ABA Ar. (yünden döverek ya da bastırarak elde edilen, bir tür kalın, kaba kumaş) a. 1) Dervişlerce dervişliğin simgesi kabul edilen ve elbise üzerine giyilen, abadan yapılmış yakasız, önü açık, uzun geniş kollu üstlük. 2) Dervişlik.

ABD Ar. a. İnsan-Tanrı-evren özdeşliğinde, Tanrı’nın insan biçiminde nesnelleşmesi olarak algılanan ve tanrısal bir görünüş niteliği taşıyan, “Konuşan Tanrı” durumundaki insan varlık.

ABDAL Ar. a. 1) Kendini Tanrı yoluna adayarak dünya işleriyle ilgisini kesen kimse; Tanrı eri. 2) Gönül dünyasına yön vermeleri için Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan, âlemler arasında dolaşabilen, konum ve durum değiştirebilen kimse. 3) Kimi derviş şairlerin adlarının başında ya da sonunda yer alan mahlas. 4) Abdallardan olan kimse. 5) Bektaşilik‘te en yüce makamlardan birisidir. Dört kapı öğretisinde, kapılar Tanrı yolunda yürüyen bir insanın yükselmesi derinleşmesi için geçmek zorunda olduğu manevi aşamalardır. En son aşamada kişi insanı kamil olur. Tasavvuf inancına göre bunların sayısı 300 veya 360’dır. Onlarda kendi aralarında dinsel ve hiyerarşi bulunur. Bunların tümüne, kendi durum ve koşullarını değiştirme, güçlerine gönderme yapan bedel sözcüğünden türeterek Abdal denilir. Bu sayı müminlerin en saflarından, temizlerinden seçilerek tamamlanır.

ABDEST Fars. a. (namaz için vücudun belli yerlerini yıkama) 1) Taharet-i sugra 2) Sözle yıkanma ve sözleşme yapma bağlamında yola giriş töreninde cana; nasıl bir insan olması gerektiği konusunda telkinler verilmesi ve öngörülen etik değerlere uygun davranacağına ilişkin söz alınması işlemi.

  •  Abdest erkânı: 1) Nasip alma töreninin başında nasip alacak cana; gerçek arınmayı   sağlamak üzere kulak abdesti anlamında telkinler verilmesi ve her telkin için ayrı ayrı söz         alınması için yapılan tören. 2) Ayin-i cem öncesinde, ikrar verecek olanların ya da üst üste üç       yıldan fazla hizmet görmemiş, baş okutmamış durumda bulunanların hizmete gelişlerinde           onların arınması için yapılan tören.
  •  Abdest vermek: 1) Nasip alacak, ikrar verecek ya da üç yıldan fazla hizmet görmemiş, baş     okutmamış canı, abdest erkânından geçirmek. 2) Hizmete gelenin kurbanını tığlamadan önce;         suyla ıslatılan sağ elle ön sağ ve ön sol ayağının dizinden aşağıya sıvazlanması, yüzünün yıkanması, ardından sağ ve sol arka ayaklarının suyla ıslatılması, daha sonra kuyruğunu yukarıya kaldırarak altına elle su serpilmesi biçiminde uygulanan bir yöntemle kutsamak.

ABDEST ALMAK İslâmiyet’te namaz kılabilmak için el, ağız, burun, yüz ve kol yıkamayı, başı ve enseyi mest edip kulakları temizlemeyi ifade eden abdest alma, Alevîlik-Bektaşîlikte bu bilinen zahiri anlamından başka, nefis muhasebesi yapmayı, kul hakkından kurtulmayı ve böylece gönlü temizlemeyi ifade edecek şekilde derin bir anlamda kullanılmaktadır.

AB-I HAYAT Fars.+Ar. a. 1) Yaşam suyu, dirilik suyu, ölümsüzlük suyu. 2) Evrenin sırlarını bilme, kavrama gücü. 3) Uyarıcıdan alınan bilgi; gönül bilgisi.

AB-I KEVSER Fars.+Ar. a. (Bolluk suyu, mutluluk suyu, verimlilik kaynağı) Geriye dönüş tapımıyla yaratılan ve zamanla özgün Alevi felsefesi/inancıyla çelişki oluşturacak biçimde kurgulanan; Cennet’te, Hz. Ali’nin kendini sevenlere, kendi yolundan gidenlere sunacağına inanılan şarap, içki.

ABİDLER a. İnsanı kâmil aşamalarından ilkini temsil eden, şeriat kapısıyla özdeşleştirilen ve kökenlerinin hava olduğu kabul edilen, dört tür insandan ilk tür insanlar.

ADAK a. Bağlı bulunulan tekkeye, gelenekler gereğince, ortaklaşa yararlanım için yapılan bağış.

  • Adak kurbanı: Kurban edilmek üzere adanan hayvanın tığlanması sırasında yapılan tören.
  • Adak lokması: Kurban edilmek üzere tığlanan hayvanın yenmek için hazırlanmış eti ya da       bu amaçla bağışlanan herhangi bir yiyecek.
  • Adak muhabbeti: Bir Alevinin, bir işinin olması ya da gerçekleşmesi için, gönülden koparak    bir adakta bulunması durumunda yapılan tören.
  • Adak orucu: Bir hastalığın, bir sıkıntının giderilmesinde, tutulan oruç.

ÂDÂP Ar. a. Yol, yöntem, sıra.

  • Âdâp (ve) erkân: Âdâb-ı tarikat.
  • Âdâb-ı mürit: Müridin uymak zorunda olduğu kurallar.
  • Âdâb-ı nefis: Kişinin nefsini terbiye etmek için uygulayacağı yollar, yöntemler.
  • Âdâb-ı sohbet: Sohbete katılanların uymak zorunda olduğu kurallar.

ÂDEM Ar. a. 1) Akl-ı külün görünüşü durumundaki Âdem-Adam. 2) Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olan ve bütün gerçekleri kendisinde topladığına inanılan kâmil insan.

  • Âdem-i Âl-i Âbâ: Peygamber soyu kendisinden yürüdüğü için, bu soyun başı olarak   algılanan dördüncü imam Zeynelabidin.
  • Âdem-i mana: Her şeyin aslını ve gerçeğini bilen, mana âlemine vakıf insan; mana adamı,     insan-ı kâmil.

AHİRET Ar. a. 1) İnsanların öldükten sonra gittiklerine inanılan yer; öbür dünya. 2) Doğayı ya da doğa parçalarını nesne kimliklerinden, insanı beden kimliklerinden sıyırmakla ulaşılan, doğa ve beden olmayan yer olarak algılanan, zahiri kuran şeylerden oluşmasına karşıngörünmeyen durumunda bulunan bâtın âlemi; öbür dünya.

AKIL Ar. a. 1) Doğadaki şeyleri tanımayı, ne söyleyeceğini, nasıl yapacağını bilmeyi sağlayan insan yetisi. 2) Görünür dünyanın ötesindeki şeyleri anlamayı sağlayan; kalpten, gönülden kaynaklanan ve içe doğuş biçiminde beliren sezgisel kavrayış. 3)Yasa, içgüdü vb. biçimlerde beliren doğadaki temel eğilim; doğanın aklı. 4) Akıl-Tanrı, Tanrı.

  • Akl-ı evvel: Tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl; Hak’tan ilk      belirme aşaması.
  • Akl-ı kül: 1) Akl-ı evvelden sonra gelen ve akl-ı evvele verilen bilgilerin görüntülerinin belirdiği aşama; erenlerin, velilerin sahip olduğu sezgisel kavrayış anlamında evrensel akıl. 2)      Aklın son noktası olarak tanımlanan aşk nurundan akıl.
  • Akl-ı maad: Görünür dünyanın ötesindeki şeyleri anlamayı sağlayan ve mistik terbiyeden        geçirilmiş zihinde beliren akıl; ahiret aklı.
  • Akl-ı maaş: Doğadaki şeyleri bilmeyi sağlayan, aklın en düşük aşaması; varlığın aklı.

ÂL Ar. a. Aralarında akrabalık bağı bulunan topluluk; aile, hanedan, boy.

  • Âl-i Âbâ: 1) Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin’i içine alan Hz. Muhammet’in yakınları. 2) Ehlibeyt.

AKYAZILI Rakı.

ALÂKA Ar. a. Kulun Hakk’a giden yola girmesini, bu yolda ilerlemesini engelleyerek ruhun yükselmesine ket vuran ve ele takılmış kelepçe, ayağa bağlanmış zincir olarak algılanan maddi ve nefsi neden.

ÂLEM Ar. a. Tanrı dışındaki tüm diğer mümkün ve yaratılmış varlıklar bütünü.

  • Âlem-i asgar, âlem-i sügra: Son amacını âlem-i ekberde bulan ve küçük evren olarak algılanan insan.
  • Âlem-i berzah: Bu dünya ile öbür dünya arasında yer alan; ruhların gövdesiz, ancak öz bilince sahip olarak bir süre kaldığı geçici âlem; berzah.
  • Âlem-i ceberut: Tarikat yolundaki gelişimin şeriat aşaması olarak algılanan ve Cebrail tarafından temsil edilen âlem; ceberut.
  • Âlem-i ekber, âlem-i kübra: Son amacını insanda bulan ve büyük evren olarak algılanan âlem.
  • Âlem-i ervah: 1) Ruhlar âlemi. 2) Hurufilikte ebcet simgesi ruhlar dünyası.
  • Âlem-i gayb: Gayb âlemi
  • Âlem-i hayal: Âlem-i ervah ile âlem-i şahadet arasında kalan âlem.      
  • Âlem-i kübra: Âlem-i ekber.       
  • Âlem-i lahut: Tarikat yolundaki gelişimin marifet aşaması olarak algılanan ve Azrail tarafından temsil edilen âlem.
  • Âlem-i mana: Gayb âlemi
  • Âlem-i melekut: Tarikat yolundaki gelişimin tarikat aşaması olarak algılanan ve Mikail tarafından temsil edilen âlem.
  • Âlem-i misal: Varlıkların gerçek öz ve biçimleriyle bulundukları âlem; misal.
  • *Âlem-i nasut: Varlıkların madde biçimine girerek görünüş alanına çıktığı âlem; nasut.
  • *Âlem-i sügra: Âlem-i asgar.        
  • *Âlem-i şahadet, âlem-i şühud: Duyularla algılanabilir, bilgiyle ulaşılabilir varlıklar âlemi.

ALEVİ TACI  Oniki dilimli tacdır. Diğer bir adıda Fahir’dir.

ALİ Ar.a. 1) Eski Türk inancından gelen Gök Tanrı’nın bedenleşmesi bağlamında Hz. Ali’yi simgelediğine inanılan Güneş. 2) Tanrı’nın sonuç üretmesi bağlamında, tanrısal özün görünüşe taşınmasına aracılık eden güneş ışığını bize yansıtan ve Tanrı’nın velisinin bedenleşmesi olarak algılanan Ay.

ÂLİ Ar. s. Yüce, üstün, yüksek.

ALİ ABA Ehl-i beyt, ev halkı.

ALİYULLAH Ar. a. Tanrı Ali.

ALLAH Ar. a. 1) Doğanın aklının ve insanın aklının soyut biçimi; akıl üreten akıl anlamında soyut düşünce yumağı. 2) Hak.

  • Allah-eyvallah: Onay işareti ya da yemini
  • Allah-Muhammet-Ali: 1) Olgunluk ve kemâl mertebeleri bakımından Allah’a çok yakın olan ve Hz. Muhammet’le Hz. Ali’yi birlikte anmanın gerekliliğini vurgulayan, ayrı ayrı görülmesi durumunda Hakikat’in gerçek anlamına ulaşılamayacağını anlatan üçleme. 2) Hak-Muhammet-Ali
  • Allah’a yolculuk: Tanrı’ya yolculuk
  • Allah’ın arslanı: Hz. Ali.
  • Allah’ta yolculuk: Tanrı’da yolculuk
  • Allah’tan yolculuk: Tanrı’dan yolculuk

ANASIR

  • Anasır-ı erbaa: Dört öğe.

ANKA Ar. a. 1) Kafdağı’nda yaşadığına inanılan, yüzü insan yüzüne benzeyen, uzun boyunlu, renkli tüylü, süslü bir masal kuşu. 2) Zihinde biçimlenen varoluş. 3) Âlemin maddi varlığı.

  • Anka-yı lâ-mekân: Tanrı.

ANT a. İkrar.

  • Ant içme: İkrar verme.

ÂRÂF Ar. a. (Günahları ve sevapları birbirine denk olduğu için ne Cennet’e ne de Cehennem’e gidemeyenlerin bulunduğu yer) Hakk’ı, her şeyde bütün sıfatlarıyla belirir bir biçimde seyretme.

ARBEDE Ar. a. Bir duygunun, bir inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçen yol erinin Hak ile giriştiği tartışma.

ARI “Hakikati arayan”ın bir sembolü. Krş. bal.

ÂRİF Ar. a. Tanrı’nın; gönül bilgisi, duyarlığı, derinliği yoluyla kendisiyle bütünleşmesine izin verdiği ve bu yolla, kendi yüce varlığını görebilmesi lütfunu sağladığı, kendi özünü tatmanın zevkini verdiği, yüksek olgunluk aşamasına ulaşmış kişi.

ÂRİFAN Ar. a. Arifler, bilgi sahibi olanlar.

ÂRİFLER a. İnsan-ı kâmil aşamalarından üçüncüsünü temsil eden, marifet kapısıyla özdeşleştirilen ve kökenlerinin su olduğu kabul edilen, dört tür insandan üçüncü tür insanlar.

ARSLAN a. Allah’ın arslanı anlamında Hz. Ali’ye verilen lakap.

ARŞ Ar. a. 1) Dokuzuncu ve en üst gök. 2) Hak’kın isim ve sıfatlarının ortaya çıkma, belirme yeri.

ASİTANE Büyük tekke.

AŞIĞA MÂNÂ, DÂVÂYA NİŞAN YEMİNİ Görgüsü yapılan “tâlib”e, “pîr”in gerekli öğüt, telkin ve uyarıyı yaptığına, sorgusunun tamamlandığına dair canları tanık tutması ve canların görülen “tâlip”ten olabilecek hak ve alacaklarından vazgeçtiklerini göstermek için “niyazlaşma”larıdır. aşkı niyaz olsun: Hem Mevlevîler hem de Bektaşilerce kullanılan bir ifadedir. “Dede”ye“Baba”ya “Tabanlarını aşkı niyaz ederim.” diyerek selâm verilir.

ÂŞIK Ar. a. 1) Tanrısal varlığın gizemine bağlanarak kendini Tanrı’da, Tanrı’yı kendinde görme aşamasına yükselmiş yetkin kişi. 2) Yol’un kıyısında duran, Yol ilke ve âdetlerine belirli bir sadakat duyan, ancak nasip almamış durumda bulunan kimse. 3) Bektaşi tarikatına ilgi duyan, ama henüz üye olmayan meraklı dost anlamına gelir. Saz çalan kimseler bu adla anılır. Duygusal açıdan ya da dinsel açıdan kendisini sevgiye, muhabbete, söze, saza kaptırmış olan, maşukun karşısında bulunan, ona kavuşmaya çalışan kimse anlamına da gelir.

  • Âşık baba: Zâkir.
  • Âşık-Maşuk: Âşığın, tanrısal özde ölmezliğin sırrına ulaşması durumunda beliren, sevenle sevilenin birliğini anlatmak için kullanılır.
  • Âşıkmeşrep talip: Üzüntüsünün, sıkıntısının artmasına koşut olarak zevki de artan ve imanı çoğalan talip.

AŞK Ar. a. 1) Tanrısal varlığı, içten gelen bir eğilimle sevme. 2) Tanrısal sevginin insanı bütünüyle egemenliği altına almasıyla belirgin; sevenin sevilende kendini yok etmesi, sevenin yok yalnızca sevilenin var olması, sevenle sevilenin bir olması durumunu sağlayan sevginin son aşaması.

  • Aşk bâdesi: İçene saz çalıp şiir söyleme yeteneği ve becerisi kazandırdığına inanılan içki.
  • Aşk ola: Görgü ceminde tâlibin görgüsü sırasında secdeye kapanması için “pîr/mürşit” tarafından söylenen bir deyimdir. Pîr, “aşk ola” deyince, görgüsü yapılan “tâlip” dizüstü otururken secdeye varır ve Tanrı aşkını her hücresinde hissedecek şekilde vecd ve huşu içinde secdede kalır.
  • Aşk olsun (ola): Bir selâm biçimi. “Ödülünüz İlâhî aşk olsun.” demektir. Bu selâma cevap olarak “Aşkın cemal olsun.” denir. Eğer sonra hitap edilen “Cemalin nur olsun.” cevabını verirse, ona “Nurun alâ nur olsun.” cevabı verilir.
  • Aşk olsun buyurun canlar: Lokmadan önce babanın ya da dedenin söylediği “Ödülünüz ilahi aşk olsun, lokmalarınızı yiyebilirsiniz” anlamında izin sözü.
  • Aşka ermek: 1) Tanrısal varlığı, içten gelen bir eğilimle sevmek. 2) Seven, sevilende kendini yok etmek.
  • Aşk-ı niyâz olsun: Aşk dilemek anlamında bir selamlaşma sözü.
  • Aşkın cemal olsun: Aşk olsun sözüne yanıt olarak verilen bir selamlaşma sözü.

AŞKULLAH Ar. a. Tanrı aşkı, Tanrı sevgisi.

AŞR-I MUHARREM Muharrem’in onuncu günü okunan mersiyelere verilen ad.

AŞURA Ar. a. Aşure.

AŞURE Ar. a. 1) Muharrem ayının onuncu günü. 2) Muharrem ayının on birinci günü akşamı bakla, nohut, fasulye, incir, üzüm, kestane, fındık, fıstık, şeker vb. l2 çeşit gıda ile pişirilen ve on ikinci günü matem orucu bitiminde yenen bir çeşit tatlı.

  • Aşure bitiş gülbangı (tercümanı): Aşure yendikten sonra mürşit tarafından okunan gülbank.
  • Aşure erkânı: Aşure pişirimi sırasında uygulanan tören
  • Aşure gülbankı: Aşure pişirimi sırasında, kazan başına davet edilen mürşit tarafından okunan gülbank.
  • Aşure töreni: Aşure günü, Kerbelâ olayının çeşitli yönlerini canlandırmak için yapılan ve muharrem yas töreni adıyla da anılan tietral tören.

ATEŞ Fars. a.1) Alevilikte a) önsüz-sonsuz olarak algılanan ve varlık türlerinin oluşumuna katılan dört kurucu öğeden biri. b) Tanrı’nın düşünme eylemine başlamasıyla dönüşüm ürünü olarak görünüşe taşınan somutluk.2) Zerdüştlükte; yaşama çeki düzen veren, onu güçlendiren, ruhun temizlenmesini sağlayan tanrısal güç.

AY a. Ali.

AYAK MÜHÜRLEMEK f. Sağ ayak başparmağının sol ayak başparmağı üzerine, elleri dizlere veya çapraz olarak omuzlara koyarak ve başı haffifçe öne eğerek niyaz vaziyetinde ayakta durmak. “Baba”, ”dede” veya “mürşid”in huzurunda saygı ve teslimiyet işareti olarak böyle durulması beklenir. Ayak mühürlemek, Hz. Peygember’in Mi’rac gecesi Sidretü’lMüntehâ’da Huzurullahta duruş şeklini temsil eder. Mevlevilerde ve diğer tarikatlarda buna “niyaz” denir.

AYAKÇI Hem Mevlevî hem de Bektaşîler arasında kullanılan bir ifadedir. Yeni ikrar etmiş ve  bu nedenle mütavazı hizmete verilmiş olanlar için kullanılır.

