandırmasıdır. “Ağuçanlar” ise Ocağın merkezi olarak kabul edilen Hozat’ın Bargini Köyünden ve Elazığ’ın Sün Köyünden bu Ocağa mensup aileleri ve bunların soy olarak devamını anlatmaktadır. Malatya’nın Arguvan İlçesine bağlı Mineyik Köyü de Ağuçan Ocağının diğer bir merkezi olarak kabul edilmekle birlikte, Mineyikliler daha çok “Zeynel Abidinli” vurgusunu öne çıkarmakta ve Ağuçan adını kullanmamaktadırlar (Aksüt, 2009:167).

Ağuçan Ocağı, bizzat Ocağın kurucusu olan 4 kardeşin soyundan gelenlerin yerleşik olduğu ve Ocağın merkezi kabul edilen Bargini, Sün ve Mineyik dışında, yine bu 4 kardeşin soyundan gelen ve bu merkezlerden göç edenlerin oluşturduğu birtakım kollara ayrılmıştır:

Amasya Kolu (Merkeze bağlı Tencirli Köyünde yerleşik olup, Bargini’den gelmişlerdir), Diyarbakır Kolu (Merkeze bağlı Şarabi Köyünde yerleşik olup Bargini’den gelmişlerdir), Malatya Kolu (Arguvan’a bağlı Mineyik Köyü –ki bunların aynı zamanda Seyit Ganim soyundan geldikleri öne sürülür-, Doğanşehir İlçesinde yerleşik Doğan Dedeler –ki bunlar da yukarıda değinildiği gibi kurucu 4 kardeşten Mir Seyit’in soyundan gelmektedir- ve Yeşilyurt’a bağlı Kırlangıç Köyü), Adıyaman Kolu (Çelikhan İlçesine bağlı Bulam Köyünde yerleşiktirler. Bulam daha sonra Belediye olmuş ve adı Pınarbaşı olarak değiştirilmiştir. Bulam’daki Ağuçanların da Elazığ’a bağlı Sün Köyünden geldikleri ileri sürülmektedir).

Çok geniş bir dede ve talip kitlesine sahip Ağuçan Ocağı ocaklar hiyerarşisinde en üstte duran mürşit ocağı konumundadır (bkz. Birdoğan,1995:263). Ağuçan Ocağı dışında Dersim’de Mürşit Ocağı olarak kabul edilen bir diğer ocak Baba Mansur’dur. Fakat Baba Mansur Ocağı’nın Mürşid oluşuna itirazlar da söz konusudur. İtiraz Baba Mansur Ocağı’nın İmam Bakır’dan geliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ağuçan Ocağı İmam Zeynel Abidin’in büyük oğlu Zeyd’den gelmektedir. İmam Zeynel Abidin, Kerbela’da İmam Hüseyin’in kucağında oklanmasına rağmen katliamdan kurtulan çocuğudur ve Aleviler tarafından çokça hürmet edilir. Ağuçan Ocağına bağlı ve Ağuçan Ocağını mürşit olarak kabul eden Türkiye’nin birçok bölgesine yayılmış Alevi Ocakları ve aşiretler bulunmaktadır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir:[12]

Sarı Saltuk/Sarı Sultan Ocağı (Tunceli/Hozat/Karaca ve Ağviran Köyü ve Sivas İmranlı Tokluca Köyü- Ağviran köyünden göçen ve Elazığ’a bağlı 2 köy ile Sivas’ın İmranlı, Zara, Ulaş, Şarkışla ilçelerine bağlı köylerde talipleri bulunmaktadır),

Sultan Sinemilli Ocağı ve Ocağa Bağlı; Şıhraşan, Alhas, Bayram Gazili, Atma ve Kürecik Aşiretleri (Elazığ Sün Köyündeki Ağuçanlara bağlıdırlar. Ocak Merkezi Kahramanmaraş/Elbistan/Kantarma Köyü olmakla birlikte Ocak üyeleri, talipleri ve Ocağa bağlı aşiretler Kahramanmaraş, Malatya, Erzincan, Elazığ, Sivas ve Kayseri gibi geniş bir alana yayılmışlardır),

Üryan Hızır Ocağı/Hıdsor ve Coğşar Aşiretleri (Üryan Hızır’ın türbesi Tunceli/Pertek/Zeve Köyünde olmasına karşılık Ocak üyelerinin aşireti olan Hıdsorların bugünkü yurdu Adıyaman/Çelikhan/Bulam (Pınarbaşı) kasabasıdır. Aşiretin Tunceli’den geldiği söylenmektedir. Üryan Hızır Ocağının diğer bir kolu da Erzurum/Aşkale/Hacıhamza Köyünde yerleşiktir. Bu kolun talipleri Coğşar Aşiretine mensuptur ve Sivas/Gemerek, Erzincan/Tercan ile Malatya/Darende köylerinde talipleri bulunmaktadır)

Kara Pirbad Ocağı (Sivas/Divriği/Karabergan Köyü),

Koca Leşker Ocağı (Erzincan ve Sivas/Divriği),

Yalıncak Ocağı (Sivas/Hafik/Yalıncak Köyü- Sivas, Yozgat, Çorum ve Tokat’ta talip köyleri bulunmaktadır),

Kalender Ocağı ve Balyan Aşireti (Kalender Ocağının merkezi Malatya/Akçadağ/Dedeköy olup Ocağa bağlı Balyan Aşireti, Malatya’nın Akçadağ, Doğanşehir ve Yeşilyurt ilçeleri ile Adıyaman’a bağlı köylerde yerleşiktir),

Kavi Aşireti (Adıyaman Merkeze bağlı köyler- Ağuçan Ocağına doğrudan bağlıdır),

Hubyar Ocağı ve Sıraçlar (Tokat/Almus/Hubyar Köyü- Tokat, Sivas, Amasya, Yozgat ve Samsun yörelerinde talipleri bulunmaktadır),

Cemal Abdal Ocağı (Ocak üyeleri Tunceli, Erzincan ve Gümüşhane’de olmakla birlikte Tunceli, Elazığ, Erzincan, Erzurum/Hınıs, Muş/Varto, Bingöl/Kiğı ve Gümüşhane’de talipleri bulunmaktadır. Kısmen Sünni olan Şadılı/Şadiyan Aşiretinin bir bölümü de bu ocağın talibidir),

Şeyh Çoban Ocağı (Tunceli/Mazgirt- Bir kolu da Çorum/Alaca/Büyükkeşlik Köyünde, talipleri ise Tunceli, Çorum, Sivas ve Elazığ’da bulunmaktadır),

Şeyh Şazeli Ocağı (Sivas/Kangal/Yazeli ve Höbek Köyleri- Malatya/Arguvan/Mineyik Köyündeki Ağuçan koluna bağlı olup, Sivas/Kangal, Malatya/Kuluncak ve Yozgat/Akdağmadeni ilçelerine bağlı köylerde talipleri bulunmaktadır),

Hüseyin Abdal/Kara Hüseyin Ocağı (Sivas/Divriği/Çamşıhı Yöresi- Malatya/Hekimhan ilçesine bağlı köylerde talipleri bulunmaktadır),

Hacım Sultan/SeydiAhmet Ocağı (Malatya/Hekimhan/Basak, Başkınık ve Güvenç Köyleri- Malatya/Arguvan/Mineyik Köyündeki Ağuçan koluna bağlı olup, Malatya/Hekimhan, Yazıhan, Kahramanmaraş/Elbistan ve Sivas/Gürün ilçelerine bağlı köylerde talipleri bulunmaktadır),

Seyit Ali Ocağı (Malatya/Yazıhan/Fethiye Kasabası- Hacım Sultan Ocağı ile musahip olup onun gibi Mineyik Köyündeki Ağuçan koluna bağlıdır).