ÂYİN Fars.a. Yol ehlinin kendi aralarında belli kurallara göre düzenledikleri tören.

  • Âyin-i cem: Cem
  • Âyin-i niyâz: Niyaz ayini.

ÂYİNE Fars. a. 1) İnsanın gönlü. 2) Tanrı’yı güzelliğiyle yansıtan görünür varoluş evreni. 3) Tanrı’nın en yüksek yansıması olan insan-ı kâmil.

AZRAİL Ar. a. Tarikat yolundaki gelişimin marifet aşaması olarak algılanan âlem-i lahutu temsil ettiğine inanılan melek.

BABA Rehberlik kademesinde olgunlaşmış kimseler bu makama yükselir. Genellikle Hazreti Pir’in sağlığında üçyüz kadar olan halifelerinin soyundan gelenler bu makama gelir. Baba’nın görevi; rehberleri, dervişleri ve talipleri denetlemek, onlara yol göstermek, sorunlarına çözüm bulmaktır. Halife Baba’nın olmadığı durumlarda ise onun yerine ikrar alıp nasip vermek ve ayni cemi yürütmek; halife Baba’nın görevlerini vekaleten yüklenmektir.

Baba tarikat içinde marifet kapısıdır. Alevi Dedegân erkânında bu mekânda oturan kimseye Dede denilir. Babanın ibadeti rehberlerde olduğu gibi fiilidir. Aynel yakın mertebindedir. Tanrı’yı görerek ibadet eder.

Babalığa yükselecek olan rehber, babalık erkânı ile bu kademeye geçer. Baba olacak kimse, ilmen yakın olarak sözlü imtihana tabi tutulur. İmtihanı başarı ile kazanan ve üstün ahlaki değerler edinmiş olan rehber bundan sonra merasimle giydirilerek kendisine (Babalık icazetnamesi) verilir. Tabii ki bu işlem ayin-i cemde tüm kurallar yerine getirilerek yapılır.

BAL: Mürşitten (uyarıcıdan) alınan bilgidir, irfandır. Uyarıcı, arıdır.

BAŞ KESMEK Ayak mühürlemek.

BAŞ OKUTMAK Cem âyinlerinde sorgu veya görgüden geçerek “pîrin/mürşid”in rızalığını alıp günahlardan arınmak, gönlü temizlemek.

BÂTIN İç alem.

BEL BAĞLAMAK Tam bir üye, “muhip” olmak için “itaat” işareti olarak bele “tığ-ı bent” sarmak.

BEN a. 1) Bilinç, ruh. 2) Nefs.

*Ben makamı: Nefs aşaması.

BENDE Fars. a. Aşkla tanrısal varlığa, onun bir görünümü durumunda olan güzele bağlanmış kimse.

*Bende-i Âl-i Âbâ: Âl-i Âbâ kulu.

BENLİK a. 1) Benin geçici isteklere aldanma durumu. 2) Büyüklük savında bulunarak, tanrısal varlık karşısında bağımsız bir tavır takınmak durumu.

*Benlikten arınmak: Nefsini terbiye etmek, nefis temizlemek, mürşitte erimek.

BEŞ a. Ehlibeyt’i oluşturan Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i temsil eden kutsal sayı.

BEŞ BACI Cem birleme hizmetinde, kendileri ve bütün bacılar adına iki rekâtlık tarikat namazını kılan, böylece Kırklar Cemi’nde bu hizmeti gördüğüne inanılan Hz. Havva, Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Hatice, Hz. Fâtımâ’yı sembolize eden beş bayan. Bk. cem birleme. Krş. yirmi dört bacı.

BEYTULLAH Ar. a. Tanrı’nın evi olarak algılanan insan-ı kâmilin gönlü, kalbi.

BEZIRGÂN Sözcük olarak “tüccar, satıcı” anlamına gelen bu sözcük, ilişkiden fayda görülecek “kâmil mürşid”i ya da sohbetinde mistik bilgelik mücevherleri saçan “ârif”i kastetmektedir.

BİAT Ar. a. Bir isteklinin (talip), biat töreniyle bir uyarıcıya (mürşit) teslim olması.

*Biat etmek: Biat töreniyle bir istekli (talip), bir uyarıcıya (mürşit) teslim olmak.

BİLGE s ve a. 1) Bilgisi, deneyimi, yargılama gücüyle belirgin, öğütlerine değer verilen bilgili kişinin niteliğini üzerinde taşıyan (kimse). 2) Doğaüstü olayları anlama yetisi bulunan (kimse).

BİLGELİK a. 1) Bilgili kişinin niteliği. 2) Doğaüstü olayları anlama yetisi.

*Bilgelik öğretisi: Anadolu Aleviliğinde olduğu gibi bilgeler tarafından oluşturulan öğreti, kuram.

BİLGİ a. 1) Okuma, araştırma, gözlem ve deney sonucunda elde edilen ya da öğrenilen şeylerin bütünü. 2) Akıl yürütme sonucunda elde edilen düşünsel ürün. 3) Tasavvufi boyutta; bilinmesi gerekli olanların önceden hazırlanmış olarak var bulunduğuna inanılan toplamı.

BİLİM a. İrfan.

*Bilim öğrenmek: İrfan sahibi olmak.

*Bilim şehri: Aydınlanma zemininde; kendini ve Tanrı’yı bulmayı sağlayan bâtıni bilgi alanı.

BİR a. Vahdetin sembolü olan Tanrı.

BİR GÖMLEKTEN BAŞ GÖSTERMEK Alevîlik-Bektaşîlikte, “müsahip” veya “yol kardeşi” olan dört canın ayrılmaz, sarsılmaz birlikteliğini anlatan bir deyim. Dört canın bir can olarak görünmesi; bir gömlekten, yani bir cesetten, bir bedenden baş göstermesidir.

BİRLENMEK f. İkilikten kurtulup birliğe ulaşmak.

BİRLİK a. Vahdet.

*Birlik dirlikHak’la bir olma, anlamında kullanılır.

*Birlik dolusu: Vahdet şarabı

*Birliğe ulaşmak (varmak): Hak’la Hak olmak.

BİSMİŞAH Ar. + Fars. a. Ali’nin adıyla anlamında bismillah yerine kullanılan besmele.

BUDALA: Tasavvuftaki mertebelerden birisinde bulunanlardır. Bunlar Abdallardan önceki mertebede bulunurlar. Bu terim, Alevi ozanlarca kutsal bir sıfat olarak kullanılmıştır.

BURAK Ar. a. 1) Hz. Muhammet’in Mirac’a çıkarken bindiği at. 2) Ruhu Hak’ka götüren aşk.

CAN Fars. a. 1) Nasip almış kimse. 2) Yol insanlarının kadın erkek ayırmaksızın birbirine hitap ederken kullandıkları söz. 3) Ruh. 4) Dost, arkadaş, sevgili. 4) Görünmeyen nesnelliğin bir parçası olarak doğanın yapısına giren değişim-dönüşüm enerjisi; doğanın canı, doğanın aklı. 5) Gizil nesnellik durumundaki tanrısal özün bir parçası olarak insanın yapısına giren iyilik, aydınlık gücü; insanın canı, insanın aklı.       

*Can evi: İnsanın iç evreni anlamında gönül.

*Can-ı canan: Canların canı anlamında Tanrı.

CANAN Fars. a. Tanrı.

CARI ÇALMAK Süpürmek, süpürge çalmak” anlamındaki bu deyim, on iki hizmetten birinin sahibi olan “carıcı” (süpürgeci) tarafından her hizmetin sonunda veya verilmiş aralardan sonra hizmetin başında, birinci olarak fiilen meydanın temizlenmesini, ikinci ve asıl amaç olarak da “cem”e katılanların günahlarından arınmasını sembolize eder.

CARICI Kırklar Cemi’nde Seydi’l-Ferrâş’ın görevine izafeten cem âyininde carı (süpürme) hizmetinin sahibi olan kimse. Bk. “carı çalmak”.

CAVİDAN Fars. s. Ebedi, sonsuz, ölümsüz.

CEBERUT Ar. a. Beş âlem sıralamasında kesin varlık alanı; tanrısal âlem durumunda olan lahut’u izleyen, bütün varlıkların Tanrı bilgisinde toplandığı ikinci varlık alanı; tanrısal erkin simgesi olarak algılanan gök katı.

CEBRAİL Ar. a. 1) Hz. Muhammet’in içgüdüsel zekâsı, sezgisel aklı. 2) Tarikat yolundaki gelişimin şeriat aşaması olarak algılanan âlem-i ceberutu temsil ettiğine inanılan melek.

CELAL Ar. a. Tanrı’nın sertlik, öfke ve saygınlık anlamlarını içeren sıfatlarının tümüne birden verilen ad.

CEM Ar. a. Alevilerin cemaatle birlikte yaptığı, ibadet olarak algılanan kutsal tören.

CEM BİRLEMEK Cem âyininde, canlar toplandıktan sonra, asıl ibadet başlamadan önce yapılan bir hizmeti ifade eder. Cem evinde toplanıldığında bütün erkekler pîr huzurunda iki rekatlık “tarikat namazı”nı kılarken, bacılar ise bu namazı kılmadıkları için bu eksikliği “cem birleme” hizmeti ile tamamlamış olurlar. Buna göre, gözcünün uyarısı ile bütün canlar edeb-erkân üzere otururken, bacılar arasından gözcü tarafından seçilen yaşları kemale ermiş beş bacı, kendilerine asaleten, cem evinde bulunan bütün bacılara vekâleten (her bacı yanında bulunan en az beş bacıdan rızalık alarak) meydana gelir ve iki rekât tarikat namazını kılar. Kırklar Cemi’nde bu hizmeti Hz. Havva, Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Hatice ve Hz. Fâtımâ’nın icra ettiğine inanılır.

CEMÂL Ar. a. Tanrı’nın sevdiği, bağış, cömertlik, ululuk ve hoşnutluluğunu içeren sıfatlarının tümüne verilen ad.

*Cemâle kavuşmak: Hakk’a yürümek.

*Cemâlin nur olsun: Aleviler arasında kullanılan bir selamlaşma sözü.

CEMALULLAH Ar. a. Tanrısal güzellik.

CENAZE “Talip”ler abdest alarak iki rekât namaz kılarlar, buna “cenaze namazı” denir. Bu, “ölmeden önce ölüm”ü ifade eder ve şeriata duyulan yükümlülüklerden kurtarır.

CEZBE Ar. a. Tanrısal bir duyuşun etkisiyle kendinden geçme durumu.

*Cezbeye kapılmak (tutulmak): Tanrısal bir duyuşun etkisiyle aşırı ölçüde coşkulanıp            kendinden geçmek.

CUŞ Fars. a. Hak âşığının Tanrı güzelliği karşısında kendinden geçerek, her nesnede Tanrı’yı, Tanrı’da her nesneyi görmesi durumu.

ÇÂR Fars. a. Dört unsuru simgeleyen sayı.

  • Çâr anasır, çâr unsur: Su, toprak, hava ve ateşten oluşan dört unsur.
  • Çâr darp (dört vuruş): Tıraş erkânında; saç, sakal, kaş, bıyık gibi başta-yüzde çıkan kıl örtüsünün tümünün kesilmesi işlemi.

 ÇÂRDEH Fars.

  • Çârdeh-i Masum-ı Pâk: On Dört Masum-ı Pâk.

ÇARK DÖNMEK Semah dönmek demektir. Semahın yeldirme, hızlandırma bölümüne de denir.

ÇERAĞ Fars. a. Tanrı’nın ışık biçiminde görünüşe taşınması, Hz. Muhammet’in Tanrı’dan gelen ilk ışık olması, Hz. Ali ve soyunun bu ışığın sürekli taşıyıcısı durumunda bulunması anısına, ruhun aydınlanmasının bir sembolü olarak algılanan ve cem törenlerinde kullanılan kandil, lamba, mum ya da çıra.

  • Çerağ dinlendirmek: “Söndürmek” ifadesi yerine kullanılır. Çerağ, üflemek yerine elle söndürülür. “İkrâr âyini” gecelerinde çerağların söndürülmeden yanmasına izin verilir.
  • Çerağın sönsün: “Ocağın sönsün; evin, yurdun harap olsun, yıkılsın!” anlamında bir ilenç, kargıştır. Krş. çerağın uyansın.
  • Çerağ uyandırmak: Cem âyini sırasında, mum, lâmba vb. aydınlatma araçlarını usûlüne göre yakmak demektir. Mumları yakarak tekkeyi açmak anlamına da gelir. “Çerağ uyarmak” ifadesi de aynı anlamda kullanılır. Çerağlardan önce “Horasan çerağı” yakılır. Diğer çerağlar “delil” adı verilen metalden yapılmış bir kâsedir. Cem âyinlerinde yakılan mum, “delil” vb aydınlatma araçları, Hz. Peygamber’imiz tarafından getirilen Hakk’ın nurunu sembolize eder.
  • Çerağın uyansın: “Ocağın aydınlansın; evin, yurdun şenlensin!” anlamında bir hayır dua, alkıştır. Krş. çerağın sönsün .

ÇERAĞCI a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan çerağı uyandırma hizmetinin sahibi olarak algılanan; çerağları yakıp meydanı aydınlatmakla görevli kimse.

ÇİFTE VAV ÇEVİRMEK Aşure pişirilirken kepçeyi sağdaki ‘Ya İmam’ diyerek alır, sağdan sola doğru çevirir. Soldaki alır ‘ya Hüseyin’ diyerek soldan sağa çevirir ve birlikte ‘Selamullahi ale’l Hüseyin, lanetullahi ala katil’il Hüseyin!’ diyerek aşure çorbasını çift vav harfi çekerek karıştırma tarzıdır.

ÇİĞ Ham, henüz terbiye edilmemiş ve hazırlanmamış bir “can”ı, Hakk’ın deneyimsel bilgisini edinememiş olanı ifade eder.

ÇİLE Fars. a. Dervişlerin, manevi yetkinliğe ulaşmak için kendilerini kimi şeylerden yoksun yaşamaya zorladıkları içe kapanış dönemi.

  • Çile çekmek, çile çıkarmak, çile doldurmak: Bir derviş manevi yetkinliğe kavuşmak için kimi şeylerden mahrum olarak çileevinde yaşamak.
  • Çileye girmek, çileye oturmak: Bir derviş, manevi yetkinliğe kavuşmak için çileevine kapanmak.

ÇİLE EVİ a. Dervişlerin çile doldurdukları hücre biçiminde tekke bölümü ya da bağımsız yapı. 

ÇİLEHANE Fars. a. Çile evi.

ÇİLLE: Süresi ve günleri kesin değildir. Büyük çille ve küçük çille olarak ikiye ayrılır. Bazılarının er çillesi ve zenne çillesi diyerek de ayrıldığı olmuştur. Çilehane iki diz üzerine oturabilecek büyüklüktedir. Yani son derece dardır. Bu daracık yerde çille çekecek olan kimse ancak iki dizi üzerine oturabilecek durumda kalır. Aynı durumda günlerce riyazet ve ibadet eder. Çillesinin bittiğine karar verildikten sonra can çillehaneden çıkartılır. Çille süresince oruç tutulur. Erbainde olduğu gibi çilleye girecek olanda abdestli olur.

DAR

  • Dar-ı beka (ebediyet yurdu): Geçici evrenin karşıtı olarak algılanan, ölümsüz varlık alanı; ruhlar âlemi.
  • Dar-ı dünya, dar-ı fena (geçici yurt): Gelip geçici olarak algılanan, tanrısal gizlerin görünüş alanı; madde âlemi.

DÂR Fars. a. 1) Hallac-ı Mansur’un asıldığı direk anlamında darağacı. 2) Yolla ilgili törenlerin yapıldığı meydan ya da meydan odasının orta yeri; Dâr-ı Mansur.

  • Dâr’a çekmek: Üyelerini tekke, dergâh büyüklerinin oluşturduğu cem mahkemesi (halk mahkemesi), suç işleyen, hatalı görülen tarikat, yol üyesini, meydan ya da meydan odasının orta yerine çağırarak sorgulamak, yargılamak, gerekirse durumuna uygun ceza vermek.
  • Dâr’a durmak (çekilmek, çıkmak, gelmek, kalkmak): 1. Cemaatin ve dedenin ya da babanın önünde, canını yol uğruna vermeye hazır olduğunu bildirmek için, niyaz ederek meydanın ya da meydan odasının ortasına gelerek, ayaklar mühürlenmiş, kollar göğüste çapraz, baş öne eğik durmak. 2. Arapça “ev” anlamına gelen dâr kelimesi, Alevîlik-Bektaşîlikte “erenler meydanı” veya “kırklar meydanı”, âyin-i cem yapılan yerin tam ortası anlamında kullanılır. Dâra çekilmek ise, Alevî-Bektaşîler arasında meydana gelen ihtilâflarda, “dede” veya “baba”nın “hâkimlik” yaptığı zamanlarda sanığı sorguya çekme sırasında uyguladığı bir mahkeme tarızıdır. 3, Kişinin kndisini Hak, Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt huzurunda sayıp, nefsini sîgaya çekmesi ve “ölmeden önce ölüme” hazırlamak için yapılan bir çeşit nefis muhasebesidir. Dâra durma şekli, canını yol uğruna vermeye hazır olduğunu belirtmek için ayaklar mühürlü (bk. ayak mühürlemek), eller önde çapraz bağlanmış durumda, baş hafifçe öne eğik olarak durmadır. Dâra durma, Hz. Peygember’in Mi’rac gecesi Sidretü’lMüntehâ’da Huzurullahta duruş şeklini temsil eder. Asıl dâra duruş şekli budur. Ancak, daha sonraları Hüseyin Dârı, Fâtıma Dârı, Mansur Dârı, Nesimî Dârı, Fazlı Dârı, Cafer Dârı gibi dâra durma şekilleri de oluşturulmuştur (bk. Çağlayan, 2002: 174; Sezgin, 1991: 291)
  • Dâr-ı Fatma: Dâr-ı Hüseyin.
  • Dâr-ı Fazlı: Yüzüstü yere kapanma duruşuyla temsil edilen; Fazlullah Hurufi gibi, yol uğruna başı boyundan kestirmeyi göze alma.
  • Dâr-ı Hüseyin: Ayak mühürleme duruşuyla temsil edilen; İmam Hüseyin ya da Hz. Fatma gibi, yol uğruna canını vermeye hazır olma.
  • Dâr-ı Mansur: 1) Dâr. 2) Asılma duruşuyla temsil edilen; darağacında asılarak öldürülen Hallac-ı Mansur gibi, yol uğruna ölümü göze alma, asılmaya hazır olama.
  • Dâr-ı Nesimi: Diz üstü duruşuyla temsil edilen; Nesimi gibi, yol uğruna yüzülmeye hazır olma. Bir hizmetin konusu olan ya da bir hizmeti yerine getirmek isteyen her can, önce buraya çıkar ve teslim olur. Bu dara durmak, dara çekilmek, dara çıkmak, dara kalkmak terimleriyle ifade edilir. Pir, mürşit ve rehberin oluşturduğu cem mahkemesinde yargılanmak için durulan yeri anlatmak için de kullanılan bir deyimdir. Suç işleyen, hatalı görülen Yol eri, meydan yada meydan odasının ortasına çağırılarak sorgulanır, yargılanır, gerekirse hakkında durumuna uygun bir ceza verilir. Böylece bu uygulama sırasında cemaatin ve dedenin huzurunda yargılanan kimsenin bulunacağı şekil ve durumlar gösterilmeye çalışılmaktadır. Yargılanan meydan odasının ortasına gelir, ayaklarını mühürler, kollarını göğsünde çapraza alır, başı öne eğik durur. Sonraki aşamalarda uygun olan dar durumlarından birisi aldırılır. Dardan indirme töreni Hakk’a yürüyen hak yolcusu için göçüşünün üçüncü, yedinci ya da kırkıncı günü yapılan törene verilen addır.
  • Dardan indirmek Ölen bir “can”ın eşi dostu ve alış veriş yaptığı insanlarla helâlleşmeden ölmüş gibi hareket edilerek yapılan ve ölenin affına vesile      olacağı ümit edilen ve bir çeşit “hak helâlliği” toplantısı/hizmetidir. Ölen kimsenin veli veya vârislerinden birisi dâra durur. Ölen kişi namına, varsa hakkı olanın gelip alması istenir. Alacaklı varsa, borcu ödenir; darılmış incinmiş varsa, gönlü alınır. Böylece “hak helâlliği” gerçekleştirilmiş olur.

DECCAL Ar. a. (Kıyametten az önce ortaya çıkacağına ve Hz. İsa tarafından öldürüleceğine inanılan yalancı Mesih) Bâtın gözüyle değil, zâhir gözüyle baktığına inanılan ve bu kapsamda şaşı olarak algılanan Ebubekir.

DEDE Örgütlü Bektaşîler arasında bu, eskiden Hacıbektaş’ta oturan, şimdi ise Tiran’da bulunan “baş baba”nın unvanıdır. Alevîler arasında sıradan “baba” anlamına kullanılır.

DELİL Ar. a. 1) Yol gösterici; mürşit. 2) Tekkelerde, dergâhlarda, törenlerin yapıldığı meydandaki çerağları uyandırmakta kullanılan balmumlu fitil; bir tür küçük çerağ. 3) Çerağ.

  • Delili dinlendirmek: Çerağı dinlendirmek, çerağı sır etmek.

DELİLCİ a. Çerağcı. 

DEM Fars. a. 1) Kâmil insanın bilgisi ve öğretme gücü olarak tasarımlanan; mistik sunumda ise kâmil insanın söz, ses ve soluğunda var olduğuna inanılan ruhani güç, tanrısal etki ya da bu biçimde inanca taşınan esin. 2) Bu gücün, bu etkinin belirdiği an, zaman. 3) Şarap, içki, dolu.

  • Dem tutmak: Kâmil insanda var olduğuna inanılan tanrısal gücün belirme zamanı olarak algılanan; Şah, Ya Şah, Hû, Ali’m, Haydar Haydar vb. çağırma sözcüklerini, tek ya da toplu olarak söylemek.
  • Dem-i hizmet: Tarikata, yola girenin kendisine verilen görevi, güler yüz ve gönül açıklığı ile yapması.
  • Dem-i Hünkâr, Dem-i Pir: Gönüllere feyiz veren, gönülleri dirilten, insanı tanrısal varlık alanına çeken bir manevi güçle yüklü Pir’in sözü, sesi, soluğu.

DEME a. Nefes.

DEMLİ s. 1) Mürşidin sözü, sesi ve soluğuyla vecd durumuna gelmiş olan. 2) Sıvı akıl olarak algılanan doluyu içerek akılla yıkanmış olmanın coşkusuyla esrimiş olan.

  • Demli olmak: 1) Mürşidin sözü, sesi ve soluğuyla vecd durumuna gelmiş olmak. 2) Sıvı akıl olarak algılanan doluyu içerek akılla yıkanmış olmanın coşkusuyla esrimiş olmak.

DERGÂH Far. a. 1) Mürşit ve dervişlerin, tarikat, yol törenlerini uyguladıkları yapı, tekke. 2) Alevi-Bektaşi felsefesinin, inancının ve öğretisinin öğretildiği okul.

DERVİŞ Fars. a. Kendini tarikat yoluna, yola adamış, derece sıralamasında muhipten sonra gelen Alevi-Bektaşi.

DERVİŞAN Fars. a. Dervişler.

DERVİŞLİK

  • Dervişlik erkânı: Muhiplik aşamasını tamamlayan tarikat yolcusuna, yol ehline derviş unvanı verilmesi sırasında yapılan tören.

DERYA Fars. a. İnsan-ı kâmil.

DEST Fars. a. El.

  • Dest ve dâmen tutmak: El etek tutmak.
  • Dest vermek: El vermek, yardımlaşmak
  • Dest-i velâyet: Yol’da velilik aşamasına çıkmış olan ulunun eli; velilik eli.

DESTUR Fars. a. 1) Bir tarikat yolcusunun, yol erinin baba, dede gibi bir tarikat, yol yetkilisine karşı, “İzin verir misiniz?” anlamında kullandığı söz. 2) Dervişler arasında, İzin verin, yol verin anlamında kullanılan bir söz. 3) Alevi-Bektaşi halk şairlerinin, ayinlerde, meclislerde ezgiyle okudukları, koşma biçiminde bir tür nefes.

  • Destur almak: Bir tarikat yolcusu, yol eri, bir tarikat yetkilisinden, yol ehlinden izin almak.
  • Destur erenler: Dervişler arasında, İzin verin erenler, yol verin erenler anlamında kullanılan bir söz.
  • Destur istemek: Bir tarikat yolcusu, yol eri, bir tarikat yetkilisinden, yol ehlinden izin istemek.
  • Destur vermek: Bir tarikat yetkilisi, yol ehli, bir tarikat yolcusuna, yol eri-ne bir hizmeti yerine getirmesi için izin vermek.

DEVHA

  • Dev-hat-üz-zeheb (büyük altın ağaç): Hz. Ali’yi mübarek, kutlu kılma, kutsama anlamında kullanılır.

DEVRİ Ar. s. Devirle ilgili, devire ilişkin olan.

  • Devri âsân olsun: Gerekli olgunluk aşamalarına ulaşamadan, yani çocuk yaşta ya da erken Hak’ka yürüyen birinin ardından, göçtükten sonra ruhunun dolaşacağı aşamalarda kolaylık bulsun; devrini, dönüşünü tamamlasın anlamında kullanılan esenleme sözü.
  • Devr-i arşiyye (Kavs-i uruç): Yükselen eğri. Ruhun dünyadan aşamalar geçirip Tanrı’ya yükselmesi.
  • Devr-i ferşiyye (Kavs-i nüzul): Alçalan eğri. Ruhun, Tanrı’dan gelip maddeyle bedenlenerek aşamalar geçirmeye başlaması.

DEVRİYYE: Ruhun devir öyküsünü anlatan mistik şiir.

DEYİŞ a. Alevi edebiyatında, tarikat, yol inancını ve tarikat, yol ilkelerini dile getiren, bu kapsamda güncel yaşamı betimleyen, serbest konulu şiir.

DİDAR Fars. a. 1) (Yüz, çehre) Tanrısal güzelliğin görünür duruma geldiği güzelin, sevgilinin yüzü; Tanrı’nın yüzü. 2) (Görme) Tanrısal güzelliğin görünür duruma geldiği güzelin, sevgilinin yüzünü görme; Tanrı’nın yüzünü görme.

  • Didara ermek: Didarı görmek.
  • Didarı görmek: Tanrı’yı görmek, Tanrı’ya ulaşmak.
  • Didara kavuşmak: Hakk’a yürümek, göçmek.
  • Didara varmak: Didarı görmek.
  • Didar-ı Hak: Hakk’ın yüzü.
  • Didar-ı yâr: Sevgilinin yüzü, Tanrı’nın yüzü.

DİL Fars. a. Tanrı’nın evi anlamında gönül.

  • Dil ehli: Gönül dilinden anlayan kimse; gönül adamı, gönül insanı.

DİL a. Hz. Ali’nin Zülfikârı’nı simgeleyen vücut organı.

  • Dil bağı: Alevi ahlakının üç temel ilkesinden biri olan diline sahip olmayı simgelemek üzere, tığbente atılan üç düğümden biri.
  • Diline sahip olma: Diline sahip olma kalıp sözü Alevilikte; yalan söylememe, sözle insanları birbirine düşürmeme, kov ve gıybette bulunmama anlamında Alevi açıklığını, bu yolla dili, dedikodu yapma, fitne ve fesada katılma aracı olmaktan çıkarıp doğruyu söyleme, söz güzelliğini yaratma aracı haline dönüştürmeyi anlatmak için kullanılır.
  • Dilini bağlı tut: Ahiliğin ilkeleri sıralamasında yer alan, kendine egemen olmayı, duyguların, tutkuların tutsağı olmamayı simgeleyen ilke.

DİLDAR Fars. a. Tanrı.

DİN Ar. a. (İnsanın kutsal olanla ilişkisini betimleyen inanış ve dogmalar bütünü) 1) Yol makamında beliren inanç. 2) Aşk, sevgi.

  • Din-i hakiki: Bâtıni felsefi din anlamında hakiki din, gerçek din.
  • Din-i mecazi: Zâhiri din anlamında, biçimsel din, geçici din.

DİNLENDİRMEK: Bir mum veya ocağı söndürmek. Mum ve çerağ asla üflenerek dinlendirilemez. (Bunda HacE Bektaş Veli’nin çerağI üfleyince bütün Rum (Anadolu) erenlerinin çerağlarının dinlenmesi öyküsü ile ilgili bir incelik vardır).

DİVAN Fars. a. Yüce bir var-lığın huzuru, katı.

DOKUZ a. Tanrı’nın, dokuz sudur (oluşum, varoluş ya da varlığa geliş) kademesindeki dokuz varoluş biçimini simgeleyen kutsal sayı.

DOLAŞAN ÖLÜ a. Tutkularının, duygularının tutsağı olmuş, olgunlaşmamış ham kimse.

DOLU a. 1) İçki doldurulmuş kadeh; içki. 2) Arif.

  • Dolu üçleme: Tanrı-Doğa-İnsan ve Hak-Muhammet-Ali adına/anısına üç kez üç yudum dolu içme; bu yolla doğasal ve toplumsal diyalektiğin ayrımına varma.

DON a. (Elbise, giysi) 1) Tarikat, yol ulularının, keramet göstererek büründükleri görünüş. 2) Hakk’a yürüyen, ancak yok olmayıp başka bir ye-re taşınan tarikat, yol ulusunun yeni ruh zarfı.

  • Don değiştirmek: 1) Bir tarikat, yol ulusu, keramet göstererek yeni bir görünüşe bürünmek. 2) Hakk’a yürüyen tarikat, yol ulusu, yok olmayıp başka bir yere taşınarak ruhuna yeni bir zarf kazanmak.

DOST Fars. a. Gerçek sevgili anlamında Tanrı.

  • Dost divanı: Tanrı huzuru

DÖNGÜ a. 1) Esin kaynağını doğadan alan ve tektanrıcı dinler öncesi mitolojilerin ortak konusu durumunda bulunan, yaşamın sürekli olarak yinelendiği inancı.   2) Varoluş çevrimi.

DÖRT a. Hz. Muhammet’in ev halkından damadı Hz. Ali, kızı Hz. Fatma ve torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin’i simgeleyen kutsal sayı.

  • Dört anasır: Dört öğe.
  • Dört anne (ana): Dört öğe.
  • Dört can: “Dört can bir beden” olarak algılanan, Hz. Muhammet’in ev halkından Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin.
  • Dört göz: Görmeye dayalı iki baş gözü ve sezmeye dayalı iki gönül gözünden oluşan   görme/sezme organı.
  • Dört ilke: Dört öğe.
  • Dört inanç: Aleviliğin özünü oluşturan ve dört kapıya dayanan ibadet, niyaz, adak ve vuslat.
  • Dört kapı: Yol’da yol erinin Tanrı’ ya ulaşmada yükselmek ve derinleşmek durumunda olduğu dört aşamayı simgeleyen şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve hakikat kapısı.
  • Dört kapı kırk makam: Hace Bektaş Veli tarafından geliştirilen dört ana aşama ve kırk alt aşamadan olu-şan eğitim öğretisi.
  • Dört kapı öğretisi: Tanrı’ya ulaşmada ya da bu görüntü ardında ham ervahlıktan kâmil insan durumuna dönüşmede, dört kapı görüşünü temel alan öğreti.
  • Dört kapı selamı: İkrar verme töreninde, talibin, tığbentinden yedilerek mürşide teslime götürülmesi sırasında; her adımda ayaklar mühürlenip, kapıları temsil eden insanların adları anılarak verilen selam.
  • Dört nitelik: Bir varlık ortamında bulunan dört ayrı nitelik.
  • Dört öğe: Önsüz-sonsuz olarak algılanan ve varlık türlerini oluşturan, her biri bir kapı insanının kökeni durumunda bulunan toprak, hava, ateş ve su.
  • Dört öğe öğretisi: Dört öğe görüşünü temel alan öğreti.
  • Dört sevgili: Dört rakamıyla temsil edilen, Ehlibeyt’ten Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin.
  • Dört taban: Cansızlar âlemi, canlılar âlemi, bitkiler âlemi ve hayvanlar âlemi.
  • Dört tür insan: Her birinin kökeni dört öğeden birine dayanan ve yine her biri bir kapıyla temsil edilen a-bitler, zahitler, arifler ve muhipler.
  • Dört unsur: Dört öğe.
  • Dört vuruş: Çâr darp.

DÖŞEK a. Post.

DUDMAN-I BEKTAŞİYYE Bektaşi ocağı. Yol ağı.

DÜLDÜL Ar. a. Hz. Muhammet’in Hz. Ali’ye armağan ettiği kır donlu at.

DÜNYA Ar. a. İnsanı Tanrı’dan uzaklaştıran ve gaflete düşüren her şey ya da şeylerin tümü.

DÜR

  • Dürr-i yetim (sedefinden tek olarak çıkan iri inci): 1) Hz. Muhammet. 2) İnsan-ı kâmil.

DÜŞKÜN Alevî-Bektaşî inancına göre “büyük günah” sayılan, dine, inanca, yola, kula karşı yapılan hatalı ve gelenek göreneklere aykırı davranışlarından (cinayet, zina, livata, hırsızlık, suçsuz yere karısını boşama vb.) dolayı pîr ve toplum tarafından cezlandırılarak toplumdan soyutlanan, âyinlere alınmayan can. Düşkünlük suçunun derecesine göre, “düşkün” olan kişi “düşkün kaldırma erkânı” ile kaldırılabilir, yani tekrar tarikata kabul edilebilir.

  • Düşkün edilmek: Suçlu duruma düşen tarikat yolcusuna, yol erine düşkün meydanı açarak ceza verilmek.
  • Düşkün görme: Suçlu duruma düşen tarikat yolcusuna, yol erine düşkün meydanı açılarak ceza verilme.
  • Düşkün kaldırmak: Düşkünün düşkünlük durumunu, düşkün meydanı açarak sona erdirmek. Düşkün durumuna düşen canın cezasını çektikten sonra, “düşkün kaldırma hizmeti” ile tövbe eder, incittiği kişi/kişilerden helâllik ve rızalık alır, “görüşür”, pîr ve bütün canların huzurunda “âşığa mânâ, dâvâya nişan” yemini vererek nefsini ıslah ettiğine kâni olunarak “yol” dahil olur, topluma karışır.
  • Düşkün meydanı: Düşkün edilmek ya da düşkün kaldırılmak için yapılan toplantı, tören.
  • Düşküne çıkarmak: Düşkün edilmek.

DÜŞKÜNLÜK a. Düşkün olma durumu.

  • Düşkünlük dâr’ı: Düşkün edilme sırasında uygulanan sorgulama.
  • Düşkünlük erkânı: Düşkün edilme ya da düşkün kaldırma sırasında yapılan tören.
  • Düşkünlük meydanı: Düşkün meydanı.           

DÜVAZ Fars. a. Düvazdeh.

  • Düvaz imam: Düvazdeh imam.

DÜVAZDEH Fars. a. Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam için söylenmiş nefeslere verilen ad.

  • Düvazdeh-i imam: On İki İmam.

DÛZAH Fars. a. Dünya zevklerine düşkün olanların toplu durumda bulunduklarına inanılan yer.

EBU

  • Ebu Turab: Toprağın babası anlamında Hz. Ali.
  • Ebul Hasan: Hasan’ın babası anlamında Hz. Ali’ye verilen unvan.
  • Ebul Hüseyin: Hüseyin’in babası anlamında Hz. Ali’ye verilen unvan.

ECEL Ar. a. 1) Ölüm zamanı; yaşamın sonu. 2) Duyguların, tutkuların tutsağı olma, geçici isteklere kapılma anlamında insan olmanın sonu; dolaşan ölü durumuna geçme zamanı.

EDEP Ar. a. Marifet kapısının birinci makamında tanımlanan; Eline, diline, beline sahip olarak kötü hal ve hareketlerden uzak durma durumu.

  • Edep, erkân!: Canları tarikat, yol adabına, davet için mürşit tarafından söylenen uyarı sözü.
  • Edep sahibi olmak: Eline, beline, diline sahip olarak kötü hal ve hare-ketlerden uzak durmak.
  • Edeb ya hü: “Edeb ya Allah” anlamındadır. Karşıdakini uyarmak için söylenir.

EDEPLİ s. (Terbiyeli, nazik, kibar) Eli-ne-diline-beline sahip olan.

EDEPSİZ s. (Utanmaz, hayasız) Eline-diline-beline sahip olmayan.

EDVAR Ar. a. Devirler, zamanlar, yüzyıllar, çağlar.

  • Edvar-ı vücut (varlık dönemleri): Varlığın, varoluş çemberinde kendisi için olanaklı olan seyrini tamamlayarak aslına geri dönmesi.

EHL Ar. a. Tarikat, yol kurallarına, ilkelerine uyan, yolu bilen kimse.

  • Ehl-i âbâ: Hz. Muhammet ve ailesi.
  • Ehl-i Ali: Hz. Ali Yandaşları.
  • Ehl-i bâtın: Tanrısal sırra ermiş olanlar.
  • Ehl-i cehl: Cahiller, bilgisizler.
  • Ehl-i dil: Gönül dilinden anlayanlar; gönül adamları.
  • Ehl-i Hak: 1) Marifet sahipleri; arifler. 2) Hz. Ali’ye bağlılık temelinde Sultan İshak tarafından kurulmuş olan ve Batı İran’da temel bulan bir Alevilik tasarımı.
  • Ehl-i hal: Halden anlayanlar; hal adamları.
  • Ehl-i Şia: Ehl-i Ali.
  • Ehl-i tarik: Tarikata giren, mürşide bağlanan kimse; derviş.
  • Ehl-i tarikat: Tarikat ehli.
  • Ehl-i tasavvuf: Tasavvuf ehli.
  • Ehl-i tevhid: Tanrı’yı her türlü nitelikten yoksun olarak tasarımlayan, Tanrı’ya nitelik yüklemenin birçok Tanrı’nın varlığını kabul etmek anlamına geldiğini ileri süren ve genel olarak “Tanrı’ının birliğine inananlar” olarak anlaşılan Mutezilecilere verilen ad.
  • Ehl-i zâhir: Köktendinciler.

EHLİBEYT Ar. a. Hz. Muhammet’in; damadı Hz. Ali, kızı Hz. Fatma ve torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin’den oluşan ailesi.

EL a. Tanrısal gücü simgeleyen tutma, dokunma organı.