Ocaklar arasındaki pir-talip bağlarını ve Ağuçan Ocağının konumunu gösteren şema aşağıda verilmiştir.

Aşiret-Ocak İlişkisinin Tarihsel Seyri

Bilindiği üzere Dersim’de sosyal yapılanma aşiretler, dinsel örgütlenme ise ocaklar üzerinden gelişmiştir. 1937-1938 Dersim Olaylarından sonra bir daha onarılamayacak biçimde bozulan bu sosyo-dinsel yapılanmanın tarihsel seyrini, Gezik (2000:21) üç döneme ayırarak incelemektedir. Yazara göre birinci dönem, 13. yüzyıldan başlayıp 16. yüzyıl başlarına kadar sürer. Üç yüzyıl süren bu dönemde “bölgede eski inançlar ile kendilerini peygamberin kuzeni Ali soyuna bağlayan şii-dervişlerin (seyitlerin) getirdikleri tasavvuf kavramlarının kaynaşması gerçekleşmiştir” (Gezik, 2000:21). İkinci dönem ise daha uzun sürmüştür. 16. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar süren bu dönemde, “bölgede yakın bir zamana kadar karşılaşılabilen seyit aileleri ve aşiretler arasında karmaşık pir-talip ilişkileri kurulmuş ve seyitler, Dersim’i merkez alarak çevredeki tüm Kırmancıki ve Kurmanci konuşan Alevi aşiretleri kalıtsal bir organizasyonla kendilerine bağlamayı bilmişlerdir”[13] (Gezik, 2000:21). Üçüncü ve son dönem ise 19. yüzyılın ortalarında başlayıp 1938’de bitmiştir.

Aşiret-ocak ilişkisinin bu birbirini tamamlayan ya da birbirini karşılıklı yeniden üreten yapısının neredeyse sorunsuz bir biçimde yürümesinin nedenlerinden birini, Dersim’in bir Kürt sancağı olarak otonom statüsü oluşturmaktadır. Diğer bir neden ise, Osmanlının bu izole coğrafyaya karşı ilgisizliğidir. Osmanlının Dersim’e yönelik bu ilgisizliğinin belirgin bir biçimde kırılmaya uğraması, İmparatorluğun 19. yüzyıldan itibaren “merkezileşme” siyasetini uygulaması ile gerçekleşmiştir.

Genel olarak Alevilik tarihinde önemli bir dönüm noktasını oluşturan 16. yüzyıldaki Osmanlı-Safevi çekişmesi, 1514 yılında Çaldıran Savaşıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Yavuz Sultan Selim ile Safevi Hükümdarı Şah İsmail savaşında Alevi Türkmenlerin Şah İsmail’in yanında yer almalarından dolayı Yavuz tarafından kıyıma uğratıldıkları bilinmektedir. Çaldıran Savaşı sırasında Dersim’de Alevi kıyımından daha çok etkilenen, “emirname ve Sultanlık belgelerinde Kürdistan sözcüğü geçtikçe akla” gelen Çemişgezek Beyliği’nin (Şerefname’den akt. Çem, 2009:425) hüküm sürdüğü Batı Dersim bölgesi olmuştur. Dönemin Çemişgezek Beyi Hacı Rüstem Bey, savaş sırasında Şah İsmail saflarında yer aldığından, savaş sonrasında Yavuz’a sığınmış ancak Yavuz tarafından affedilmeyerek yanındaki kırk adamıyla birlikte idam edilmiştir. Dersimi de (2004:69), “dağlık Dersim bölgesi hariç” Şialık ve İran görüşlerine yakın olmaları nedeniyle Safevilere taraftar bulunmaları göz önünde tutularak Kürtlerin Yavuz’un imhasına uğradıklarını belirtmektedir. Fakat Dersimi’nin verdiği bu bilgi, Kürtlerin Yavuz tarafından kitlesel bir katliama mı uğratıldığı yoksa yalnızca Hacı Rüstem ve maiyetindeki kişilerin idamına mı işaret ettiği noktasında açık değildir. Ancak açık olan bir husus vardır ki o da şudur: Bir bütün olarak ele alındığında Dersim’in Kürt Alevileri, 16. yüzyıldaki Yavuz’un Alevi kıyımından diğer bölgelerdeki Aleviler kadar etkilenmemiş olmakla birlikte Dersim, Yavuz’un kıyımından kaçan Türkmen Alevileri ile Dersim dışındaki Kürt Alevilerin sığınma yurdu gibi bir işlev görmekle Yavuz’un siyasetinden farklı bir boyutta etkilenmiştir. Bu sığınmalar sonucunda Dersim’de bir nüfus artışı meydana gelmiştir.

19. yüzyıl öncesinde Osmanlının Dersim’e yönelik önemli diğer bir harekâtı ise Sultan Murat (IV. Murat) döneminde gerçekleşmiştir. Sultan Murat’ın 1635 yılında muhtar Kürt beylikleri üzerine yapmış olduğu askeri harekâtta, Osmanlı ordusu Erzurum’a kadar gitmiş, ancak Dersim içlerine girememiş, sadece Dersim çevresindeki birtakım silahsız Kürt aşiretlerini yerlerinden çıkarıp batıya doğru göç etmelerine neden olmuştur (Bkz. Dersimi, 2004:90).[14]

Bu veriler ışığında, yukarıda dağılımı verilen Ağuçan Ocağı, Ocağa bağlı aşiret ve ocakların bu coğrafi dağılımlarının nedenlerinden biri ortaya çıkmış görünmektedir.[15] Bu neden de Yavuz’un seferi sonucunda artan nüfus dolayısıyla ekonomik olarak yaşam alanlarının daralması, geçim sorunlarının ortaya çıkması ve IV. Murat’ın silahsız Kürt aşiretlerini yerinden etmesidir. Nitekim Dersimi de Ağuçan Ocağını anlatırken “bu kabile mensuplarının silahsız” olduğunu yazmaktadır (Bkz. Dersimi, 2004:71). Yavuz’un seferi ve Dersimi’nin verdiği bu bilgiye dayanarak denilebilirki, Malatya, Maraş, Sivas, Elazığ, Adıyaman ve Amasya/Tencirli gibi Dersim’in batısına yayılmış olan Ağuçan Ocağı mensuplarının bu göçleri 16. ve 17. yüzyılda gerçekleşmiştir.[16]

19. yüzyılda Osmanlı Sultanı Abdülhamit’in izlediği “ümmete dönüş” siyaseti Kürt ve Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerde aşırı bir “Sünni İslamlaştırma” biçiminde tezahür etmiştir. Abdülhamit’in izlediği ve daha sonra Cumhuriyet Hükümetleri tarafından da sürdürülecek olan bu politika, Dersimli Alevi Kürtlerin yaşadığı her köye “bir cami” yaptırma politikası olarak devam etmiştir. Her ne kadar Dağlık Dersim coğrafyası devletin ve Abdülhamit’in kurdurduğu Hamidiye Alaylarının tecavüzünden uzakta yaşamayı başarabilmişse de, Batı Dersim ve Elbistan’da yaşayan Alevi Kürt aşiret ve ocakları Hamidiye Alaylarının ve bu alayları oluşturan devletçe ayrıcalıklı aşiretlerin hışmından kurtulamamışlardır (bkz. Kieser, 2005: 210-218). Bu nedenle Dersim’den batıya göçler 19. yüzyılda da devam etmiştir.

Dersim bölgesinde aşiretleri kendilerine bağlayan, aşiretler arası uzlaşmazlıkları, anlaşmazlıkları çözen seyitler, aşağıdan yukarı “Talip-Rehber-Pir-Mürşid” ilişkisiyle somutlaşan örgütlenmeleri ile ocakları oluşturmuşlardır. Taliplerle evlenme yasağıyla ve pirliğin babadan oğula geçen yapısıyla da soylarının talip aşiretlere karışmasını engellemişlerdir. Bu yapıyla kurulan ocaklar, kendi aralarındaki statülerini de aşiretlerle kurdukları ilişkiye benzer bir örgütlenmeyle belirlemişlerdir. Ocaklarla aşiretler arasındaki ilişkilerle, ocakların kendi aralarındaki ilişkiler henüz tam aydınlatılamamıştır. Yani hangi ocağın hangi aşirete ya da aşiret koluna pirlik-rehberlik yaptığı tam olarak bilinemediği gibi aynı yapının ocaklar arasındaki seyri de açık değildir. Konuyla ilgili ciddi ve oldukça geniş bir alan araştırması gereklidir. Bununla birlikte çok sınırlı da olsa elde birkaç ipucu mevcuttur. Araştırmaya bir ilk bulgu sayılabilecek bu verilere göre Ağuçan Ocağı içinde rehberlik ve pirlik şöyle yürümektedir. Ağuçanların rehberi (rayber) yine Ağuçan Ocağı’ndan Seyit Hasanlardır. Bu kol Ağuçan olarak bilinen Seyit Mençek’in oğullarından Seyit Hasanlardır. Pirlik ise Kekyanlar’a aittir. Seyit Hasanlar, Cem ve Görgü rehberleri olup, Ağuçan taliplerine de rehber olarak giderler. Yine Ağuçan kolundan Mir Seyitler, Pir olarak Seyit Mençek kolundan Kekyanları tanırlar.

Ağuçanların Dersim merkezde iki talip köyleri bulunmaktadır. Bunlar Zeve ve Kürmeş’tir. Zevelilerin Pirleri Ağuçan’dır, rehberleri ise Uryan Hızırlılar’dır. Uryan Hızırlıların daha çok Maraş/Elbistan’da yaşamakta olup, Erzurum/Aşkale’de de bulundukları söylenmektedir. Uryan Hızırlılar da Ağuçanlar’ın talibidirler. Kürmeş’e ise Ağuçanlılar hem rehber hem de pir olarak gidiyorlar. Bu iki köyden Dersim ve çevresine göç etmiş olanlar kurdukları yeni köylerle de Ağuçan’ın talipleri olmuşlardır. Örneğin Erzincan’a gitmiş Kürmeşliler’in kurdukları Kömürler, Mığaralılar , Gırmalılar, Şemikliler, Helolar, Ağuçan talipleridir. Yine benzer şekilde Elazığ’a gelmiş Zeve ve Kürmeşliler’den oluşan Pirinçi köyü Ağuçan’ın taliplerindendir. Kürmeş ve Zeve Dersim aşiretlerindendir.

Ocaklar arasında rehberlik-Pirlik ilişkisine ise Ağuçanlar ile Sarı Saltıklar’dan ve Derviş Cemal’den verilebilir. Bu ilişkide Sarı Saltıklar’ın Piri Ağuçanlar’dır. Rehberlerini ise kendi içlerinde oluştururlar. Derviş Cemaller’in Pirleri Sarı Saltıklar olup, Mürşidleri Ağuçan, rehberleri ise kendi içlerinden tayin edilmektedir.

Ocakların kendi aralarında kurdukları pir-talip ilişkisi, aşiretlerle kurduklarından biraz farklıdır. Seyit aileleri aşiretleri az çok bir alt tabaka olarak görürken, kendi aralarında kurdukları pir-talip ilişkisi daha çok eşitler arasındaki bir anlaşma şeklinde belirmekte gibi görünse de aralarında bir farklılık söz konusudur. Ağuçan, Derviş Cemal, Sarı Saltık, Kureyş, Baba Mansur ve diğer Dersim Ocakları, Dersim’in ünlü “halka örgütlenmesi”ni[17] oluşturan ocaklarıdır. “Hiçbirinin diğerinden üstün sayılmamasını gerektiren bu halka, Derviş Cemal ile başlayıp sırasıyla Sarı Saltık, Kureyş, Baba Mansur’a gidip, son olarak Ağuçan’da” (Gezik, 2004:161) bitmektedir. Alevilikteki ünlü “el ele, el hakka”[18] ilkesi bu örgütlenmenin sloganıdır.

Seyitler, kendi aralarındaki ilişkileri “Ser-Cemaat” adı verilen ve “başların toplantısı” olarak adlandırılabilecek bir toplantıyla düzenlemişlerdir.[19] Bu toplantılarda ocaklar kendi aralarındaki sorunları görüşmekle birlikte ocaklar ile talipler arasındaki ilişkileri de gözden geçirmekteydiler.

Sonuç: Modern Dönemlerde Ağuçan Ocağı ve Bazı Tartışmalar

20. yüzyılda başta Ağuçan Ocağı olmak üzere Dersim’in aşiret-ocak yapılanması zayıflamış; ve bu süreçte Ağuçanlar üzerine çeşitli değerlendirmeler de yapılmaya başlanmıştır. Bu değerlendirmelerin başında Ağuçan Ocağı ile Hacı Bektaş Dergahı arasındaki ilişkiler, Ağuçan Ocağı ile devlet arasındaki ilişkiler gelmekte ve bu ilişkiler olumsuzlanmaktadır.