  • El almak: Bir mürşide bağlanmak; derviş olmak. Nasip almak.
  • El ele, el Hak’ka: Dedeye, babaya biat etme yoluyla Hz. Muhammet ve Tanrı’ya biat etmiş olma.
  • El-etek sahibi olmak: Bir mürşide bağlanarak nasip almış olmak.
  • El-etek tutmak: Nasip alma töreninde, bir eli mürşidin elinde, diğeri eteğinde olarak bağlılık yemini etmek.
  • El-göğüs dudak yapmak: Hz. Ali’ye bağlılığın bir kanıtı olarak, O’nun adı geçtiğinde toparlanıp eli göğse ve dudaklara götürerek selam vermek.
  • El vermek: Yol’da belli deneyimlerden geçen birine durumuna uygun yetki vermek.
  • Elin tek, dilin pek, belin berk tut: Alevi-Bektaşi etiğinin temelini oluşturan el, dil ve cinsel ilişki ile ilgili üç yasak.
  • Eline, diline, beline, işine, aşına ve eşine sahip olmak: Edepli olmak, edepli yaşamak.
  • Eline sahip olma: Hırsızlık yapmama, kan akıtmama anlamında, Alevi-Bektaşi barışçılığının ve cana saygısının bir simgesi durumundadır; bu yolla bir Alevi-Bektaşi eli, suç işleme aracı olmaktan çıkarıp güzellikleri yaratma aracı haline dönüştürmüş olur.

ELEST Ar. a. Tanrı’nın insan ruhlarını yarattığı zaman; insanların yaratılışının başlangıcı.

  • Elest bezmi: Elest Meclisi.
  • Elest Meclisi: Tanrı’nın ruhları toplayarak; Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorduğu ve müminlerin -Evet, kâfirlerin -Hayır yanıtını verdiği toplantı ya da toplantının yapıldığı yer, yapı.
  • Elest şarabı: Mutlak güzelliğin anlık görünüşüyle vecd durumuna geçmenin anısına, tarikat yolunda, yolda içsel bir yaşam deneyimini tatmak için içilen şarap.

ELESTÜ

  • Elestü bi-rabbiküm: Tanrı’nın ruhları toplayarak sorduğu, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu.
  • Elestü mihrabı: Meydanda, gönüllerin yöneldiği Tanrı nuru.

ELİF Ar. a. Ebcet hesabıyla sayı değerinin bir olmasından esinlenerek Tanrı’nın tekliğinin ve birliğinin bir simgesi olarak algılanan Arap alfabesinin ilk harfi.

ELİFİ Ar. s. Elif gibi olan.

  • Elif-i taç: Hace Bektaş eliyle Anadolu’ya geldiği kabul edilen, dört dilimli, dikiş çizgisi elif harfini simgeleyen, uzun çuha başlık.

ENBİYA Ar. a. Peygamberler, yalvaçlar.

ENEL HAK Ar. ünl. Hallac-ı Mansur’un, kendini aşarak Tanrı’ya ulaştığını ve Tanrı’nın kendinde tecelli ettiğini göstermek için söylediği, -Ben Tanrı’yım, anlamındaki ünlü sözü.

ENGÜR Fars. a. Üzüm.

 ER a. 1) Edep ve erkâna saygılı, nefsine boyun eğmeyen kimse. 2) Gönül bilgisiyle donanmış, yücelme aşamalarından geçerek gerçekliğe ulaşmış tarikat, yol üyesi.

ERBAA Ar. s. Dört. 

ERBAİN Ar. a. Yol’a giren dervişlerin nefsi ezmek, bencilliği kırmak için doldurdukları kırk günlük çile.

  • Erbain çıkarmak: Bir derviş, kendini eğitmek için, kırk gün toplumdan uzak hücrede yaşamak; çile çıkarmak.
  • Erbain-i aşura: Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilişinin kırkıncı gününe rastlayan, kameri takvimin ikinci ayı sefer ayının yirminci günü.

ERBÂP

  • Erbâb-ı zâhir: Evreni dış yüzüyle, görünüşüyle değerlendirenler, şeriatçılar.

ERÇİÇEĞİ Mürşidin en çok sevdiği dervişe denilir.

EREN a. (Ulaşan, varan) Benliğinin geçici tutkularını yenerek olgunluk aşamasına varan, ermiş olan yol eri kimse.

ERENLER a. 1) Gerçekliğe ulaşan, olgunluk aşamasına varan ve Tanrı’nın dostluğunu kazandığına inanılan yol erleri. 2) ünl. Dervişler arasında kullanılan seslenme sözü.

  • Erenler abdesti: Bilgiyle yıkanma, yıkanarak bilgilenme ya da bilgiyle yıkama yıkayarak bilgilendirme anlamında kulak abdesti.
  • Erenler celladı: Hacım/Balım Sultan için kullanılan bir unvan.
  • Erenler cemi: Cem.
  • Erenler demi: Ceme katılanların uyguladığı erkân ve muhabbet.
  • Erenler hakkı: Konuk ya da yoksullar için ayrılan yemek.
  • Erenler meclisi: Cem.
  • Erenler meydanı: Meydan.
  • Erenler nefesi: Alevilerin-Bektaşilerin inanç ve düşüncelerini dile getiren şiir, deyiş.
  • Erenler önünde baş eğmek: Bilim olarak algılanan postun bâtın yanının bir koşulu olarak erenlere kendini teslim etmek.
  • Erenlerim: Dervişler arasında sen yerine kullanılan bir hitap sözü.

ERKÂN Ar. a.) Ruhsal aşama bakımından üstün durumda bulunan yol erleri; yol ileri gelenleri. 2) Yol ulularının koyduğu ve tarikatın, yolun yasası durumunda olan ilkeler, kurallar ve törenler bütünü.

  • Erkân çalmak: Düşkün kaldırılması sırasında dede, düşkünün sırtına alacadeğnekle Allah-Muhammet-Ali aşkına otuz üçer kez sembolik olarak vurmak.
  • Erkân çubuğu: Muhammed’in Hudeybiye’de altında biât aldığı Semure (Sidre) ağacının, ki cennetteki tûğba ağacının yeryüzündeki şekli olduğuna inanılır, dalı olarak kabul edilen, Târık sûresinin (Târık: 1-4) anlamı gereğince kişilerin üzerinde Tanrı’nın koruyucu ve gözetleyici elini temsil eden Hz. Muhammed’in eli, dolayısıyla Tanrı’nın eli kabul edilen 12 tutam (100-110 cm) uzunluğunda, parmak kalınlığındaki çubuktur.
  • Erkân değneği hakkı: Düşkün kaldırılması sırasında, günahlarından arınması için alacadeğnekle sembolik olarak dövülen düşkünden, bu vuruşların bedeli olarak alınan para vb.
  • Erkân istemek: Düşkün kaldırılma-sı dileğiyle düşkün meydanı açılmasını mürşitten dilemek.
  • Erkân meydanı: Meydan.
  • Erkân sahibi: Yol erkânını özümsemiş olma.
  • Erkân sürmek: Meydan açıp tören yapmak.

ERKÂNNAME Ar.+Fars. a. Yol uluları tarafından konulan ve yolun yasası niteliğinde olan ilkeleri, davranışları, kuralları vb. içeren yapıt.

ERKÖÇEĞİ/KÖÇEK Nasip almış erkekler için dans ettiklerinde kullanılır. Bk. köçek.

ERMİŞ a. Tanrı’ya yakın, Tanrı’yla dost olduğuna, kendisinde olağanüstü manevi bir güç bulunduğuna inanılan kimse; evliya, veli.

ERVAH Ar. a. Ruhlar.

ESEDULLAH Ar. a. Allah’ın aslanı olarak algılanan ve bu biçimiyle inanca taşınan, tapım kimliği durumundaki Hz. Ali.

ESMA Ar. a. Adlar.

  • Esma-yı hüsna: Tanrı’nın adları.

EŞİK a. Hz. Muhammet’in, Ben ilim şehriyim, Ali onun kapısıdır hadisinden esinlenerek Hz. Ali’yi temsil etti-ine inanılan ve yola girişin bir sembolü olarak algılanan, meydanın giriş kapısının iç kısmı.

  • Eşik ıssı: Düşkünün, evine sığındığı kimse
  • Eşik öpmek: Tarikat, yol ışık ve bilgisine ulaşmış olmanın anısına, bir alçakgönüllülük ve teslimiyet ifadesi olarak, eşiğin önünde sol diz üzerine çökerek elleri eşiğe koyup her bir eli bir kez öpmek.
  • Eşik yoklamak: Görgüsü yapılacak müsahipli canların, kemerbestli ve yalın ayak olarak, cem âyininin yapılacağı meydana çıkmadan önce cem evinin iç kapısının eşiğine niyaz etmeleri. Cem âyinine gelen canlarla tek tek görüşüp niyazlaşarak helâllik almak uzun süreceği için, canlar bu kapıdan girdiğine, ayakları bu eşikten geçtiğine göre, kapının eşiğine niyaz etmekle gönül indirip tevazu göstermek suretiyle canların tek tek ayaklarına niyaz edilmiş sayılır.
  • Eşiğe baş koymak: Eşik öperek tarikata, yola bağlanmak.
  • Eşiğe yüz sürmek: Eşik öpmek.
  • Eşiği aşmak: Eşiği öperek meydana girmek.

ETEK TUTMAK Görgü ceminde secdeden kalkan ve diz üstü yürüyerek sıra ile “pîr”in önüne gelen canlardan önde olanın “pîr”in dizine, yani iki eliyle dizinden tutup elleri üstüne niyaz ederek öylece beklemek.

ETVAR Ar. a. Tavırlar, davranışlar, hareketler.

  • Etvar-ı sebâ: Yol erinin ruhsal arınmaya ulaşmak için geçmek zorunda olduğu yedi aşama. Bunlar; 1) Nefs Aşaması (Ben makamı): Kişi hep duygusal eğiliminin etkisi altındadır, bu aşamada henüz Tanrısal gerçekliği kavrayabilecek durumda değildir, arınmak, temizlenmek zorundadır. 2) Gönül Aşaması (Sadr makamı): Kişi gönül yoluyla düşünmeye, tutkularından bu aşamada uzak kalmaya onlardan birer birer kurtulmaya başlar. 3) Ruhsal aşama(Ruh makamı): Bu aşamada kişi ruhsal varlık alanına yönelir. Tanrısal gerçekliliği anlamaya kavramaya başlar. 4) Gizem aşaması (Sır makamı): Bu aşamada kişi, dünyaya özgü tüm geçici varlıklardan sıyrılarak Tanrısal gerçekliğe varmış olur. 5) Gizemlerin Gizemi aşaması (Sır’ru sır makamı): Bu aşamaya çıkmış olan kişiye, Tanrısal gizlilik, sırlar bir bütün içinde açılır. 6) En gizli aşama (Ahfa makamı): Kişi bu aşamada Nur’un (ışığın) siyah olarak algılandığı, Tanrısal evrene en yakın alandadır. 7) Salt gerçeklik aşaması (Mutlak Hakikatler makamı): Bu makamda kişi artık bütün kişisel niteliklerinden sıyrılmıştır. O, tanrısal varlığın özünde ölümsüzlüğe ulaşmış durumdadır, kendinde değildir, tanrı ile birleşmiştir. Onda yok olmuştur. Tanrı’dır artık. Söz ve davranışları tanrısal özün belirtileridir.

EVLİYA Ar. a. Ruhsal arınma aşamalarından geçerek Tanrı’ya yaklaşan, O’nun sevgi ve dostluğunu kazananlar; ermişler, erenler.

EVTÂD Ar. a. Gayb erenleri sıralamasının üçüncü aşamasında bulunan ve Tanrı’nın bunlar aracılığıyla dünyayı kontrol ettiğine inanılan dört büyük veli; dört evtâd.

EYVALLAH Ar. a. 1) Edilen bir sözü, yapılan bir işi, gösterilen bir tavrı olumlama, onaylama, benim-seme. 2) Razı olma, itaat etme. 3) Teslim olma, bağlanma.

  • Eyvallah kapısına girmek: Arakiye 2 giyen bir kişi önce (Hacıbektaş’taki) Hanbağı ve sonra da Dedebağı’nda bir süre hizmet eder; bu dervişlik andına hazırlıktır. Bu hizmete başladığında ona “Eyvallah kapısına girdi.” denir.

FAHR Oniki dilimli tacdır. Fahr-ı Hüseyin de denilir. Oniki İmam’ın zaman zaman başlarına bağladıkları tacı temsil eder.

FAKR Ar. a. Tanrı’da bireysel bilincin yok olmasının bir görünümü olarak algılanan, her şeyi Tanrı karşısında yok sayma durumu.

FATMA a. Hz. Ali’nin eşi.

*Fatma Ana: Hz. Fatma.

*Fatma Ana kuşağı: Gökkuşağı.

FAZL Ar. a. 1) Hurufiliğin kurucu piri Fazlullah Hurûfi [1339-1394]. 2) Herhangi bir nedene bağlı olmadan ve herhangi bir karşılık gözetmeden yapılan iyilik için kullanılır.

*Fazl-ı Dâr-ı: Dâr-ı Fazlı.

FEHİM Ar. a. Tanrı’nın sözünü anlama ve bunun gereğini yerine getirme.

*Fehim kıblesi: Çerağ tahtı.

FELEK Ar. a. Gökyüzü.

*Felek-i azam: En üst gök; dokuzuncu gök.

FENA Ar. a. Tanrı ya da tarikat yolcusunun, duygularından ve iradesinden sıyrılarak benliğini Tanrı’nın varlığında yok etmesi.

*Fena bulmak: Kendi özünde kendini yok ederek pirin manevi kişiliğinde yok olmak; bu yolla tanrısal varlığın özüne dalarak kendinden geçmek.

*Fena diyarı: Dünya

*Fena makamları: Bu dünyaya özgü geçici aşamalar.

*Fena fi’l ehadiyet: Tanrı ya da tarikat yolcusunun, gerçek varlık katına ulaşması.

*Fena fi’l pir: Tanrı ya da tarikat yolcusunun, bütün varlığını pirin manevi kişiliğinde yok etmesi.

*Fena fi’l vücut: Varlıkta, bütün duygularından sıyrılarak yokluğun sınırına ulaşma; tanrısal varlığın özüne dalarak kendinden geçme.

*Fena-i mutlak: Tanrı ya da tarikat yolcusunun, bütün varlığından sıyrılarak kendi özünde yok olması.

*Fena’il-fena: Olgunluğun en yüksek aşaması olarak algılanan; Tanrı ya da tarikat yolcusunun, derin bir içe kapanış ve sınırsız bir coşkuyla kendini tanrısal özde bulmak için yokluğun ötesine geçmesi durumu.

FENAFİLLAH Ar. a. Tanrı ya da tarikat yolcusunun, kendi varlığını Tanrı varlığında yok etmesi; Tanrı yolunda kendi varlığından geçmesi.

FERRAŞ Ar. a. İmam Hüseyin adına kurulan ve cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan temizlik işlerini yürüten görevli.

FEYİZ Ar. a. 1) Sudur ya da ışık kuramına göre, evrenin aşama aşama Tanrı’dan çıkışı, belirişi. 2) Tanrı’nın kutsaması olarak algılanan ve kişide ruhsal bir olgunluk yaratan manevi deneyim.

        *Feyiz almak: Pirin, mürşidin bilgisiyle aydınlanmak.

*Feyz-i mukaddes: Bilinmek isteyen Tanrı’nın aşkla yarattığı insan.

FIRKA Ar. a. Bir mezhep içinde aynı inanç ve kanıları paylaşanların oluşturduğu grup.

*Fırka-i Naciye: Alevilik yoluyla İlahi Hak’kın sırlarına erişebilecekleri inancında ve kanısında olan Alevilerin, kendileri için kullandıkları ad.

FUKARA Ar. a. Fakr yolunu seçenler, yol üyeleri; dervişler.

GAFLET Ar. a. Nefsin arzularına tutsaklık.

  • Gaflete düşmek: Nefsin arzularına tutsak düşmek.
  • Gafletten uyanmak: Nefsin arzularına direnmek.

GALEBE Ar. a. Tanrısal öze ilişkin bir halin, saliği etki ve egemenliği altına alıp, onu düşünemez, edebe uyamaz, karşılaştığı şeyleri birbirinden ayıramaz duruma sokması.

GALEYAN Ar. a. Yolda coşma, taşma.

GANİ Ar. s. Bir gereksinme, istek duymayan.

  • Ganisiyim: Bir öneri karşısında istekli olmadığını belirtmek için gereksinmem yok anlamında    söylenir.

GARİP Ar. a. Tanrısal âleme geçişte bir basamak olarak algılanan bu dünyada yaşayan kimse.

GARK Ar. a. Fakr makamından geçerek cem mertebesinde kaybolma; neşe ve coşku içinde kendinden geçme.

GAVS Ar. s. ve a. Yolda hakikat ve marifete ermiş arifler için kullanılır.

GAYB Ar. a. Hakk’ın kendisinden değil, kulundan gizlediği şey.

  • Gayb âlemi: Duyularla tanınıp algılanabilen âlemin ötesinde bulunduğuna inanılan âlem.
  • Gayb bilimi: Bâtına ilişkin bilim; ilm-i bâtın.
  • Gayb erenleri: Halk içinde bulunmalarına karşın, tanrısal gizeme ulaştıkları için kendilerini halktan gizleyebilen arifler.
  • Gayb-ı izafi: Hakikat ve marifete ermiş ariflerin algılayabildiği âlem.
  • Gayb-ı mutlak: Tanrı’dan başka kimsenin bilmediğine inanılan, duyularla ulaşılamayan, akıl    ve bilgiyle kavranamayan, yalnızca aşkın gerçekleri olarak algılanan salt görünmezlik âlemi; tanrısal evren.

GAYBET Ar. a. 1) Tanrı’da yok olma yolunda bir aşama olarak algılanan, Hak’tan gelen doğuşlar ve feyizler nedeniyle çevreden ve kendi fizik varlığından soyutlanma biçiminde beliren, her şeyden habersiz olma durumu. 2) Tanrı ya da tarikat yolunda tanrısal gizeme ulaşmış ermişler için, halk içinde bulunmalarına karşın halka görünmemeleri durumu; kaybolma, gizlenme.

  • Gaybet dönemi: Gaybet durumunun sürdüğü zaman dilimi.
  • Gaybete girmek: Kaybolmak, gizlenmek.
  • Gaybet-i kübra: Büyük gizlenme, büyük gizleniş.
  • Gaybet-i sugra: Küçük gizlenme, küçük gizleniş.

GAYRET Ar. a. 1) Âşığın Tanrı’yı kıskanması. 2) Ruhun sırrını, kalbin bâtıni hallerini gizli tutma, dışarıya sızdırılmasını kıskanma çabası.

GAZA Ar. a. Dünyasal eğilimleri temsil ettiğine inanılan ve bu anlamda düşman kabul edilen nefse karşı mücadele etme.

  • Gaza eylemek: Nefse karşı mücadele etmek.
  • Gaza-i ekber: En büyük savaş anlamında nefisle yapılan mücadele.

GAZİ Ar. a. 1) Nefisle girdiği mücadelede kötülükleri, olumsuzlukları öldürmüş, yani ölmeden evvel ölmüş yol, tarikat eri. 2) Horasan’dan yetişip gelen, tarikat yolunda Anadolu insanına manevi rehberlik eden derviş; Horasan ereni.

GECE a. Karanlık olarak algılanan cehalet.

  • Gece nurundan akıl: Aklın evrimi aşamaları sıralamasında yer alan, aklın en alt evresi.

GELENEK a. ( Kuşaktan kuşağa aktarılan, yazılı olmamasına karşın yaptırım gücü olan her türlü töre ve davranış biçimi) Hak’la Hak olmuş kâmil insanlar tarafından halka ulaştırılan, birey ve toplum etkinliğinin her alanına uygulanabilen bâtıni kökenli gerçekler ya da ilkeler bütünü.

GELME

  • Gelme gelme, dönme dönme: Yola girişte kişiye vazgeçme hakkını kullanabilmesi için en son söylenen, bir kez girilince verilen sözden dönülemeyeceğini vurgulayan telkin özdeyişi.