Ağuçan Ocağının Hacı Bektaş’la ilişkisine yer veren isimlerden biri Dersimi’dir. Dersimi (1997:76) Birinci Dünya Savaşında Hacı Bektaş evlatlarından Çelebi Cemalettin Efendinin Ağuçan dedelerinden Seyit Aziz ile birlikte Koçgiri bölgesinde ve Dersim’de savaşa destek arayışlarını anlatmaktadır. Yazar hatıralarında aynı zamanda “Çelebi Cemalettin Efendi’nin Seyit Aziz’le birlikte Kürt Alevi aşiretleri arasında bazı tarikat davaları ileri sürmeleri yüzünden arada bir nefret havası da esmeye” başladığını da ayrıca belirtmektedir (Dersimi, 1997:76). Dersimi, bu “tarikat davaları”nın neler olduğuna Kürdistan Tarihinde Dersim adlı eserinde (2004:106) yer vermiştir. Bu davalar, ünlü “Mineyik Toplantısı”nda “Pence-Tarıq” tartışmasıdır.[20] Bu tartışmadan sonra Ağuçan Ocağı, Seyit Aziz’in telkinleri doğrultusunda Bektaşilerin Çelebiyan Kolunun izini sürerek “Penceci” yolunu izlemiştir. Bu durum inançlarında Tarıq’a önemli yer veren Dersim halkı tarafından hoş karşılanmamış, “Penceci”ler dönek anlamında “purut” olarak nitelendirilmişlerdir.

Ağuçanların, Sivas’a bağlı Hafik ilçesinin Yalıncak Köyünde yaşayan Seyit Aziz’le birlikte Hacı Bektaş Dergâhı ile ilişkiye geçmiş olması genellikle hoş karşılanmamaktadır.[21] Bu olumsuzlamanın nedenleri bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin adı, Türk ulusal tarih yazımında genellikle ve fazlasıyla Türklüğü, Türk dilini ve kültürünü yayan, Türkçe konuşan biri olarak resmedilmekte ve bu biçimiyle de Türk milliyetçiliği tarafından ön plana çıkarılmaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin bu yönüyle ön plana çıkarılması özellikle Alevi Kürtler arasında benimsenmemesine neden olmakta, Hacı Bektaş-ı Veli adeta Türk, Türkçe misyoneri olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın Osmanlı İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurması ve Dergahın Osmanlı düzeninden pay almış olması da özellikle Kızılbaş Alevi topluluklarının, Hacı Bektaş’a tepkiyle yaklaşmasına neden olmaktadır. Bu kesimlere göre Ağuçan Ocağı’nın Hacı Bektaş’a yaklaşması, Ocağın da devlete, iktidara yaklaşmasıyla aynı anlama gelmektedir.

Seyit Aziz üzerinden Ağuçanlar’a ilişkin olarak bu suçlamayı yönelten Alevi çevrelerinin göz ardı ettikleri önemli noktalardan biri 20. yüzyıldan itibaren oluşturulmaya çalışılan Türk Tarih yazımına ilişkindir. Hacı Bektaş-ı Veli adına 20. yüzyılın başlarından itibaren oluşturulmaya başlanan Türk ulusal tarih yazımı, Gezik’in (2004:142) adlandırmasıyla “Kürt meslektaşları”nın da paylaşmak zorunda kaldıkları ortak bir kader niteliği taşımaktadır. Seyit Aziz’in başına gelen de budur. Yani Hacı Bektaş-ı Veli ve göremediği çocuğu Bektaşilik üzerinden yapılan Türk ulusal tarih yazımı, bu sefer Seyid Aziz ve diğer Ağuçan Seyitleri üzerinden Ağuçan Ocağı’na uyarlanmaktadır.

Seyit Aziz üzerinden Ağuçanlar’a ilişkin olarak bu suçlamayı yönelten Alevi çevrelerinin göz ardı ettikleri önemli bir diğer nokta ise yine Seyit Aziz’le ilgilidir. İktidardan bir şekilde pay almış tarikatla ilişkiye geçen aynı Seyit Aziz’in 1920’deki Koçgiri İsyanından sonra isyanın önde gelen isimlerinden Haydar Bey’le birlikte ve hatta 4-5 taraftarıyla Sivas Divan-ı Harbinde yargılandıklarıdır (Bkz. Dersimi, 1997:103). Sivas’ın Kangal ilçesinde bulunan Hüseyin Abdal Tekkesinin “1908 sonrası Kürt ulusalcılığının kendisini Kürt topraklarında eyleme dönüştürdüğü ilk alan” (Gezik, 2004 :58) olarak değerlendirilen Koçgiri isyanının örgütlenmesinde önemli işlev gördüğü bilinmektedir. Bilinen bir başka şey ise, bu Tekkenin Ağuçanlara bağlı olduğu ve Ağuçanların Tekke üzerinde etkili bir konuma sahip olduğudur. Yine Koçgiri’nin bir “aşiretler federasyonu” olduğu ve bu oluşumun Sivas (Ümraniye), Malatya ve Elazığ gibi yerlerde etkili olduğu bilinmektedir. Buralar aynı zamanda Ağuçanların yerleşik olduğu illerdir.

Yukarıda, Bargini Ağuçan Ocağından Rahim Dede’nin türbesinin Elazığ’a bağlı Pirinçi Köyünde olduğu belirtilmişti. Türbenin bu köyde oluşu, Sün Ağuçanlarının bir kısmı tarafından hoş karşılanmamaktadır. “Dersim’in Kürtleri içimize gelip oturdular” ifadeleri Sün Ağuçanları tarafından söylenmektedir.[22] Bu ifadeler ve bakış açısı, Ağuçan Ocağına mensup kişiler arasında başta etnik kimlik olmak üzere birçok konuda bir birliğin olmadığını göstermesi açısından anlamlıdır. Ağuçanların kendi içlerindeki farklılığı göstermesi açısından 1937-38 olayları sırasında yaşananlar çok daha dikkat çekicidir. 1937-38 olaylarında Malatya Ağuçanlarından Doğan Dede’nin Ankara yönetiminin propagandasını yaptığı, “Dersim’de yapılanları haklı göstermeye çalıştığı” (Çem, 2009:397) çokça anlatılır. Ağuçanlı Doğan Dede bunu yaparken, diğer taraftan 14 Ağustos 1938’de, devletin yaptığı katliamda Ocağın merkezi sayılan Bargini Köyünde 24 Ağuçanlı öldürülmüştür.