GIYBET Ar. a. Birinin ardından onun saygınlığını, değerini, toplum içindeki yerini sarsacak söz söyleme, bu yolla araya geçimsizlik sokma.

*Gıybet etmek: Arkadan konuşmak, dedikodu yapmak, bu yolla araya geçimsizlik sokmak.

GÖÇMEK f. Hak’ka yürümek.

GÖNÜL a. 1) İnsanın marifete erişme gücü. 2) Tanrı evi anlamında, Tanrı’nın tecelli ettiği, görünüş alanına çıktığı ve Tanrı’yla ilgili bilgilerin geldiği yer; insanın, Tanrı yoluna açılan kapısı olarak algılanan ve bu anlamda kutsal sayılan iç varlığı.

  • Gönül abdesti almak: “Sır suyu hizmeti” ile bütün canların “yol”un gizlerine vâkıf olup tüm gerçeklerin gönüllere doğması, kişinin Hakk’a ulaşma dileğinin kabul edilmesini ifade eder. Bir tastan halkadaki canlara birer yudum su içirmek suretiyle gerçekleştirilen “sır suyu hizmeti”, bütün canların biât ve ikrârlarının yenilenmesini, içlerindeki kini, kibri ve benlik duygusunu atıp “ben” yerine “biz” diyebilecek gönül güzelliğine ulaşmalarını sembolize eder. Sır suyu ile kişiye açılan sırlar toplumdan gizlenir, kişinin gönlünde “sır” olur (bk. Çağlayan: 2002: 18-20).
  • Gönül adamı: Derviş
  • Gönül almak: 1) Darılan, kırılan birini söz ya da davranışla memnun etmek. 2) Birisiyle sevgi temelinde iletişime girerek onu kendine bağlamak, çekmek, onunla gönüldeşlik ilişkileri kurmak.
  • Gönül kıblesi: Meydan
  • Gönül koymak: Darılmak, kırılmak, incinmek
  • Gönül lokması: 1) Gönül bilgisi. 2) Adak, armağan.
  • Gönül öldüren: Büyüklük taslayıp gönül kıran, insanı gücendiren kimse için kullanılır.
  • Gönül sezgisi: Sezgisel akılla yapılan geleceğe yönelik kestirim.
  • Gönül yıkma, gönül yap: Kötülük yapma, iyilik et anlamında Alevi-Bektaşi etiğini dışa vuran özdeyiş.
  • Gönül yolculuğu: Seyrü süluk.
  • Gönülde tecelli etmek: 1) Bâtın bilgi gönülde birikmek. 2) Tanrı gönülde mihman edilmek.
  • Gönüle uğramak: Bir kimseyi kırıp incittikten sonra, onun bir bedeli olarak istenmeyen üzücü bir olayla karşı karşıya gelmek.
  • Gönül indirmek: Tanrı’yı insanda görerek her türlü kin ve dargınlığı unutup, kibir ve gururu atıp benlikten sıyrılmayı, alçak gönüllülüğü ifade eden bir deyimdir.
  • Gönülleri birlemek: Âyin-i ceme gelen bütün canların Tanrı’yı insanda görerek, içlerindeki kini, kibri, benlük duygusunu atıp, kulluk haklarından vazgeçerek “ben” yerine “biz” diyebilecek gönül güzelliğine erişmesi hâlidir.

GÖRGÜ a. Görgüden geçmekle kazanılan deneyim.

  • Görgü ayini: Görgü cemi.
  • Görgü cemi: İkrar tazelemek, bu yolla tövbe etmek, ruhsal açıdan temizlenmek için yapılan    cem.
  • Görgü dâr’ı: Görgü cemi.
  • Görgü erkânı: Görgü cemi.
  • Görgü kurbanı: Görgü cemi.
  • Görgü töreni: Görgü cemi.
  • Görgüden geçmek: Yılda bir kez yapılan “görgü cemi” ile kişinin bir yıllık hesabını vererek, kul hakkından kurtulup kendisi ile hesaplaşmasını, dargın olduğu kişilerle barışmasını, alacak-verecek işlerini düzenlemesini, kısacası gönül abdesti alarak gönlünü temizlemesini, Hak’ka yaklaşmasını ifade eder.
  • Görgüsü yapılmak: Görgüden geçmek.
  • Görgüye çıkmak: Görgüden geçmek.

GÖRMEK f. Bâtını düşünceye taşımak, bâtının ne olduğunu anlamak.

  • Görmediğini söyleme, gördüğünü ört: Kötülük yapma, iyilik et anlamında Alevi-Bektaşi etiğini dışa vuran özdeyiş.

GÖRÜLEN a. Görgü ceminden geçmiş olan kimse.

GÖRÜLME a. Görgüden geçme.

  • Görülmeye talip olma: Görgüden geçmeyi isteme.

GÖRÜLMÜŞ a. Görgüden geçmiş kimse.

  • Görülmüş olmak: Görgüden geçmiş bulunmak.

GÖRÜNÜR s. Zâhir olan.

  • Görünür evren: Zâhir âlem; duyu organlarıyla algılanabilir, nesne ve beden kimliklerinden oluşan her şey.

GÖZ a. 1) Zâhiri görmeyi sağlayan alıcı organ; bu anlamda ten gözü. 2) Bâtını görmeyi sağlayan “alıcı organ” olarak algılanan gönül bilgisi, irfan; bu anlamda gönül gözü.

  • Gözünü bağlı tut: Ahiliğin ilkeleri sıralamasında yer alan, başkalarının işine karışmamayı, her olup biteni görmemeyi simgeleyen üçüncü ilke.

GÖZCÜ a. Ali soyundan Abdülkerim adına kurulan ve cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, meydanda düzeni sağlama işini yürüten görevli.

  • Gözcü postu: Kimi bölgelerde on iki post sıralamasında gösterilen Şeyh Karaca Ahmet Sultan makamı.

GULÂM Ar. a. Tüyü, bıyığı çıkmamış delikanlı, genç anlamında On İkinci İmam Muhammet Mehdi’nin lakabı.

GÛYENDE Fars. a. Zâkir.

GÜLBANK Fars. a. Tarikat, yol törenlerinde, yüksek sesle okunan özel dua, yakarış.

  • Gülbank çekmek: Gülbank okumak

GÜLBENK Fars. a. Gülbank.

GÜLDESTE Fars. a. 1) Alevilikte kutsal kabul edilen edebiyat ürünlerini derleyen yapıt, antoloji. 2) Hz. Ali’nin Hak’ka yürüyeceği sırada eline aldığı bir deste gül.

GÜNDÜZ a. Aydınlık olarak algılanan ve hakikate ulaşmayı sağlayan bilgi ışığı.

  • Gündüz şevk ile dünya işine, gece aşk ile ahiret işine: Çalışkanlığı ve emeğe saygıyı simgeleyen Alevi özdeyişi.

GÜRUH Fars. a. Cemaat.

  • Güruh-i naci: Yolda Tanrı katına ererek kurtulmuş olan topluluk.

GÜVENDE Fars. a. Zâkir.

GÜVERCİN a. 1) Günahsız insanların, ermişlerin ruhu olduğuna inanılan kutsal kuş. 2) Hızır’ın ya da ermişlerin, insanların karşısına çıkarken büründükleri don.

HABBE Ar. a. Zerre anlamındadır. Hazret-i Hasan ve Hüseyin adına göğse takılan necef taşından veya akik taşından yapılmış iki tesbih tanesinin adıdır.

HABERCİ Kırklar Cemi’nde Hz. İmam Muhammed Bâkır ve Cebrâil aleyhisselâmın görevlerine izafeten, pîrin emriyle cem âyinlerine çağrılacaklara cemi haber veren, habercilik hizmetini yürüten kişidir. Peyik.

HAC Ar. a. 1) İmam’ı ziyaret edip hizmetinde bulunma. 2) Tanrı makamı, kâbe olarak algılanan insanın kalbini kazanmak için gönül ziyareti yapma. 3) Hak’ka ermek için yapılan gönül yolculuğu; seyr-ü süluk yolculuğu. 4) Pirin, mürşidin yüzünü görme. 5) Kutsal yeri ya da yerleri ziyaret etme.

HACE Fars. a. İmam, mürşit.

HADİS Ar. a. Hz. Muhammet’in söz, davranış ve kişiliğine ilişkin olarak kendisinden ya da sahabeden aktarılan bilgi, söz.

HAK Ar. a. Yokluktaki, hiçlikteki Mutlak Tanrı’’nın, güzelliğin görülmeye olan eğilimi sonucu dönüşüme uğramasıyla beliren ve kendi ayrımında olan gizil tanrı.

  • Hak âşığı: Ozan, derviş.
  • Hak çerağı: Hakk’ın görünüşe taşınmış ışığı.
  • Hak divanı: Tanrı huzuru.
  • Hak erenler: Tarikat yolunda, yolda belli aşamalara yükselen gerçek erenler.
  • Hak kapısı: Tanrı’ya ulaşma aşaması olarak algılanan dört kapıdan her biri.
  • Hak-Muhammet-Ali: İnsantanrıcılık anlayışı üzerine yapılanan ve toplumsal diyalektiğin dışa vurumu olarak beliren üçleme.
  • Hak-Muhammet-Ali divanı: Tanrı huzuru.
  • Hak teslimi yapılmak: Rızalık alınarak dâr’a duran can aklanmak.
  • Hak vere: Yok anlamında söylenir.
  • Hak yolu: Tanrı yolu.
  • Hak’ka çağrılmak: Hak meydanı olarak algılanan cemevine çağrılmak.
  • Hak’ka göçmek: Hak’ka yürümek.
  • Hak’ka yürümek: Ölmek.
  • Hak’ka yürüyüş erkânı: Tarikat yolcusunun, yol erinin Hakk’a yürümesi durumunda, belirlenen gün ve zamanda yapılan tören.
  • Hak’kı görmek: Hakk’ın yüzüne ulaşmak.
  • Hak’kın sureti: İnsan-ı kâmil.
  • Hak’kın yüzüne ulaşmak: Bir insan, Tanrı’nın yüzü olarak algılanan kendi yüzünü bulmak, bilmek.
  • Hak’la Hak olmak: İkilikten kurtulup, birliğe ulaşmak.
  • Hak’ta Hak olmak: Hak’la Hak olmak.
  • Hak’tan halka inme (dönme): Seyranillah.

HAKİKAT Ar. a. 1) Dört Kapı öğretisine göre, insan-ı kâmil aşamaları sıralamasında son sırada yer alan ve muhiplerle özdeşleştirilen; Hakk’ı görme, tanrısal âlemin gücü içinde erime evresi; hakikat kapısı. 2) Hakk’ın tarikat yolcusundan, yol erinden özelliklerini alarak yerine kendi özelliklerini koymasıyla elde edilen şey. 3) Düşünceyle nesnenin uygunluğu; mistik sunumla nesnel sunumun uygunluğu. 4) Varlığın özü, canı, ruhu.

  • Hakikat abdesti: Bilgiyle yıkanma; kulak abdesti alma ya da verme.
  • Hakikat âlemi: Bâtın âlem.
  • Hakikat bilgisi: Bâtına, tarikata, yola ilişkin bilgi.
  • Hakikat ehli: Tarikat yolcusu, yol eri.
  • Hakikat kapısı: Hakikat.
  • Hakikat kavmi: Muhipler.
  • Hakikat sırrı: Yol bilgisi.
  • Hakikat yolu: Bâtın yolu.
  • Hakikate ermek: Gerçekleri bilincine çıkarmış olmak, bâtın âlemin ayrımında olmak.

HAKİKİ Ar. s. Tanrısal varlık alanıyla ilgili, tanrısal özelliklere ilişkin olan.

  • Hakiki aşk: Tarikat yolcusunu, yol erini olgunluğa, ölümsüzlüğe ulaştırdığına inanılan; kendini Tanrı’ya verme, Tanrı’dan başka bir varlığı sevmeme, görmeme, gönlünü O’nunla dolup taşırma durumu; gerçek aşk.

HAKKULLAH Ar. a. Dedelere, geçimlerini sağlamak için yapılan yardım.

HAL Ar. a. 1) Yol erinin kendi iradesine bağlı çabalarıyla elde edebileceği makamlardan öte bir Tanrı vergisi olarak algılanan ve kalbe, gönüle doğan feyz. 2) Bu durumla belirgin ve tarikat yolcusunu, yol erini olgunluğa, ölümsüzlüğe ulaştıran aşama. 3) Tanrı’nın nesnel alanda yansıması anlamına gelen evreni gözlemleyerek ulaşılan, derin coşku durumu.

  • Hal bilgisi: İç bilgisi.
  • Hal ehli: Kalbine, gönlüne tanrısal feyz doğan yetişmiş kimse; yol eri.
  • Hal gelmek: Kalbe, gönle tanrısal feyz gelmek.
  • Hal ile eğitim: Kitaplardan değil canlıdan, mürşitten eğitim alma.
  • Hâl kardeşi (müsahip): Alevî-Bektaşîler için kendileri gibi Alevî-Bektaşî olanlar söyledikleri bir deyim. Alevîlik-Bektaşîlikte esas itibariyle, iki Alevî-Bektaşî ailenin (karı ve kocanın) dünyada ve ahirette kardeş olmalarıdır. Amacı, “sen”, “ben” kavramlarını silip “biz” ilkesini hayata geçirip sosyal ve toplumsal dayanışmayı sağlamak olan hâl veya yol kardeşliğinin temeli, Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin “müsahip”liğine dayanır. Bk. Müsahip, yol kardeşi.
  • Hal öğrenmek: Kâmil insandan eğitim almak.

HALİFE Ar. a. 1) Hz. Muhammet’in Hak’ka yürümesinden sonra O’nun vekili olarak Müslümanların imamlığını yapan kimse. 2) Kendini tarikat yoluna vermiş, derece sıralamasında babadan sonra gelen ve mürşidin, pirin yerine geçme yetkisi olan Alevi-Bektaşi.

HALİFEBABA Babalığın üst kademesidir. Babalığa kadar olan görevlendirme için yapılan erkanlar her yerde yapılabilir. Ancak Halifebabalık erkanı yalnız Hacı Bektaş Veli dergahında yapılabilir. Üstün ahlaklı, özverili ve ilmi yönden olgunlaşmış tarikatı özümsemiş, yetenekli kimseler bu makama gelebilirler. Bu makama gelecek olanlarda manevi özellikler aranır. Zira bu makam (Hak-el yakin) makamı sayılır. “İlmen yakin” ve “aynel yakin” aşamalarını tamamlamış kimseler ancak bu makama gelebilirler.

Başta Hazreti Pir’in postunda vekaleten oturan zat olmak üzere, dergahta bulunan Türbedar ve diğer Halifebabaların katılması ile bir kurul oluşturulur. Kurulda aday her konuda imtihana tabi tutulur. Kendisine şeriat, tarikat ve tasavvuf hakkında gerekli olan tüm sorular sorulur. İmtihanı başarı ile veren aday, Halifebabalık erkanı ile giydirilir. Ve yine merasimle Halifebabalık icazetnamesi (diploması) verilir.

Halife Baba Hakkel yakin mertebesindedir. İbadet amelidir.

HALİFELİK a. 1) Tarikat yolunda halife olmanın gereklerini yerine getirme durumu; halifenin görevi. 2) Derece sıralamasında babalıktan sonra gelen ve halifelerce temsil edilen aşama.

HALKA Alevî-Bektaşî toplantıları veya cem âyinlerinde canların “halka” veya ocak bulunan evlerde ise “hilâl” biçiminde, yüz yüze (cemâl cemâle) oturma biçimi.

HALVET Ar. a. Yol erinin, mürşidin onayıyla tek başına çileevine çekilerek Tanrı’yla baş başa olduğunun bilincine varması; içe kapanıp derin düşünceye dalarak Tanrı’yla manen konuşması.

  • Halvete çekilmek, halvete varmak: Çileye oturmak.

HALVETHANE Ar. +Fars. a. Çileevi.

HAM Ar. s. Yola yeni girmiş ve henüz olgunlaşmamış, pişmemiş olan.

  • Ham ervah: Ruhsal açıdan henüz olgunlaşmamış, pişmemiş yol eri; zahit.

HAMAL Ar. a. Tanrı’yı gönlünde taşıyan ve O’nunla konuşan yol eri.

HAMSE Ar. a. Beş.

  • Hamse-i Âl-i Âbâ divanı: Aleviliğe kabul töreninde, karı-koca, iki talip ve rehberden oluşan   beşlinin, dedenin huzurunda yaptıkları niyaz etme duruşuna verilen ad.

HANEDAN Fars. a. Aynı soydan gelen ulu kişiler zinciri.

  • Hanedan-ı Ehlibeyt: Ehlibeyt soyundan gelen ulu kişiler.

HAS Ar. s. Gönül bilgisi yoluyla gerçeğe ulaşan, içi aydınlanmış olan.

  • Hasu’l-havas: Gönül bilgisi yoluyla gerçeğe ulaşan, içi aydınlanmış kimseler.

HAVA Ar. a. Işık ya da Sudur öğretisine göre, önsüz-sonsuz olarak algılanan ve varlık türlerinin oluşumuna katılan dört öğeden biri.

HAYDAR Ar. a. Cesur, yürekli anlamında Hz. Ali’nin lakabı.

  • Haydar-ı Kerrar: Tekrar tekrar saldıran anlamında Hz. Ali nitelemesi.

HAYIRLI a. Mürşit/dede tarafından kimi hizmet aşamalarında okunan gülbank.

HAZRET Ar. a. 1) Hakk’ın huzuru. 2) Aşama, makam, mertebe. 3) Yol ulularının adları önüne Farsça tamlama kuralınca getirilen san.

HELALLEŞME a. 1) Cem törenine katılacak olan canların, aralarında var olan küskünlük, kırgınlık, dargınlık ve alacaklı hakkı durumunun ortadan kaldırılması. 2) Hakk’a yürüyen canın dâr ceminde, bu candan incinmiş olanların bu durumunun ortadan kaldırılması.

HEMHAL Fars. +Ar. s. Aynı ya da benzer durumda olan.

  • Hemhal olmak: Biriyle aynı durumda olmak; onun sıkıntılarını, dertlerini paylaşmak.

HEYBET Ar. a. Tanrı’nın celal sıfatı ile kendi yüceliğini, ululuğunu, enginliğini gösterecek ve buna dayalı bir korku yaratacak biçimde insanın gönlünde tecelli etmesi, görünmesi.

HEYULA Ar. a. Zihinde düşünülen asıl biçim; kendisinde suretlerin göründüğü şey, bâtın.

HIRKA Ar. a. Pir emaneti olarak algılanan ve tarikata girenlere ya da tarikat yolunda belli aşamalara varanlara özel törenle giydirilen, önü açık, düğmesiz, yakasız, kollu, geniş ve topuklara kadar uzanan bir giysi.

  • Hırka-i Fahr: Mürşid tarafından giydirilen hırka, Hırka-i Ali

HİCRET Ar. a. Yol erinin nefsinden sıyrılarak gönüle, gönülden sırra, sırdan ruha, ruhtan Hakk’a, Hak’tan halka göç etmesi.

HİDAYET Ar. a. Hak yoluna girme, yolu benimseme.

  • Hidayet kapısı: Doğruluk yolu olarak algılanan tarikat, yol.
  • Hidayete ermek: Doğru yolu bulmak; yolu benimsemek.

HİKMET Ar. a. Hakk’a uygun düşen söz.

HİMMET Ar. a. 1) Olgunlaşmak için gönlün Hakk’a yönelmesi. 2) Ermişlerin, varlık ve olayların doğal düzenini ve işleyişini etkileme, dilediklerini yerine getirme gücü.

  • Himmet etmek: Yardım etmek; emek vermek.

HİZMET Ar. a. Müridin, nefsini arındırmak ve Tanrı yolunda ilerlemek için bir mürşidin yönetiminde belirli görevleri yerine getirmesi, Yol adap ve erkânına ilişkin eğitim alması.

  • Hizmet gülbangı: Hizmet verilirken ya da hizmet tamamlandıktan sonra mürşit tarafından     verilen hayırlı.
  • Hizmet erkânı: Hizmet görme erkânı.
  • Hizmet erleri: Cemdeki on iki hizmetin sahipleri.
  • Hizmet görme erkânı: Bir hizmetin yerine getirilmesi sırasında yapılan tören.
  • Hizmet görmek: Bir hizmeti yerine getirmek.
  • Hizmet sahibi: Cemdeki on iki hizmetin her birinin sorumlusu.
  • Hizmetleri mühürlemek: Hizmetleri yerine getirmiş olmak.

HORASAN ÇERAĞI Diğer kandillerden önce, ocak makamının üzerinde ilk defa yakılan çerağın adıdır.

 Ar. a. Tanrı anlamında zikir sözcüğü.

  • Hû çekmek (demek): Tanrı’nın adını anmak.

HULUL Ar. a. Tanrı’nın insan biçiminde görünüş alanına çıkması; Tanrı’nın maddesel ve bedensel kuluyla birleşmesi, birleşerek cisimleşmesi.

  • Hulul etmek: Tanrı, bir kulunda cisimleşmek
  • Hulul-ül mutlak: Vahdet-i vücut.

HÜDA Fars. a. Tanrı.

HÜMA Fars. a. Anka.

HÜNKÂR Fars. a. Kutsal evliya, veli anlamında Hace Bektaş Veli’ye verilen unvan.

HÜSEYİN

  • Hüseyin ağıtı: Kerbelâ’yı konu edinen Alevi müziği.

HÜSEYNİ Ar. s. ve a. İmam Hüseyin’in yolunu benimsemiş olan (kimse, topluluk).

  • Hüseyni taç: Kubbesi on iki dilimli, alt bölümü dört parçalı derviş başlığı.

IHTIRMA a. Çar darp işlemi için bir müridi mürşit önünde çöktürme; uygun oturuşa geçirme.

IS a. Bir şeyi elinde bulunduran kimse; sahip.

IŞIK Ar. a. Derviş.

IŞIK a. 1) Tanrısal özün görünüşe taşınmış biçimi. 2) Akl-ı külün eksiksiz ve kusursuz olarak tanımlanan somut görünümü.

İBÂDET Ar. a. Niyâz.

  • İbâdet etmek: Niyaz etmek.
  • İbâdet meydanı: Meydan.

İBRET Ar. a. Her şeyde Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu anlama.

  • İbret almak: Her şeyde Tanrı’nın bir hikmeti olduğunu anlamak.

İBRİKTAR Ar.-Fars. a. Hz. Ali soyundan Selman adına kurulan ve cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan temizlik için ibrikle su dökme işini yürüten görevli.

İCAZET Ar. a. 1) İzin. 2) Dedelik, babalık ya da rehberlik yapacak olanlara mürşit tarafından verilen belge.

  • İcazet almak: 1) Bir yere gitmek, bir işi yapmak ya da bir görevi yerine getirmek için tekke, dergâh yetkilisinden izin almak. 2) Bir hizmete giren ya da bir hizmet aşamasını tamamlayan tarikat yolcusu, yol eri, özel bir tören ve giyim-kuşamla ilgili hizmet için yetki almak. 3) Dedelik, babalık ya da rehberlik yapacak olan derviş, mürşitten belge almak.
  • İcazet tercümanı: Bir yerden ayrılırken okunan tercüman.
  • İcazet vermek: 1) Tekke, dergâh yetkilisi, bir yere gitmek, bir işi yapmak ya da bir görevi yerine getirmek için birine izin vermek. 2) Bir hizmet aşamasını tamamlayan ya da bir hizmete giren tarikat yolcusuna, yol erine, özel tören ve giyim-kuşamla ilgili hizmet için yetki vermek.    3) Mürşit, dedelik, babalık ya da rehberlik yapacak olan dervişe belge vermek.

İCAZETNAME Ar.+Fars. a. Mürşit tarafından dedelik, babalık ya da rehberlik yapacak olanlara verilen izin belgesi.

İÇ a. Bâtın.

  • İç kurbanı: Görgü cemine ya da görgü ceminde tığlanan kurbana verilen ad.
  • İçe kapanmak: İnzivaya çekilmek.

İÇ GÖMLEK Alevî-Bektaşî olmayıp da, Alevîlik-Bektaşîliğe ve bu yolun mensuplarına, iç gömleğin vücuda yakınlığından kinaye olarak, muhabbet duyan kimseler için kullanılan bir tâbirdir.

İÇERİ s. Bâtınla ilgili olan.

  • İçeri kurbanı: Görgü cemine ya da bu cemde tığlanan kurbana verilen ad.
  • İçeri semahı: Yaşlılar tarafından bir ibadet havası içinde dönülen; olgunluğu, pişmişliği simgeleyen bir semah.

İHRAMA YATMAK  1. Müsahip erkânında yapılan bir hizmet. Şöyle yapılır: Müsahip canların rehberi (kılavuz), yaşça büyük olan erkeği, başı kıbleye dik gelecek şekilde, sağ yanı üstüne ve sağ kolu arkada kalmak üzere (sol elinin ayasını yüzünün altına yastık yaparak) yatırır. Bacısı, önündeki müsahibinin başına (tâcına), belindeki kemerbestine ve ayağına niyaz ettikten sonra aynı şekilde sağ yanı üstüne yatar ve sol elini müsahibinin omuzu üstüne koyar. Yaşça küçük olan erkek de eşinin başına ve kemerbestine niyaz ederek aynı şekilde eşinin arkasına yatar, sol kolunu eşinin omuzu üstüne atar. Diğer bacı da erkek müsahibinin başına, kemerbestine ve ayağına niyaz ettikten sonra arkasına aynı şekilde yatar. Rehber, dört canın üstünü “ihram” (kefen) beziyle örter. Rehber, kensisi de müsahiplerin ayak ucu tarafında (seccade dışında) dâra durur (Çağlayan, 2002: 39-40). 2. Dövme yün veya tiftikten yapılan külâh, takke. Bektaşîlerde ilk muhiplik aşamasında bir müddet arakiye giyilir, daha sonraki aşamada (dervişliğe geçişte) “dede” veya “dedebaba” tarafından tekbir edilen taç giyilir (Gülçiçek, 2004-III: 1190).

İKİ KEZ DOĞMA Bu deyimle, hem anadan (biyolojik) doğma, hem de bir mürşide, pire bağlanma anlatılıyor. Hz. İsa ‘Bir insan iki kez doğmadıkça Tanrı’nın krallığına yükselemez’ der. Virani Baba da risalesinde ‘Bir insan iki kez doğmalıdır. Anasından ve mürşidinden doğmalıdır’ der. Aslında anadan doğan yalnız bedendir. O da gerek olan bir şeyin kopyasıdır. Gerçeklik dünyasına ise, mürşidin (pirin) etkisiyle doğulur. Anadan doğan ‘zulmat nuru’dur. Dinsel önderden (pirden) doğan ise ‘nur-u hidayet’tir. Bunu bazı Alevi-Bektaşi ozanları şöyle belirtirler:

Her kim erdi pire ol nurdur (Virani), Mürşide ermiyen Hakk’ı bilemez (Sırrı), Mürşidin var ise olursun insan/Mürşidin yok ise kalırsın hayvan (Teslim Abdal), Mürşidin nefesi Hak nefesidir (Hatayi), Mürşidine eyle özünü teslim (Hatayi), Canını Mürşidine eyle gör teslim (Bosnavi).

Ballı Baba bir nefesinde bu öğretinin gereğini ve inceliğini, şeriata ters düşen, son derece uyumsuz görülen bazı inançların kavranmasını ancak bunları ve yolu çok iyi bilen pirin, mürşidin sağlayabileceğini şöyle vurgulayıp dile getiriyor:

Bir bina yap dört duvarın üstüne
Bir selam ver dört kapının dostuna
Üç sünnetin yedi farzın aslı ne
Gizli gizli bu sırlara ermeli

Mürşidini bul da müşkülün ara
Gene mürşidinden bulasın çare
Kavuşturur mürşid seni ol şara
Yavaş yavaş mürşidine varmalı

Mürşid, üç sıfat içinde tanımlanır: O mürebbidir, terbiye eder, o öğretmendir, her şeyi bilir ve sırası geldikçe tek tek ve açık olarak öğretir; eğitici, halife (pirin halefi) ve temsilcisidir, uygulamayı yapar ve yaptırır. Ustadır, dinsel yaşam sanatındaki izlenecek örnektir. Mürşidin işlevi değişiktir. Burada batı öğretilerindeki ve uygulamalarındaki anlamdan ayrı bir içerik ve anlam kazanmıştır. Onun aracılığıyla hakikat yaşanan bir olay haline gelir.

İKRAR Ar. a. Tarikata, yola girmek için verilen söz.

  • krar alma töreni: İkrar cemi.
  • İkrar almak: Mürşit ya da dede, tarikata, yola giren canın verdiği sözü, yaptığı açıklamayı dinlemek.
  • İkrar ayini: İkrar cemi
  • İkrar-bend: Alevi olmamasına karşın, Hz. Ali ve On İki İmam sevgisini içinde duyan, söz vererek, içini dökerek Hace Bektaş Veli yoluna bağlanan kimse.
  • İkrar-bend olmak: Alevi olmamasına karşın, söz vererek, içini dökerek tarikat yoluna bağlanmak.
  • İkrar bozmak: İkrardan dönmek
  • İkrar cemi: Yola girmek için düzenlenen büyük tören; yola giriş töreni. (ANSİKL.)
  • İkrar etmek: Söz vererek, içini dökerek tarikat yoluna girmek.
  • İkrar kırmak: İkrardan dönmek
  • İkrar kurbanı: İkrar cemi
  • İkrar tazelemek: Görgüden geçerek ruhsal açıdan temizlenmiş olmak
  • İkrar töreni: İkrar cemi
  • İkrar verme erkânı: İkrar cemi.
  • İkrar vermek: Tarikata, yola girmek için söz vermek; tarikata, yola girdikten sonra yolun bütün kurallarına uyacağını üstlenmek.
  • İkrara bağlamak: İkrar almak
  • İkrara çağırmak: İkrarı alınacak canı, ikrar cemine davet etmek.
  • İkrardan dönmek: Tarikata, yola girerken verdiği sözden vazgeçmek; ikrarını inkâr etmek; ikrarından dönerek en büyük suçu işlemek.
  • İkrarı alınmak: İkrar ettirilerek yola kabul edilmek.
  • İkrarı kırmak: İkrardan dönmek.

İLAHİ Ar. s. 1) Tanrı’yla ilgili, Tanrı’ya özgü olan, tanrısal. 2) ünl. Tanrım anlamında hitap sözü olarak kullanılır.

  • İlahi aşk: İnsanı, varoluş çevriminde; yabancılaşmadan uzaklaştırarak tanrısal olana yaklaştıran zorunlu eğilim; tanrısal aşk, cana aşk.
  • İlahi gerçek: Görülenlerin ötesinde, görülenleri kuran öğelerle kurulmuş olan ve görünmeyen bâtın gerçek; tanrısal gerçek.
  • İlahi hakikat: Tanrı.
  • İlahi ışık: Tanrısal özün, kendi kabından dışarı fışkırması, görünüşe taşınması biçiminde algılanan, Tanrı’yı temsil ettiğine inanılan ışık.
  • İlahi tecelli: Kulun gönlünde, kalbinde tanrısal sırların belirmesi.
  • İlahi vahdet: Tanrısal birlik.

İLİM Ar. a. Tarikat yolcusunun, yol erinin, gönül yoluyla önce kendini, sonra kendi özünde Tanrı’yı bulması.

  • İlim şehri: Tanrısal sırlar âlemi.
  • İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır: Aklın önde ve belirleyici, inancın arkada ve     kutsayıcı işlevini belirten; Anadolu Aleviliğinin bir aydınlanma yolu olduğunu öne çıkaran Hace Bektaş Veli’nin ünlü özdeyişi.
  • İlm el yakin: İlm-i yakin.
  • İlm-i bâtın: Sezgiye dayalı bilim.

İMAM Ar. (imam) a. 1) Hz. Muhammet’ ten sonra onun vekilliğini üstlenen halifelere verilen ad. 2) Hz. Ali ile soyundan gelen on bir kişiden her birine verilen san.

  • İmam Cafer Buyruğu: İmam Cafer Sadık[699-765] tarafından yazıldığı kabul edilen, dini-      felsefi yapıt.
  • İmam Hüseyin aşı: Aşure
  • İmam-ı Zaman: Belli bir sürenin değil, bütün zamanların imamı anlamında 12.İmam Muhammet Mehdi [870-878].

İMAMET Ar. a. İmamlık.

İMAMEYN Ar. a. Ermişlerin oluşturduğu rical ül-gayb sıralamasında, üstten ikinci basamakta bulunan iki imam.

İMAN Ar. a. Gönül yoluyla ulaşılan Hakk’a ilişkin anlam, sezgi, bilgi.

  • İman etme: Dört Kapı Kırk Makam öğretisinde, “Mürşit önünde, yolun bütün kurallarına uyacağına söz verme; bu inancını ikrara bağlama” anlamına gelen şeriat kapısının birinci makamı.
  • İman-ı şahadet: Allah-Muhammet-Ali birliğine inanıp bunu dille açıklama, gönülle hissetme.

İNABE, İNABELİ Pişman olma, dönme, görünür günahlardan öte, iç kusurlardan arınıp Tanrı’ya yönelme, halktan Hak’ka sığınma. Bir mürşidin müridi olma, manevi bir hizmette bulunmak için bir mürşitten izin isteme, mürşit tarikata girmek isteyene inabe verir, talip böylece derviş olur.

İNSAN Ar. a. Tanrı donunda görünüşe taşınmış olarak algılanan, Tanrı’nın diliyle konuşan, Tanrı’nın ve büyük âlemin kanıtı durumunda bulunan İnsan Tanrı.

  • *İnsan-ı kâmil: Derece derece yükselerek Hak’ka ulaşan eksiksiz insan; olgun insan; yetkin insan. 2) Bu insanla temsil edilen en olgun insanlık aşaması.

Bektaşilikte, dört tür insan vardır. Her birinin kökeni dört öğeden birine dayanır, yine her biri bir kapıyla temsil edilir. Her insan kamil olmak için 4 aşamadan geçmek zorundadır.

  1. Abitler: Şeriatı temsil eder. Kökeni havadadır. Gelişmemiş, olgunlaşmamış, kötülükten arınmamışlardır. Din kuralları ve yasalarla ancak eğitilebilirler.
  2.  Zahitler: Tarikatı temsil ederler. Kökenleri ateştir(od’dur). Kötülüklerden arıma evresidir. Bu aşamada insan herkese iyilik etmeye çalışır.
  3.  Arifler: Marifeti temsil eder. Kökenleri su’dur. Bu evre gönül yolunda en yüce düzeye ulaşma aşamasıdır. Tanrısal sırlara, insan burada erişir.
  4.  Muhibler: Hakikati temsil eder, Kökenleri toprak’tır. Hakk’ı görme, zaman-zaman içinde Tanrısal güce ulaşıp onda erime evresidir.

Hacı Bektaşi Veli “Makalat”ında insanları bu şekilde sınıflandırır. Muhittin Arabi “Fusus ül Hikem” adlı yapıtında “Tanrı kendi sıfatlarının görünmesini dilediği için, kendisinin görünebileceği, sırrını gizleyebileceği mikrokozmik bir varlık olan insanı kamili yarattı” der. Nasıl tohum kendisinde ağacı barındırıyorsa, insanda en azından kendi içinde makrokozmik olanı taşır. İnsan-ı kamil bir ve çoğu birleştirir. Evren sürekli varoluşu içinde ona bağımlıdır.

Evliyalar bir kişi ile konuşurken aniden dünya giysilerini değiştirerek aynı durumda olan dostunu egemenliği altına alarak ona gök kümeleri arasında bir yolculuk yaptırmak suretiyle, Tanrı’nın huzuruna götürebilirler. İnsanın böyle nitelikleri kazanabilmesi, tam olgunluğa erişebilmesi, insanı kamil’lik noktasına varabilmesi için öngörülen bütün aşamaları birer birer geçmesi gerekir. Normal insan ancak bu dört kapı, kırk makamı, dört unsuru geçerek, ruhunu ve benliğini ergin ve yetkin duruma getirir, kamil insan olarak ilahi sırra ulaşır. Kamil insan, maddi dünyanın görünen ya da görünmeyen bütün giysilerinden kurtulmuş, tamamen tanrısal sırlarla, güzelliklerle donanmış, dop- dolu olmuş insan demektir. Gaybi Baba; bunu şöyle dile getirir:

Bir ağaçtır bu alem
Meyvası olmuş adem
Meyvadır maksut olan
Sanma ki ağaç ola

Tasavvuf öğretisinde bunlara değişik aşamalarda değişik adlar verilir. Sayıları 300 veya 366’dır. Üçler, yediler, kırklar, dörtler, budela, kutup gibi Tanrı ile insan ve onun dünyası arasındaki iletişim ve ilişkiyi bu evliyalar sağlar. İnsan-ı kamilin Tanrı’ya dönüşüm düşüncesi Hz. Peygamberin “Herşey aslında dönecektir.” hadisiyle doğrulanır. İnsanı kamil, bu dünyada insanoğlunun varabileceği en son aşamadır. Böylece tinsel meleksi varlıkların giysilerine bürünerek dünya giysilerinden kurtulacak ancak 300 inanan vardır. Bunlardan biri kutup olarak bilinir. Bunlar arasında da kendi içlerinde tinsel hiyerarşi mevcuttur. Kutup göçtüğünde otorite sırasında bulunan üç kişiden biri seçilir. Üçlü sonraki yediliden tamamlanır.

İRADET Ar. a. Verilen bir sözü, içten gelen bir istekle yerine getirme; sözünde durma, sözünün eri olma.

  • İradet getirmek: Verdiği sözü, içten gelen bir istekle yerine getirmek; sözünde durmak, sözünün eri olmak.

İRFAN Ar. a. 1) Evrenin sırlarını bilme, kavrama gücü. 2) Uyarıcıdan (mürşit) alınan bilgi. 3) Gönül yoluyla edinilen bilgi.

İRŞAT Ar. a. 1) Mürşidin, tarikata, yola girecek istekliye gerekli bilgileri vererek onu aydınlatması, ona gidilecek yolu, uygulanacak yöntemi, sürdürülecek görevleri öğretmesi. 2) Mürşidin tarikat yolcusuna, yol erine, Tanrı yolunda önderlik etmesi.

  • İrşat etmek: 1) Mürşit, tarikata, yola girecek bir istekliyi uyarmak, eğitmek. 2) Mürşit, Tanrı   yolunda bir tarikat yolcusuna, yol erine önderlik etmek.
  • İrşat makamı: 1) Horasan postu) 2) Horasan çerağı.

İSRAFİL Ar. a. Tarikat yolundaki, yoldaki gelişimin hakikat aşaması olarak algılanan âlem-i nasutu temsil ettiğine inanılan melek.

İSTEKLİ a. Talip.

İZNİKÇİ a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan cemevinin temizliği işini yürüten görevli.