Ağuçan Ocağı bir Batı Dersim ocağıdır. Bu Ocak, Doğu Dersim ve Dersim merkezde örgütlü değildir. Çalıştığı alan çoğunlukla Maraş, Malatya, Sivas, Elazığ, Erzincan, Adıyaman ve Çorum gibi etnik ve dinsel ayrımların iç içe geçtiği bölgelerdir. Bu yerlerde, etnik ve dinsel gruplar arasında kişisel/toplumsal iletişime daha sık rastlanmaktadır. Fakat bütün bu alışverişlere rağmen bu kimlikler arasında sınırlar bulunmaktadır. Bilindiği üzere bir dinsel cemaatin ya da etnik grubun sürekliliğini oluşturabilmesi, sınırlarını korumasıyla mümkün olabilmektedir. Fakat bu sınırları belirleyen kültürel unsurlar zaman içinde değişebilir. Sınırları belirleyen kültürel unsurlar zaman içerisinde değişmekle birlikte etnik ve dinsel grup üyeleriyle grubun dışında kalanlar arasındaki farklar sınırların sürekliliğiyle kalıcılaşmaktadır.[23]

Ağuçan Ocağı ve bu Ocağa bağlı talipler, Maraş, Malatya, Sivas, Elazığ, Erzincan, Adıyaman ve Çorum gibi illerde “Sünni”, “Türk”, “Sünni Kürt”, “Şafi Kürt”, vb. etnik ve dinsel kimliklerle iç içe olmuşlardır. Bu illerde yaşayan Ocak ve Ocağa bağlı taliplerin bir kısmı Dersim’le bağlantıyı sürdürmek, diğer gruplarla kız alıp vermemek, bulundukları kentlerde aynı mahallelerde oturmak gibi özelliklerle diğer etnik ve dinsel gruplara karşı kimliklerini az çok muhafaza edebilmişken,[24] bir kısmının diğer gruplarla, Dersim’le bağlarının neredeyse yok denecek kadar azalması, yoğun kentleşme, eğitim, askerlik, geleneksel pir-talip ilişkilerinin çözülmesi nedenleriyle sınırlarını koruyamadıkları gözlenmektedir. Nihayetinde kimliğin esnek, belirsiz ve kapanmaz bir doğası vardır. Yani kimlik, farklı etnik ve dinsel kimlik etkileşimlerine açıktır. Özellikle yukarıda da değinildiği üzere farklı kimliklerle yan yana, iç içe yaşıyorlarsa bu etkileşimin dozu artmaktadırAğuçan Ocağı ve Ocağa bağlı taliplerin toplumsal ve tarihsel geçmişini, “kimlik, kimliğin oluşumu, diğer kimliklerle etkileşimi, kimliğin ontolojik gereksinimleri,[25] kimliğe yönelik devletin tutumu” gibi konular üzerinden okumak gerekmektedir.

Ağuçan Ocağı, bir Batı Dersim Ocağı olarak, Alevi ve Kürt olmasından dolayı baskıya, asimilasyona iktidarın her türlüsüne (mikro- makro anlamda) maruz kalmıştır. Doğu Dersim, varlığına yönelik saldırıları, neredeyse homojen sayılabilecek kimliği ve yaşadığı coğrafyanın sağladığı avantajla savuşturabilmiştir. Batı Dersim ocak ve aşiretleri ise korumasız olduklarından bu şansı yakalayamamış, başta Ağuçan Ocağı olmak üzere yukarıda verilen kimliklere (iktidardan pay almış Kırşehir Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’yla birlikte, devletçi, Kemalist vb. olmak) eklemlenerek varlıklarını korumak için böyle davranmak zorunda kalmışlardır. Bunlar bir yana sadece 1980 öncesi Alevilere yönelik katliamlar ve bu katliamların yapıldığı Malatya, Sivas, Maraş, Çorum gibi şehirler dikkate alındığında bile Ağuçan Ocağı ve bu ocağa bağlı ocak ve aşiretlerin neden böyle davranmak zorunda kaldıkları tarihsel, tarihsel olduğu kadar talihsiz ve acı verici bir gerçekliktir.

KAYNAKÇA

AKSOY, Gürdal (2001), “Dersim İdeolojisi Asi Bir Tarihin Arka Planı”, Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:2, sayı:6, s. 3-48

AKSÜT, Hamza (2009), Aleviler Türkiye-İran-Irak-Suriye-Bulgaristan, Ankara, Yurt Kitap Yayın

BARTH, F. (2001), Etnik Gruplar ve Sınırları Kültürel Farklılığın Toplumsal Organizasyonu, (Çev. Ayhan Kaya-Seda Gürkan), İstanbul, Bağlam Yayınları

BAYRAK, Mehmet (2004), Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik, Ankara, Özge Yayınları

BENDER, Cemşid (1993), Kürt Uygarlığında Alevilik (2. Baskı), İstanbul, Kaynak Yayınları

BİRDOĞAN, Nejat (1995), Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler-Soyağaçları, İstanbul, Mozaik Yayınları

BRUINESSEN, Martin van (1992), Ağa, Şeyh ve Devlet, Ankara, Özge Yayınları

CENGİZ,Seyfi, http://www.desmalasure.de/09/1229730861/index_html?dateiname=1229732522

ÇEM, Munzur (2009), Dersim Merkezli Kürt Aleviliği (Etnisite, Dini İnanç, Kültür ve Direniş), İstanbul, Vate Basın Yayın Dağıtım

DERSİMİ, M. Nuri (1997), Hatıratım, Doz Yayınları, İstanbul, Doz Yayınları

DERSİMİ, M. Nuri (2004), Kürdistan Tarihinde Dersim (2. Baskı), İstanbul, Doz Yayınları

ERÖZ, Mehmet (1990), Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları

GEZİK, Erdal (2000), “Munzur ve Düzgün’ün Sıroluşlarının Tarihsel Bir Analizi”, Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:1, sayı:4, s.15-28

GEZİK, Erdal (2004), Dinsel, Etnik ve Politik Sorunlar Bağlamında Alevi Kürtler (2. Baskı), Ankara, Kalan Yayınları

GEZİK, Erdal (2012), “Rayberler-Pirler ve Mürşidler (Alevi Ocak Örgütlenmesine Dair Saptamalar ve Sorular)”, Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:12, s:37, s.4-28

GÜLER, Sabır (2008), Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi Modernleşme, Çözülme ve Türkiye Birlik Partisi, Ankara, Dipnot Yayınları

GÜMÜŞOĞLU, Dursun (2006), Tac’ül Arifin Es-Seyid Ebu’l Vefa Menakıbnamesi Yaşamı ve Tasavvufi Görüşleri, İstanbul, Can Yayınları

KARAKAYA-STUMP, Ayfer (2006), “Kızılbaş, Bektaşi, Safevi İlişkilerine Dair 17. Yüzyıldan Yeni Bir Belge (Yazı Çevrimli Metin-Günümüz Türkçe’sine Çeviri-Tıpkıbasım)”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, C. 30/2, s.117-130

KARAKAYA-STUMP, Ayfer (2007 a), “16. Yüzyıldan Bir Ziyaretname (Yazı Çevirimli Metin-Günümüz Türkçe’sine Çeviri-Tıpkıbasım)”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, C. 31/2, s.117-130

KARAKAYA-STUMP, Ayfer (2007 b), “Irak’taki Bektaşi Tekkeleri”, Belleten, LXXI, 261, s. 689-720

KIESER, Hans-Lukas (2005), Iskalanmış Barış Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938 (2. Baskı), (Çev. Atilla Dirim), İstanbul, İletişim Yayınları

KORKMAZ, Esat (2003), Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü (3. Baskı), İstanbul, Kaynak Yayınları