KAB

  • Kabe kavseyn (iki mızrak uzunluğunda) : Hakk’a ulaşmayı engelleyen bir ölçü olarak        algılanan Tanrı’yla insan arasındaki uzaklık.

KÂBE Ar. a. İnsanın gönlü; gönül.

KADINCIK ANA Kırklar Cemi’nde Hz. Fâtıma’nın “sırsuyu hizmeti”ne izafeten, cem âyininde “sır suyu hizmeti”ni yürüten bacıdır. Bk. sırsucu.

KAHVECİ Kırklar Cemi’nde Hz. Veysel Karanî’nin görevine izafeten, cem âyininde çay ve kahve ikramı hizmetini yürüten kişidir.

KALIP Ar. (kaleb ya da kalib, dış görünüş, biçim) a. Vücut, beden, gövde.

  • Kalıbı değiştirmek (dinlendirmek) : Hak’ka yürümek.

KAL-U BEL  1) Mecazi olarak “dünya kuruldu kurulalı” ya da “çok eskilerden bu yana, ezelden beri” anlamına gelen Arapça bir sözdür. 2) Gerçek anlamı ise “Evet dediler” demektir. Allah ruhları yarattıktan sonra onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Elestü birabbiküm)” diye hitap etti. Tüm ruhlar hep birlikte “Evet (sen bizim Rabbimizsin) dediler (kalu bela)“.

KAMBER Kırklar Cemi’nde Hz. Kamber’in “sofracılık” hizmetine izafeten, cem âyininde “sofra hizmeti”ni yürüten kişidir. Sofracı.

KÂMİL Ar. s. Olgunluk aşamasına ulaşmış olan, üstün bir aşamada bulunan, olgun.

  • Kâmil insan: İnsan-ı kâmil
  • Kâmil insan öğretisi: Dört Kapı Kırk Makam
  • Kâmil toplum: Anadolu Alevilerinin, felsefelerine, öğretilerine ve yaşama biçimlerine uygun olarak toplumu kurtuluşa taşımak için tasarımladıkları; devletin, sınıfların, özel mülkiyetin ve paranın olmamasıyla belirgin, herkesin yeteneğine göre üretime katkıda bulunduğu, gereksinimine göre toplumsal üretimden pay aldığı kusursuz toplum; Alevi ütopyası.

KAP a. (Çukur nesne) Yol erinin bilgi dağarcığı.

  • Kabına göre almak: Bilgi donanımına koşut algılama, anlama içinde bulunmak.
  • Kabını genişletmek: Kesintisiz bir akıl yürütme eylemine girerek bilgi dağarcığını sürekli artırmak.

KAPI a. 1) Gönül kıblesi olarak algılanan meydanın girişi. 2) Bir makam olarak algılanan belli yükselme aşaması. 3) Sazda, seslerin çıkmasını sağlayan ve inançta, teknedeki bilimin bozulmasını, yitip gitmesini önleyen göğüs.

  • Kapı eşiği: Eşik
  • Kapıyı Sırlama: Cem evinin kapısını kapatma.

KARA KAZAN Kırklar Cemi’nde Hz. İmam Aliyü’n-Nâkî’nin görevine izafeten, cem âyininde bu hizmeti yürüten, lokmanın pişirilip pay edilmesinden sorumlu olan kişidir.

KATAR Ar. a. Arka arkaya dizilerek dizi oluşturma.

  • Katar olmak: Arka arkaya dizilerek dizi oluşturmak.

KAYLULE Ar. a. 1) Vahdet-i vücut anlayışına göre, Tanrı’nın evrende, evrensel varlıklar biçiminde belirişi. 2) Uyuyormuş görüntüsü altında, gönlün tanrısal gizlere açılması yoluyla varlıkta başkalığın ve çokluğun ortadan kalkması durumu.

KEFEN Ar. a. Aleviliğe kabul töreninde, ikinci doğuşu, yeniden doğuşu simgelemek üzere taliplere giydirilen beyaz bezden sade giysi.

  • Kefen giymek: Aleviliğe kabul töreninde bir talip, ikinci doğuşu, yeniden doğuşu simgelemek üzere beyaz bezden sade giysiye bürünmek.

KEMAL Ar. a. 1) Nefsin isteklerinden, dünya nimetlerinden sıyrılma, arınma durumu. 2) Tarikat yolunda, yolda aşama aşama yücelme hali.

  • Kemal aşaması: Hakikat bilgisine ulaşma makamı.
  • Kemal hali: Yolda, kemal aşamasına ulaşmış kimsenin durumu.
  • Kemal sahibi: Kemal aşamasına ulaşmış yol eri.
  • Kemale ermek: 1) Nefsin isteklerinden, dünya nimetlerinden sıyrılmak, arınmak. 2) Tarikat yolunda, yolda aşama aşama yücelmek. 3) Kemal aşamasına ulaşmak.

KERAMET Ar. a. 1) Peygamberlik savıyla bir ilgisi olmaksızın velilerde ve ermişlerde görüldüğüne inanılan olağanüstü durum. 2) Bu durumda olan velilerin, ermişlerin gerçekleştirdiklerine inanılan olağanüstü eylem.

KERBELA       

  • Kerbelâ ayini: Kerbelâ cemi.
  • Kerbelâ cemi: Muharrem ayının onikinci günü akşamı Kerbelâ şehitleri anısına tutulan cem     için kullanılır.
  • Kerbelâ meydanı: Alevi meydanı sıralamasında yer alan, Kerbelâ olayını anma töreni.
  • Kerbelâ olayı: Hz. Muhammet’in kızı Fatma’yla Halife Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve yandaşlarının; Emevi halifesi Yezit (1) ‘in askerleri tarafından Kerbelâ’da öldürülmeleri [680].
  • Kerbelâ orucu: Matem orucu.

KESRET Ar. a. Gerçek varlıklar alanı olarak algılanan bu dünyada; şeylerin, Tanrı’nın dışında ve O’ndan ayrı olarak bilinen, görünen çokluk yönü.

KEŞİF Ar. a. Tarikat yolunda, yolda; gizli, örtük ve perdelenmiş durumda bulunan tanrısal gerçeği açığa çıkarma.

KEVSER Ar. a. 1) Cennette bulunduğuna inanılan ırmak ya da havuz. 2) Bu ırmak ya da havuzun suyunu simgeleyen ve ayin-i cemde içilen şerbet. 3) Tarikat yolunda, yolda, tanrısal vergi ile kazanılan hakikat bilgisi.

KIBLE Ar. a. İnsanın yöneldiği, tanrısal gerçeklere ulaştığı, Tanrının Evi anlamında gönül.

KILAVUZ Yol gösterici, yardımcı anlamına gelen kılavuz, Alevîlik-Bektaşîlikte, ikrar verip “yol” giren kişiye, “yol”a daha önce girdiği için, yol ve erkânı öğreterek yardımcı olan kişidir. rehber

KIRK a. Kırklar’ı, kırk makamı simgeleyen sayı.

  • Kırk abdal: Kırklar.
  • Kırk makam: Dört Kapı öğretisine göre, kâmil insan olma sürecinde, yol erinin geçmek zorunda olduğu manevi aşamalar olarak algılanan dört kapıya bağlı kırk alt aşama.   

KIRKLAR a. Gayb erenleri ululuk/ermişlik sıralamasında yer alan, kim oldukları tam olarak bilinmeyen, ancak varlıklarına ve kutsallıklarına inanılan kırk kişilik evliya, ermiş topluluğu.

  • Kırklar bezmi: Kırklar cemi.
  • Kırklar cemi: 1) Tanrı’nın, varlık âlemi içinde tecellisinde tek bir vücut olarak algılanan Kırklar’ın, Hz. Ali’ nin başkanlığında yaptığı toplantı. 2) Bu toplantının devamı durumundaki cem.
  • Kırklar dansı: 1) Kırklar’ın kırklar ceminde, bir üzüm tanesi suyuyla kendilerinden geçerek yaptıkları dans. 2) Bu dansın devamı durumundaki semah.
  • Kırklar makamı: Kırklar’ın, gayb erenleri ululuk/ermişlik sıralamasında bulundukları aşama.
  • Kırklar meclisi: Kırklar cemi.
  • Kırklar meydanı: 1) Kırklar’ın, kırklar cemini yaptığı yer. 2) Bu yeri temsil ettiğine inanılan meydan.
  • Kırklar semahı: Kaynağını kırklar dansından alan ve cem töreninin zorunlu semahlar sıralamasında ilk sırada bulunan bir semah.
  • Kırklar şerbeti: 1) Kırklar ceminde içilen üzüm suyu. 2) Bunun bir devamı olarak algılanan ve cemde içilen şerbet, içki.

KIYAMET Ar. a. 1) Öldükten sonra geçici olarak yüce ya da bayağı bir yaşam sürmek üzere dirilme (kıyamet-i sugra) 2) Hak’ka yürüdükten sonra tanrısal âlemde kalbin, gönlün sonsuz olarak diri kalması biçiminde yeni bir yaşama kavuşma (kıyamet-i vusta) . 3) Fenafillah aşamasına erdikten sonra bekâ billah makamında gerçek bir yaşama başlama (kıyamet-i kübra) .

KIZIL DELİ Şarap*.

*16. yüzyıl Alevî-Bektaşî ulularından olup “Kızıl Deli” olarak da tanınan Seyyit Ali Sultan’ın (bk. Öztelli, 1971: 429) lâkabı, ad aktarması yoluyla “şarap” anlamı kazanmıştır.

KOLDAN KOPAN Bk. Düşkün.

KOLDAN KOPMAK Evliya nazarında değer yitirme, “kapı/bâb”dan düşme demek olan bu deyim; dine, inanca, yola, kula karşı yapılan hatalı ve gelenek göreneklere aykırı davranışlardan dolayı bir canın pîr ve toplum tarafından cezlandırılarak toplumdan soyutlanmasını ifade eder (tecrit).

KULAK a. Başta bulunan yedi delik sıralamasında yer alan ve içeriden dışarıya açılan iki delikten her biri.

  • Kulak abdesti: Yolda edindiği bilgiyi bir başkasına aktararak onu bilgiyle yıkama ya da donanımlı birinden bilgi alarak bilgiyle yıkanma.
  • Kulak abdesti almak: Daha donanımlı olandan aldığı bilgiyle yıkanmak
  • Kulak abdesti vermek: Bilgisini bir başkasına aktararak onu bilgiyle yıkamak
  • Kulaktan beslenmek: Muhabbetle, sohbetle, konuşarak, dinleyerek bilgilenmek
  • Kulaktan kulağa terbiye: Kişiden kişiye; babadan oğula; mürşitten talibe bilgi aktarma; bu yolla eğitme/eğitilme.

KURAN Ar. a. Hz. Muhammet’in gönlüne yansıyan, gönlünde tecelli eden bilgilerin onun sezgisel aklı tarafından yorumlanması, yorumlanıp açıklanması.

  • Kuran okumak: Kâmil insanın konuşmasını dinlemek.

*Kuran-ı natık (konuşan Kuran, konuşan kitap) : 1) Genelde insan ya da kâmil insan 2) Özelde insan-ı kâmil olan Hz. Ali.

  •  Kuran-ı samit (sessiz Kuran, sessiz kitap) : 1) Genelde her türden yazılı kitap 2) Özelde yazılı Kuran.

KURBAN Ar. a. 1) Tarikat, yol erkânında gösterilen durumlarda, Hakk’a yürümeden Hakk’a kavuşmanın anısına, lokma edilip yenmek için tığlanan belli özelliklere sahip hayvan. 2) Hak yoluna kendi canından geçen, başını yola adayan tarikat yolcusu, yol ehli. 3) Tarikat yolunda, yolda bir engel olarak beliren ve feda edilmesi gereken, tığlanan hayvanla simgelenen nefis. 4) Tarikat erkânından olan ayin, tören, toplantı.

  • Kurban edilme: İkrar verdirilme.
  • Kurban lokması: Cemde tığlanıp pişirilen hayvanın eti.
  • Kurban olmak: Nasip almak, ikrar vermek, el almak.
  • Kurban tekbirlemek: Tığlanacak olan hayvanı kutsamak.
  • Kurban tığlama erkânı: Kurban tığlanması sırasında güdülen yol, yöntem.
  • Kurban tığlamak: Tarikat, yol erkânı uyarınca kurban kesmek.

KURBANCI a. Sofracı.

  • Kurbancı postu: Meydandaki on iki post sıralamasında yer alan Hz. İbrahim makamı.

KUTUP Ar. a.1) Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olduğuna, Tanrı adına tasarrufta bulunduğuna inanılan ve âlemin ruhu olarak algılanan en büyük veli. 2) Değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir anlamına geliyor. Tanrı’nın yeryüzünde yaşayan vekili olduğuna ve Tanrı adına tarikatta bulunduğuna inananları, dahası evrenin ruhu olarak algılanan en büyük mertebedeki Veli’dir. Kutb-i alem, Kutb-ül akbat, Kutb-ül arifin, Kutb-ül ekber adlarıyla anılır.

KÜN Ar. ünl. 1) Zâhiri anlamda; Tanrı’nın evreni yaratmak için verdiği “ol” anlamındaki buyruk. 2) Bâtıni anlamda; Tanrı’nın kendi güzelliğini seyretmesi ve bu yolla görünmeyenin görünüşe taşınması için kendine verdiği buyruk.

  • Kün fe-yekûn (ol [der]olur) : 1) Zâhiri anlamda; Tanrı’nın “ol” buyruğuyla evrendeki her     şeyin oluşması. 2) Bâtıni anlamda; Tanrı’nın kendini seyretmesi ve dönüşüme uğraması yoluyla görünmeyenin görünüşe taşınması.

KÜNT-Ü KENZ a. Tanrı’nın ilk durumu anlamında gizli hazine.

Lâ feta illâ Ali: Ali’den başka yiğit yoktur anlamında Hz. Ali’yi ululama özdeyişi.

Lâ seyfe illâ Zülfikâr: Zülfikâr gibi kılıç yoktur anlamında Hz. Ali’nin savaş aracını kutsama    özdeyişi.

LAHUT Ar. a. Beş evren sıralamasında ilk sırada yer alan, en yüksek varlık alanı; kesin varlık alanı, tanrısal evren; lahut âlemi.

LAMEKÂN Ar. s. 1) Nesne kimliksiz, beden kimliksiz olarak algılanan; mekân ve zamanın dışında kalan Tanrı’nın durumunu belirtmek için kullanılır. 2) İlahi Hakk’a erişen, bu nedenle mekân ve zaman gereksinimi ortadan kalkan insan-ı kâmilin durumunu tanımlamak için kullanılır.

LAMELİF Ar. s. Dolambaçlı, çapraşık olan.

LEDÜN Ar. a. Tanrı katı, Tanrı yanı.

  • *Ledün bilimi: Gayb bilimi.

LOKMA Ar. a. Kanlı ya da kansız kurban olarak algılanan özelde tekke yemeği, genelde her türden yemek.

  • Lokma ayini (erkânı) : Hakk’a yürüyen için, yürüyüşünün üçüncü, yedinci, kırkıncı    günlerinden birinde ya da bu günlerde olmazsa kırkıncı gününe kadar olan herhangi bir günde kurban tığlanarak yapılan özel tören.
  • Lokma cemi: Adak kurbanının tığlanarak lokma edilmesi töreni.
  • Lokma etmek (görmek) : Yemek yemek.

LOKMACI a. Kimi yörelerde kurbancıya verilen ad.

MAKAM Ar. a. 1) Tarikat yolcusunun, yol erinin ruhsal bakımdan ulaştığı olgunluk aşaması. 2) Post.

  • Makam sahibi olma: Tarikat kapısının dokuzuncu makamında açıklanan; yol erinin, ruhsal     açıdan belli bir olgunluk aşamasına ulaşması zorunluğu.

MAKAS

  • Makas alma: Tarikat kapısının sekizinci makamında açıklanan; tanrısal ahlaka uymayan sünnet dışındaki yenilikleri terketme; birey-toplum katında ahlak dışılıktan uzaklaşma.

MANA Ar. a. Hakikat, sır, marifet.

  • Mana adamı: Gayb ereni.
  • Mana âlemi: Gayb âlemi.

MANEVİ Ar. s. Ruha, zekaya, düşünceye ilişkin olan.

  • Manevi aşama: Ruhsal aşama.

MARİFET Ar. a. Dört Kapı öğretisine göre, insan-ı kâmil aşamaları sıralamasında üçüncü sırada yer alan ve ariflerle özdeşleştirilen; gönül yolunda en yüce düzeye ulaşma, tanrısal sırlara erme evresi; marifet kapısı.

  • Marifet bilgisi: Marifete eren tarikat yolcusunun, yol erinin gönül sezgisi yoluyla elde ettiği    duyular üstü bilgi.
  • Marifet kapısı: Marifet.
  • Marifet kavmi: Arifler.

MASİVA Ar. a. Tanrı’dan başka her şey; dünya ve dünyayla ilgili her şey.

  • Masiva çamuru: Bu dünyaya ilişkin olumsuzluklar, yanlışlar.
  • Masiva ehli: Yaratıkların ve olayların Tanrı’nın gücüyle meydana geldiğinin bilincine varamayıp dünya ve dünyayla ilgili şeylere gönül verenler.

MASUM Ar. s. ve a. 1) Yanılgıdan ve günah işlemekten bağışlanmış olan (kimse) . 2) İmam.

MAŞUK Ar. a. Tanrı.

MATEM Ar. a. Hicret’in 61.yılının 10 Muharrem Cuma günü [18 Ekim 680 M] Hz. Ali’nin küçük oğlu, Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin ve yandaşlarının Kerbela’da şehit edilmesinden duyulan derin üzüntü, acı.

  • Matem ayı: Kamer aylarından muharrem ayı
  • Matem bayramı: Kerbelâ olayı anısına düzenlenen yas töreni.
  • Matem orucu:1-12 Muharrem günleri; Kerbelâ’da şehit edilenlerin anısına su içmeyerek, eğlencelerden uzak durarak tutulan yas orucu.

MAZHAR Ar. s. 1) (Bir şeye, bir duruma ulaşmış olan) Gönül sezgisiyle tanrısal sırlara ermiş, erişmiş olan. 2) a. (Bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer) Tanrısal özelliklerin en güzel görüntüye büründüğü varlık anlamında insan. 3) İlahi sırların tecelli ettiği yer anlamında insanın gönlü.

  • Mazhar olmak: Tarikat yolunda, yolda tanrısal sırlara ermek, erişmek
  • Mazhar-ı sırr-ı Ali: Hz. Ali sırrına ermek; Hz. Ali sırrını gönülde duymak.

MECAZİ Ar. s. Geçici olan.

  • Mecazi aşk: Evrende görünen geçici bir varlığa bağlanma; zâhire bağlanma.

MEHDİ Ar. a. Şiilikte, kıyametten önce dünyada adaleti, dirlik ve düzenliği sağlamak için gizlendiği gayb âleminden kurtarıcı olarak ortaya çıkacağına inanılan 11. İmam Hasan Askerinin oğlu 12. İmam Muhammet.

MELAMET Ar. a. 1) Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hak yolunda yürüme. 2) Herhangi bir tarikat ya da tarikat grubunu simgeleyen özel giysi, gelenek ve tören tanımayan, kurumsallaşmaya karşı olan tasavvuf anlayışı.

MELEK Ar. a. (Dinsel inanca göre, Tanrı ile insan arasında aracılık yaptığına inanılan manevi varlık) Tanrı olarak algılanan doğanın aklıyla onunla bütünleşmek isteyen insanın aklı arasında yer alan ve doğanın aklının soyut kutsal kimliği biçiminde beliren göksel güç.