MUNZUROĞLU, Doğan (2000), “Tarıq: İnsanın Kullandığı İlk Alete Tapması” Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:1, sayı:4, s.76-90

MUNZUROĞLU, Doğan (2002), “Şecereden Tarihsel Gerçekliğe Dersimliler Ahmet Yesevi’nin Torunları mı?”, Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:3, sayı:10, s.64-72

SMITH, A. D. (1994), Milli Kimlik (Çev. Bahadır Sina Şener), İstanbul, İletişim Yayınları

TÜRKDOĞAN, Orhan (2004), Alevi Bektaşi Kimliği Sosyo-Antropolojik Araştırma (4. Baskı), İstanbul, Timaş Yayınları

ÜNAL, M. Ali (1999), XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara, TTK Yayınları

YAMAN, Ali (2006), Kızılbaş Alevi Ocakları, Ankara, Elips Yayınları

YAMAN, Ali (2012), “Alevilikte Ocak Kavramı: Anlam ve Tarihsel Arka Plan” www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/60_20111230170410.pdf, 15.08.2012

 

 

* Bu makale ilk haliyle 2010 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan Herkesin Bildiği Sır: Dersim (der. Şükrü Aslan) adlı kitapta yer almıştır. Burada yayınlanan makale, kitaptaki makalenin gözden geçirilmiş ve birtakım değişiklikler ve eklemeler yapılarak güncelleştirilmiş halidir.

Diğer taraftan bu makale, Ağuçan Ocağı ve Ağuçanlar üzerine ileride yapılması düşünülen, alan araştırması merkezli, daha kapsamlı bir çalışmanın ön araştırmaları sonucunda yazılmıştır. Makalede verilen bilgiler ve yapılan değerlendirmeler sınanmaya açıktır.

[1] Bu konuların daha etraflıca ele alındığı bir çalışma için bkz. Sabır GÜLER (2008), Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi Modernleşme, Çözülme ve Türkiye Birlik Partisi, Ankara, Dipnot Yayınları.

[2]Ali Yaman, Alevilikte Ocak Kavramı: Anlam ve Tarihsel Arka Plan www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/60_20111230170410.pdf, 15.08.2012

[3] Ebu’l Vefa, 1026 yılında Irak’ın Kusan yöresinde doğmuş ve 1107 yılında ölmüştür. 1371 yılında Şahabeddin Ahmed el Vasıti tarafından kaleme alınan Tac’ül Arifin Es-Seyid Ebu’l Vefa Menakıbnamesine göre; asıl adı Muhammed olan Ebu’l Vefa, İmam Zeynel Abidin’in (Seyyid Ali) oğlu Zeyd’in oğlu Arızi Ekber’in (Muhammed) oğludur. Babası, İmam Hüseyin soyuna yapılan zulümden kurtulmak için yurdunu terk edip Nercis Kürtlerine sığınarak Nercis Kürt Beyinin kızı Ümmü Gülsüm’le evlenmiş ve bu evlilikten Ebu’l Vefa dünyaya gelmiştir. Babasının Irak Araplarından, annesinin Nercis Kürtlerinden olması ve kendisinin de Nercis’te büyümesi, Menakıbnamede kendisine ait; “Emseytu Kurdiyyen ve esbahtu Arabiyyen…” (akşamladım Kürdi olduğum halde, sabahladım Arabi olduğum halde) sözleri ile vurgulanmaktadır. Sonuç olarak menakıbnamede aslının Irak Araplarından olduğu belirtilmektedir (Bkz. Dursun Gümüşoğlu, “Tac’ül Arifin Es-Seyid Ebu’l Vefa Menakıbnamesi”, Can Yayınları, İstanbul, 2006, s. 27-42). Ebul Vefa’nın Kürt kimliğine, Bayrak (2004:442), Bender, (1993:78), Bruinessen (1992:262) vurgu yapmaktadır. Ebu’l Vefa’nın gerek Menakıbname’de gerekse  Bayrak ve Bender gibi yazarlarca Kürt, Arap ya da anne tarafından Kürt olduğu iddiaları, Ebu’l Vefa’nın yaşadığı düşünülen yüzyılda, kimliğin daha çok aşiret, boy, köy, bölge gibi yerel hısımlık bağlarıyla şekillendiği ya da daha büyük önem taşıdığı dikkate alındığında tartışmalı bir konu olarak öne çıkmaktadır.

[4] Bkz. http://www.desmalasure.de/09/1229730861/index_html?dateiname=1229732522

[5][5] Bu makalede Ocağın adı konusunda “Ağuçan” biçimindeki yazım tercih edilmiştir. “-an” eki Kürtçede (Kurmanci) çoğul ve aidiyet ekidir. Dolayısıyla “Ağuçan”, Kürtçe çoğul bir sözcük olmakla birlikte, kelimenin Türkçede anlaşılır olması amacıyla “Ağuçanlar” ismi kullanılmıştır.

[6] Ağuçan Ocağına ait olduğu öne sürülen, Hicri 993, Miladi 1585 tarihli “Amasya Şeceresi”nin ana metninde verilen silsile şöyledir: “Seyyid Şehabeddin (babası?) Seyyid Ahmed el-Hüseyni El-Vefai; Seyyid Şerafeddin (babası?) Seyyid İshak; Seyyid Cemaleddin (babası?) Seyyid Yusuf; Babası Seyyid Celal; Babası Seyyid Gıyaseddin; Babası Seyyid Ganem; Babası Nurullah; Babası Seyyid Şerafeddin (babası?) eş-Seyyid Hüseyin Nevaluh (?) Nurullah; Babası Seyyid İmadeddin; Babası Seyyid Selaheddin; Babası Seyyid Salih; Babası Seyyid Zekiyeddin; Babası Seyyid Zeki (Allah varlığını nurlandırsın); Babası Seyyid İmadeddin; Babası Seyyid Abbas; Babası Seyyid Rükneddin; Babası Seyyid İmadeddin; Babası Seyyid Kemaleddin; Babası Seyyid Hamis; Babası Seyyid Gıyaseddin; Babası Seyyid Ganem (ki Ariflerin Kutbu Ebu’l Vefa’nın erkek kardeşidir); Ariflerin Kutbu Ebu’l Vefa, asıl adı Seyyid Muhammed; Babası Seyyid Muhammed; Babası Seyyid Alaeddin; Babası Seyyid Ali; Babası Seyyid Murtaza el-Ekber; Babası Seyyid Zeyd; Babası İmam Zeynel Abidin; Babası Emir el-Müminin Hz. Hüseyin ki dedesi Hz. Muhammed el-Mustafa ve anneannesi Hz. Hatice’dir, annesi Hz. Fatima, babası Hz. Ali’dir.”   (Bundan sonra ise Hz. Ali’den Hz. Adem’e kadar standart soy şeceresi veriliyor)

En son üç satırda ise Farsça olarak, “Seyyid Kalender ve oğulları Seyyid Sultan ve Cafer ve Muhammed ve Mahmud’un seyyidlikleri kanıtlanmıştır ve kendilerine gerekli talimat verilmiştir” deniyor. Amasya Şeceresi, Şecereyi Kerbele’da Hz. Hüseyin’in türbesini ziyareti sırasında onaylatan Ağuçan Ocağı dedelerinden Seyyid Kalender’in aslında elinde olan kendi dedelerine ait olduğunu öne sürdüğü daha eski bir şecerenin kendi adına onaylatılmasından ibarettir. Bu nedenle, Şecere’den Seyyid Kalender’in ana metinde geçen isimlerden hangisi ile bağlantılı olduğu anlaşılamamaktadır. Şecereden bunun bir “Tarikat İcazetnamesi” olduğu görülmektedir. Tarikat icazetnameleri ise özellikle 12. yüzyıldan itibaren silsilenameli ve yazılı-mühürlü olarak verilmeye başlanmıştır. Amasya Şeceresi de Ebu’l Vefa’ya çıkan bir silsilenameyi içermektedir. (Amasya Şeceresi üzerine bu dipnotta verilen bilgiler 14 Ağustos 2005 tarihinde Şecereyi çeviren Ayfer Karakaya-Stump’dan alınmıştır.)

Bilindiği üzere son zamanlarda Alevi ocakları-Vefailik ilişkileri araştırmalara konu olmaya başlamıştır (bkz. Karakaya-Stump, Ayfer, (2006, 2007a, 2007b), “Kızılbaş, Bektaşi, Safevi İlişkilerine Dair 17. Yüzyıldan Yeni Bir Belge (Yazı Çevrimli Metin-Günümüz Türkçe’sine Çeviri-Tıpkıbasım)”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, C. 30/2, s.117-130; “16. Yüzyıldan Bir Ziyaretname (Yazı Çevirimli Metin-Günümüz Türkçe’sine Çeviri-Tıpkıbasım)”, Türklük Bilgisi Araştırmaları, C. 31/2, s.117-130;  “Irak’taki Bektaşi Tekkeleri”, Belleten, LXXI, 261, s. 689-720). Bu çalışmalardan şimdilik ortaya çıkan sonuç Kızılbaş-Safevi hareketinin ana damarlarından birini Vefailiğin oluşturduğudur. Yine Kızılbaş-Safevi hareketinin en büyük destekçilerinden biri de Anadolu dışındaki özellikle Irak ve İran’daki Bektaşi grupları oluşturmaktadır. Vefailik ile Bektaşilik arasında bu bağlamda bir ilişki bulunmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde etkili olan Vefailiğe Ağuçan Ocağının bağlanışını açıklanan Vefailik-Bektaşilik ilişkisinde aramak gerekmektedir.

[7] İstanbul Ağuçan Derneği Başkanı ve Ağuçan Ocağı Dedeleri’nden Süleyman Güler’e göre Ağuçanlar Seyit Temiz’den gelmektedir. 20 Aralık 2009 tarihinde Ankara/Abidin Paşa’da yapılan görüşmeden. Fakat yine Ocağın dedelerinden Miktat Güler (Dede) bu ismi vermemektedir.12 Aralık 2012 tarihinde Ankara/Cevizlidere’de yapılan görüşmeden.

[8] Ocağın kurucuları varsayılan seyitlerin çoğunun Türkçe sıfatlarla anılıyor olmasına itiraz için (bkz. Aksoy, 2001:24). Aksoy’un bu itirazından öte bu isimlerin Seyit Temiz’in oğulları olduğuna da itirazlar bulunmaktadır. Şecerelerde bu isimlere rastlanılmayışı bu itirazların dayanak noktasını oluşturmaktadır. Elimizde yalnızca Hüseyin Güler Dede’ye ait bir şecerede bu isimlere rastlanılmaktadır. Fakat bu sefer de, bu şecerelerin hangi koşullarda, hangi amaçlarla verildiği ve kullanıldığı sorunları gündeme gelmektedir (böyle bir tartışma için bkz. Munzuroğlu, D. (2002), “Şecereden Tarihsel Gerçekliğe Dersimliler Ahmet Yesevi’nin Torunları mı?”, Munzur Dersim Etnografya Dergisi, yıl:3, sayı:10, s.64-72). Alevilik tarihi üzerine yapılan araştırmalarda, Ağuçan’ın Karadonlu Can Baba olmadığı netlik kazandığından, burada Ağuçan’ın Karadonlu Can Baba olup olmadığı tartışmasına girilmeyecektir.

[9] Sonradan Karabakır ismini alan Bargini Köyü, 16. yüzyıl Tahrir Defteri kayıtlarındaki Aşiretler ve Cemaatler listesinde, “Ekrâd-ı Bargini” (Bargini Kürtleri) adıyla bir cemaat olarak geçmektedir. (Bkz. Ünal, 1999:85) Ayrıca yine bu kaynağa göre Bargini bu yüzyılda (1518-1566 arası) Kerbüzek nahiyesine bağlıdır. Nahiyeye bağlı diğer yerleşim birimleri Hozat, Zankerek, Tavuk, Çaladun, Avseker, Kömrelü olarak geçmekle birlikte nahiye Çemişgezek Sancağı sınırları içinde gösterilmektedir.

[10] Ünal (1999: 85, 216)), aynı yerde ve eserinin sonunda verdiği tabloda Keykanlu Cemaatinden de bahsetmekte ve bu cemaatin Keykanlu ve Pulnak olmak üzere iki köyde bulunduklarını yazmaktadır. Bu köylerin nahiyeleri ise Vasgird ve Havik olarak geçmektedir. Havik, Kerbüzek nahiyesine komşu nahiyedir. Vasgird ile Kerbüzek arasında ise Sağman Nahiyesi bulunmaktadır. Ünal’ın eserinde bahsettiği bu Keykanlu cemaati ile Ağuçan’ın oğullarından Seyid Keko’nun ya da Kekyan sülalesinin bir bağlantısının  olup olmadığı açık değildir.

[11] İstanbul Ağuçan Derneği Başkanı Süleyman Güler, Ağuçan Ocağından Aziz Elmas ve eşi Zarife Elmas ile 20 Aralık 2009 tarihinde Ankara/Abidinpaşa’da yapılan görüşmeden. Kendilerine, verdikleri ancak makalenin sınırları dolayısıyla tümünü kullanamadığım bilgi ve belgeler için çok teşekkür ederim.

[12] Bu kısımda, Yaman, 2006:93-139, Aksüt, 2009:178-234, ve Ocağın Dedelerinin verdiği bilgilerden yararlanılmıştır. Parantez içinde (-) işaretinden önce ocak veya aşiret merkezi, devamında ise ocağa bağlı talip ve aşiretlerin dağılım yerleri verilmiştir.

[13] Her ne kadar 19. yüzyıl Alevilik ve Dersim tarihi çok iyi araştırılmamışsa da seyit ailelerinin “şecere” onaylatma faaliyetlerinin özellikle 15-19. yüzyıllar arasında sık oluşu Gezik’in görüşünü desteklemektedir.

[14] Dersimi’nin verdiği bu bilgi, Malatya, Maraş, Sivas, Elazığ, Adıyaman ve Amasya/Tencirli gibi Dersim’in batısına yayılmış olan Ağuçan Ocağı mensuplarının IV. Murat’ın bu harekâtı sonucunda mı bu bölgelere göç ettikleri sorusunu akla getirmektedir. Nitekim Dersimi Ağuçan Ocağına işaret ederek bu kabile mensuplarının silahsız olduğunu yazmaktadır (Bkz. Dersimi, 2004:71).

[15] Burada “nedenlerden biri” ifadesinin kullanılmasının sebebi göç eden toplulukların, göç ettikleri yerlerdeki yerleşik toplulukları etkileyebilecekleri ve bunların da Ocağa bağlanabilme ihtimalinden kaynaklanmaktadır.

[16] Amasya/Tencirli Köyü tarihi incelendiğinde bu köye göçlerin Malatya, Erzurum, Elazığ, Tunceli yörelerinden 16. ve 17. yüzyıllarda olduğu görülmektedir. Göç edenlerin çoğu hayvancılıkla uğraşan göçebe topluluklardır (bkz. http://www.tencirliköyü.net/index.php?option=com_content&task=view&id=34&Itemid=29).

[17] Bu “halka örgütlenmesi”nin mekansal bir düzenlenişi de bulunmaktadır. 1994 yılında hakka yürüyen Barginili Ağuçan Ocağı Dedelerinden Rahim Dede’nin (soyadı Güler) türbesi Elazığ’a bağlı Pirinçi köyündedir. Rahim Dede’nin babası Halil Dede’nin (lakabı Apo Dede) de yattığı türbenin neden Pirinçi köyünde olduğu sorusuna ocak sahiplerinin yanıtı “Apo Dede’nin bunu istediği, taliplerinin köyü olan Pirinçi’de kurulacak türbenin, Bargini’de bulunan Ağuçan’ı, Ali Boğazı’nda bulunan Kırklar’ı, Zeve’de bulunan Sultan Hıdır’ı gördüğü için” olmuştur. Esas olarak Bargini’nin üç mezrasından biri olan Hıdır Damı’nda doğup büyüyen bu pirlerin, Pirinçi’de gömülü olmaları, halka örgütlenmesinin mimari düzeyde bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Pirinçi’deki türbeden Ağuçan, Kırklar ve Hıdır Damı türbelerine bakıldığında dairesel bir kutsal mekân organizasyonu belirmektedir.

[18] “El ele, el Hakk’a”: Dedeye, babaya biat etme yoluyla Hz. Muhammed ve Tanrı’ya biat etmiş olma, (Korkmaz,2003: 135).

[19] Ağuçan Ocağı Analarından Barginili İsmi Güler bu toplantılardan birini, babasından duyduklarıyla şöyle aktarmaktadır: “Cemaat Bargini’de toplanıyor. Ağuçana kile kesiyorlar. Dedeler mi haksız, talipler mi? Bu tespit ediliyor. Destur Ağuçandan alınıyor. Haksız olan Ağuçan bile olsa o da görülüyor.” (İsmi Güler ile 12 Aralık 2009 tarihinde Mersin’de yapılan görüşmeden. İfadeler olduğu gibi aktarılmıştır)

[20] Tarıq, “kutsal ayinlerde, cemlerde yola girme törenlerinde kullanılan bölgeye göre uzunluğu değişen yaklaşık 40 ile 80 cm arasında bir uzunluğa sahip, 3 boğumlu bir değnektir” (Munzuroğlu, 2000:77). Tarıqın, Zerdüşt inancını çağrıştıran yılan kültünün fetişleşmiş bir hali olduğuna dair düşünceler bulunmaktadır. Tarıq, Dersim yöresinde Ağuçan Ocağı ve talipleri dışında tüm Kurmançlar ve Kırmançlar (Zazalar) tarafından kullanılan etkili bir dinsel objedir. Tarıq Ağuçan Ocağında Adıyaman Bulam’daki kolda, Güzel Dedelerde bulunmaktadır (bkz. Munzuroğlu, 2000:81).

Pence ise “Pence-i Al-i Aba”dır. Bunun anlamı da, bir elin beş parmağı ile simgelenen Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşan Ehlibeyt’tir. Bektaşiliğin Çelebiyan kolu, görgü sırasında Dersimli Alevi Kürtler gibi talibin sırtını Tarıq ile değil de Pence ile sıvazlarlar.

[21] Irak Bektaşi tekkeleriyle bir biçimde ilişkileri olan Ağuçan Ocağı’nın (bu ilişkiyi şimdilik Seyit Kalender’in şecere onaylatma faaliyetlerinden biliyoruz), Irak’taki bu tekkelerle bağlarının ne zaman koptuğu ve Ocağın Kırşehir’de bulunan Bektaşi Dergahına ne zaman yöneldiği tam olarak açık değildir. Fakat Mineyik Toplantısı, bu ilişkide  az çok bir  dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu değerlendirmeden hareketle Ağuçan Ocağı ile Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergahı ilişkilerinin 20.yüzyılda geliştiği söylenebilir. Fakat  Irak’taki Bektaşilerle,  Kırşehir Hacı Bektaş Dergahı arasındaki ilişkilerin henüz araştırılmamış olması da  burada dikkatle belirtilmesi gereken bir konudur.

[22] 8 Ağustos 2009 tarihinde Pirinçi Köyünden kendi gözlemlerim.

[23] Etnik kimlik ve sınırları konulu tartışmalar için bkz. BARTH, F. (2001), Etnik Gruplar ve Sınırları Kültürel Farklılığın Toplumsal Organizasyonu, (Çev. Ayhan Kaya-Seda Gürkan), İstanbul, Bağlam Yayınları.

[24] Burada “az çok muhafaza edebilmişken” ifadesi bilinçli olarak kullanılmıştır. Ağuçan Ocağı ve Ocağa bağlı taliplerin, etnik kimlikten daha çok dinsel kimliği ön plana çıkarmaları ve “kimsiniz” sorusuna etnik kimliği de kapsayacak biçimde “Biz Aleviyiz”  cevabını vermeleri, etnik kimliğin korunamadığına işarettir.  Bu cevap, grubun kendisini Sünni-Şafii Kürtlerden ısrarla ayırma kaygısından da kaynaklanmaktadır. Grup, etnik kimlik geçmişlerine ilişkin savları da “Alevilikte yetmiş iki millete bir bakmak” sözleriyle örtmektedirler. Kürtlerde Alevi-Sünni ayrışmasının tarihsel ve toplumsal bir analizi için bkz. Gezik, 2004:36-74

[25] Hemen hemen hiçbir deyişte, türküde adı geçmeyen Ebu’l Vefa isminin ya da Ocağın Vefailiğe bağlanışı bu ontolojik gereksinimden kaynaklanıyor görünmektedir.

İlgili Bağlantı

https://www.academia.edu/20516824/A%C4%9Fu%C3%A7an_1_

/sö