MELEKÛT Ar. a. Tanrısal evrenden sonra gelen üçüncü varlık alanı; ruhlar ve melekler evreni; melekût âlemi.

MENAKIB Ar. a. Ermişlerin destansı yaşamını, yaptıkları olağanüstü işleri ve gösterdikleri kerametleri anlatan kısa öyküler.

MENAKIBNAME Ar.+Fars. a. Ermişlerin destansı yaşamını, yaptıkları olağanüstü işleri ve gösterdikleri kerametleri anlatan kısa öyküleri bir araya toplayan yapıt.

MENZİL Ar. a. Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, yol erinin, hakikata ulaşmak için geçmek durumunda bulunduğu manevi durak.

  • Menzil almak: Hakikata ulaşma yolundaki tarikat yolcusu, yol eri alt manevi duraklardan üst manevi duraklara doğru yol almak.
  • Menzile ulaşmak: Tarikat yolcusu, yol eri, insanın yetişmesinde son durak olarak algılanan ve “Enel Hak” özdeyişiyle dışa vurulan son manevi durağa varmak.

MERDAN Fars. a. Erenler, erler, veliler.

  • Merdan-ı Hüda: Hak erenler.

MERDUD Ar. s. ve a. Hak dergâhından kovulan, yoldan düşen bir kimseyi ya da bu kimsenin durumunu belirtmek için kullanılır.

MERSİYE Ar. a. Alevi-Bektaşi edebiyatında Kerbelâ şehitlerinin acısını, Ehlibeyt sevgisini işleyen, hece ya da aruz ölçüsünde yazılmış şiir.

MERT Fars. a. Er, eren, veli.

  • Merd-i Hüda: Ermiş kişi, eren; Tanrı adamı.
  • Merd-i kâmil: Olgun, yetkin, kusursuz insan.
  • Merd-i Merdan: Yiğitler yiğidi; bu anlamda Hz. Ali.
  • Merd-i Meydan: Savaş alanlarının yiğidi anlamında Hz. Ali.
  • Merd-i mutlak: olgun, yetkin, kusursuz insan; bu anlamda insan-ı kâmil.

MERTEBE Ar. a. Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, yol erinin ulaştığı, erdiği aşama.

  • Mertabe-i insan-ı kâmil: Olgun ve kusursuz insanlık aşaması.
  • Mertebe ve makam yoktur, dostun gönlünden başka: Tanrı’nın evi ve akıl toplamı olarak algılanan gönlün, ulaşılması gereken asıl mertebe, makam olduğunu öne çıkaran Alevi-Bektaşi özdeyişi.

MEŞREP Ar. a. 1) (Su içilecek yer, kaynak) Manevi açıdan Tanrı’ya ulaşma yolu olarak algılanan tarikat, yol ya da tarikat, yol bilgisi. 2) (Yaradılış, huy, karakter) Tarikat yolunda, yolda Tanrı yolcusunun yaşam tarzı, duyuşu, tutumu, davranış biçimi.

  • Meşreb-i Hüseyin: Hz. Hüseyin’in yolu, anlayışı.

MEVALİD

  • Mevalid-i selase: 1) Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar. 2) Bu üç varlık türünü incelen bilim;doğa bilimi.

MEYDAN Ar. a. Dergâhlarda, tekkelerde, cemevlerinde ya da herhangi bir evde, cemin yapıldığı geniş oda; meydan odası.

  • Meydan açmak: Tarikat, yol erkânı gereği cem yapmak.
  • Meydan çerağı: Horasan çerağı.
  • Meydan eri: Ceme katılan canlardan her biri.
  • Meydan eşiğine baş koymak: 1) Eşik öperek tarikata, yola bağlanmak. 2) Düşkünlük durumunun kaldırılması için meydan açılması halinde; düşkün olanın, eşik öperek kendini meydan erlerinin kolektif yargılamasına teslim etmek ve bu yolla dedenin/babanın barışıklık sağlamasını dilemek.
  • Meydan görmek: İkrar vermiş olmak.
  • Meydan mahkemesi: Cem mahkemesi.
  • Meydan piri: Dâr piri
  • Meydan rehberi: Dedenin/babanın yöneteceği törenin hazırlık işlerine bakan ve törenin yöntemine uygun biçimde gerçekleşmesini sağlama hizmetini yerine getiren kimse.
  • Meydan sırrı: Meydandaki cem töreni sırasında gerçekleştirilen her davranışın simgelediği gerçek.
  • Meydan taşı: Meydanda, giriş kapısının solunda yer alan ve Kolu Açık Hacim Sultan adına kurulan, suçluya ceza makamını temsil eden taş.
  • Meydana niyaz etmek: Bir aşama olarak algılanan ve tarikat yolunda, yolda ceme katılanları temsil eden meydana, bir dileğinin gerçekleşmesi için yakarmak.

MEYDANCI a. 1) Çerağcı. 2) Kimi bölgelerde, cemdeki on iki hizmet sıralamasında gösterilen meydanı törene hazırlama ve çerağları uyandırma hizmetini gören kimse.

  • Meydancı baba: Meydanı yöneten baba.
  • Meydancı postu: Meydandaki on iki post sıralamasında yer alan Sarı İsmail Sultan makamı.

MİHMAN Fars. a. 1) Konuk, misafir. 2) Bu geçici dünyada bir süre konakladıktan sonra tanrısal evrene geçecek olan insan. 3) Düşüncede görünüşe taşınarak kendi evi olarak algılanan gönüle yerleştirilen Tanrı.

  • Mihman-ı Ali: Tanrı misafiri anlamında Ali misafiri.

MİKÂİL Ar. a. Tarikat yolundaki, yoldaki gelişimin tarikat aşaması olarak algılanan âlem-i melekudu temsil ettiğine inanılan melek.

MİRAÇ Ar. a. 1) (Hz. Muhammet’in bedeniyle göklere yükselerek Tanrı katına çıkması ya da Hz. Muhammet’in birinci göğe yükselirken bindiği doğaüstü varlık) Hz. Muhammet’in, kendi aklıyla (Cebrai1) bâtının ayrımına varması; bâtının ayrımına varacak biçimde bir düşünsel yolculuğa çıkması ve mürşit aşamasına ulaşması; kendi aklının sonuçlarına koşacak biçimde seyahat etmesi; Muhammet miracı. 2) Bir sufi, yetişmiş olmanın, ham ervahlıktan kâmil insan durumuna gelmenin kanıtı anlamında bir iç yolculukyaparak Enel Hak noktasına çıkması; sufi miracı. 3) Hak yüzünü görme anlamında algılanan ikrar verme, nasip alma; talip miracı. 4) Görgüden geçerek ikrar tazeleme, ruhsal açıdan temizlenme; talip miracı. 5) Bir talip eğitim sürecine girerek eğitilmesine koşut bir makamdan diğer makama yükselmek; talip miracı.

  • Miracın kutlu olsun: 1) İkrar vererek, nasip alarak Alevi olana, tören bittikten sonra söylenen kutlulama sözü. 2) Görgüden geçerek ikrar tazeleyen, ruhsal açıdan temizlenen     talibe, tören bittikten sonra söylenen kutlulama sözü.

MİRAÇLAMA a. 1) Hz. Muhammed’in miraç yolculuğunu ve dönüşünde Kırklar Meclisi’ne katılışını anlatan mistik anlatı. 2) Bu anlatı sırasında dönülen semah; miraçlama semahı. 3) Miraçname.

MİSAL Ar. a. Beş evren sıralamasında son sırada yer alan; bütün varlıkların, biçimleri ve özleriyle en olgun nitelikte bulundukları evren; misal âlemi.

MİSKİN Ar. a. Kendisine hiçbir varlık tanımayan derviş.

MUHABBET Ar. a. 1) Tanrı’ya, tarikat, yol ulularına ya da tarikat yolunda, yolda yapılan bir işe, eyleme karşı gönülde uyanan sevgi, bağlılık. 2) Bir şikayetin, sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca bağlanması için yapılan cem töreni; muhabbet meydanı. 3) Gençleri görgü ayinine hazırlamak için yapılan cem töreni; muhabbet meydanı. 4) Adak muhabbeti

  • Muhabbet dâr’ı: Muhabbet.
  • Muhabbet meclisi: Muhabbete katılanların oluşturduğu topluluk.
  • Muhabbet meydanı: Muhabbet.
  • Muhabbet meydanı açmak: l. Bir şikayetin, sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca bağlanması için cem tutmak. 2. Gençleri görgü ayinine hazırlamak için cem tutmak.
  • Muhabbet odası: Meydan.
  • Muhabbet sahibi olmak: Dört Kapı Kırk Makam öğretisinin dokuzuncu makamında   açıklanan; 1) Tanrı’ya, tarikat ulularına ya da tarikat yolunda yapılan bir işe, eyleme gönülden   sevgi ve bağlılık duyma. 2) Bir şikayetin, sorunun tartışılıp değerlendirilmesi, bir sonuca   bağlanması için muhabbet meydanı açma.

MUHARREM Ar. a. Kameri ayların birincisi; muharrem ayı.

  • Muharrem ayini: Aşure töreni.
  • Muharrem kurbanı: Aşure töreni.
  • Muharrem matemi: Matem.
  • Muharrem orucu: Matem orucu.
  • Muharrem yas töreni: Aşure töreni.

MUHİP Ar. a. 1) Tarikata, yola girmiş, ancak ikrar verip derviş olamamış kimse. 2) Tarikata, yola girmemiş, ancak tarikata, yola karşı ilgi duyan, sevgi besleyen kimse.

  • Muhip meşrep talip: Bilgili olmasına karşın henüz Hakk’ın muhabbetini farkedemeyen talip.

MUSAHİP Ar. a. İkrar verecek, nasip alacak erkek ve kadının (karıkoca) seçtiği kefil anlamında eş; yol arkadaşı, yol kardeşi.

  • Musahip ayini: Musahiplik cemi.
  • Musahip evi: Kimi bölgelerde cemevine verilen ad.
  • Musahip ikrarı vermek: Musahiplik ceminde ikrar vererek musahipli olmak.
  • Musahip kapısı: Tarikat kapısının aşamaları sıralamasında yer alan, rehber kapısını izleyen ve kardeşlik, arkadaşlık menzili olarak algılanan aşama.
  • Musahip kavline girme: Alevi meydanı.
  • Musahip kurbanı: Musahiplik cemi.
  • Musahip olmak: Musahiplik ceminden geçerek biriyle yol kardeşi, yol arkadaşı olmak.
  • Musahip tutmak: Musahiplik ceminden geçerek yol arkadaşı, yol kardeşi seçmek.

MUSAHİPLİ s. Musahiplik ceminden geçerek yol arkadaşını, yol kardeşini seçmiş olan.

  • Musahipli olmak: Musahiplik ceminden geçmiş olmak.
  • Musahipli olmamak: Musahiplik ceminden geçmemiş olmak.

MUSAHİPLİK a. Musahip olmanın gereklerini yerine getirme; musahibin görevi.

  • Musahiplik cemi: Musahip olma töreni.
  • Musahiplik dâr’ı: Musahiplik cemi.
  • Musahiplik erkânı: Musahiplik cemi.

MUSHAF Ar. a. Halife Osman döneminde, ayetlerde dil birliğini sağlamak amacıyla çıkarılan elyazması Kuran; Mushaf-ı Osman, Osman Kuranı.

  • Mushaf-ı Osman: Kuran.

MÜCERRET Ar. s. ve a. Bektaşiliğin babagan kolundan, hiç evlenmemiş ve mücerretlik ikrarı vererek evlenmemeye söz vermiş derviş, baba için kullanılır.

MÜCERRETLİK a. 1) Mücerret olma durumu; mücerret olmanın gereklerini yerine getirme. 2) Bektaşiliğin babagan kolunda, mücerretlik ikrarı verilerek ulaşılan ve mücerret dervişlerle temsil edilen aşama.

  • Mücerretlik andı, mücerretlik ayini: Mücerretlik ikrarı.
  • Mücerretlik ikrarı: Bektaşiliğin babagan kolunda, aşamasını tamamlayan derviş, yapılan bir törenle,hiç evlenmemeye, kendini tarikata, Hz. Ali yoluna adamaya söz verme.

MÜREBBİ Ar. a. Mürşit.

  • Mürebbiye düşmek: Yol ehli canların uyması gereken farzları sıralamasında yer alan ve “Hak kazanında pişmek” anlamına gelen farz.

MÜRİT Ar. a. Tarikata, yola giren, bir mürşide, pire bağlanan kimse, derviş.

  • Mürit olmak: Tarikata, yola girip bir mürşide, pire bağlanmak.

MÜRŞİT Ara. Müritlerine kurtuluş yolunu ve tanrısal sırların çözümünü gösteren, dervişleri yöneten ve yönlendiren, sözü yasa niteliği taşıyan, üstün aşamalı tarikat, yol ulusu.

  • Mürşit evi: Dergâh.
  • Mürşit kapısı: İnanca göre tarikat kapısının kendi içindeki kapılar sıralamasında yer alan son kapı.
  • Mürşit postu: Ahmed-i Muhtar postu.
  • Mürşitte erimek: Benlikten arınmak, nefis temizlemek.
  • Mürşitten doğmak: Nasip alarak yaşarken yeniden dirilmek.

MÜRÜVVET Ar. a. Büyüklük, ululuk, bağışlama.

  • Mürüvvet dilemek: Suç işlemiş biri, meydanda dâr’a durup kendisi için mürüvvet meydanı açılmasını dilemek.
  • Mürüvvet meydanı: Suçlunun topluma geri dönebilmesi için küçük suçlarda kırk gün sonra, büyük suçlarda verilen cezanın bitimini izleyen günlerde yapılan tören.
  • Mürüvvet taşı: Meydan taşı.

MÜSAMERE Tarikatta gece sohbeti anlamına gelen bu Arapça sözcük, daha çok bir tiyatro deyimidir, oyun, piyes, sözlü tiyatro oyunu anlamlarına da gelir. Tarikatta, tasavvufta Tanrı ile insan ruhu arasında yapıldığına inanılan gizli görüşme, Tanrı’nın gayb aleminde ariflere hitabı olarak değerlendirilen bir deyimdir.

NAAT Ar. a. Hz. Muhammet’i övmek, ona yalvarıp şefaat ve bağışlama dilemek için yazılmış şiir; naat-ı nebi.

  • Naat-ı Ali: Hz. Ali için yazılmış övgü şiiri.
  • Naat-ı nebi: Naat.

NACİ Ar. s. Esenliğe ermiş, kurtulmuş.

NÂDİ

  • Nadi Ali: Ali’ye seslenme, Ali’yi yardıma çağırma anlamında sabah ve akşamları ya da törenlerde okunan bir dua.

NAKİB Ar. a. Bir tekkede, dergâhta mürşide yardım eden, onun buyruğu üzerine yerine geçen, onun adına iş gören derviş ya da dede.

  • Nakib postu: Meydandaki on iki post sıralamasında yer alan Kaygusuz Sultan makamı.

NASİHAT

  • Nasihat sahibi olma: Tarikat kapısının dokuzuncu makamında tanımlanan; yol kurallarını,     ilkelerini ve törenlerini anlatacak denli bilgili olma durumu.

NASİP Ar. a. Kendini bilmenin bir karşılığı olarak algılanan ve mürşitten, yoldan insana aktarılan şey.

  • Nasip alma: İkrar vererek tarikata, yola girme, bir mürşide bağlanma; ikrar verme, el alma.
  • Nasip almak: İkrar vermek, el almak.
  • Nasip töreni: Nasip alma sırasında yapılan tören.
  • Nasip töreninde ölmek: Nasip alarak nefsini öldürmek; nefsini öldürerek “temiz” olarak        yeniden doğmak.
  • Nasip vermek: El vermek.

NASUT a. Beş evren sıralamasında dördüncü sırada yer alan; Tanrı bilgisinde toplanan varlıkların madde biçimine girerek görünüş alanına çıktığı evren; nasut âlemi.

NATIK Ar. s. 1) Söz söyleyen, konuşan. 2) Düşünce öne süren, düşünen, anlayan. 3) Bir şeyi ifade eden, gösteren, bildiren.

NAZ Fars. a. Tanrı’ya yaklaşmanın ileri bir aşaması olarak algılanan; gönlün Tanrı sevgisiyle dolup taşması sonucu aşırı bir coşkuya kapılıp söylenmemesi gereken sözleri söyleme.

  • Naz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı nazlanan veli.
  • Naz niyâz: Dem yemiş hizmetinin cem âyinindeki adıdır.  

NAZAR Ar. a.1) Mürşidin, kendini tarikata, yola veren cana derin bakışı. 2) İnsan gözünden Tanrı’nın baktığı inancı.

  • Nazar etmek: 1) Mürşit, kendini tarikata, yola veren cana derin bakmak. 2) Tanrı, insan gözünden bakmak.
  • Nazar sahibi olmak: Ermişlere, özgü olarak algılanan; içe bakış yoluyla sezgisini harekete geçirip gerçeğin ayrımına varmış olmak.
  • Nazarım: Alevilerin-Bektaşilerin birbirine “siz” yerine, “görüşü benim gibi olan” anlamında kullandıkları bir seslenme sözü.

NECAT Ar. a. Hace Bektaş Veli yoluna bağlanma, O’nun yolunda yürüme.

  • Necat bulmak: Hace Bektaş Veli yoluna bağlanmak.

NEFES Ar. a. 1) Alevi şairlerin; törenlerde, meclislerde ezgiyle okunan, tarikat, yol inançları ve bu inançlarla ilgili olayların anlatıldığı koşma biçimindeki şiirlerine verilen ad. 2) Bu şiirler üzerine   bestelenen ve ezgi yalınlığı bakımından halk türkülerine yaklaşan ilahi. 3) Mürşidin, gönülleri ferahlandıran manevi gücü. 4) Cemlerde, kutsal olarak algılanan insan benliğine, kişiliğine yönelik sözlere verilen ad.

  • Nefes etmek: Alevîlik-Bektaşîlikte “dua etmek” demektir
  • Nefes evladı: Yol evladı.

NEFİS Ar. a. 1) Bir varlığın, kendisinden ayrı bir varlık olarak algılanan manevi gücü; ruh. 2) Bir insanın içindeki yıkıcı arzular ve kötü duyguların tümü.

  • Nefis temizlemek: Benlikten arınmak.
  • Nefs-al-Külli: Tüm evreni kuşatan, bütün varlık türlerini kapsayan nefis; tanrısal nefis.
  • Nefs aşaması: Tarikat yolcusunun, yol erinin ruhsal arınmaya ermek için geçmek zorunda olduğu aşamalar sıralamasında yer alan ve duygu egemenliği ile belirgin olan “ben makamı”.
  • Nefsi kırmak: Nefsin isteklerinden sıyrılmak, arınmak.
  • Nefs-i kül: 1) Akl-ı külden doğan evrensel ruh. 2) Havva.
  • Nefs-i Rahmani: Nefs-al-Külli.

NEHC

  • Nehc ül-Belaga: Hz. Ali’nin hutbe ve mektuplarının toplandığı yapıt.

NEVRUZ Fars. a. 1) İlkbaharın başlangıcı sayılan, güneşin balık burcundan çıkıp koç burcuna girdiği, inançta Hz. Muhammet’in peygamberliğini ilan ettiği, Hz. Ali’nin doğduğu ve evlendiği gün olarak algılanan, eski İran takvimine göre yılın ilk günü [21 Mart]. 2) Bugünde yapılan bayram, kutlama, tören; nevruz bayramı, nevruz erkânı, nevruz kurbanı, nevruz töreni.

NİKÂH Ar. a. 1) Şeriat kapısının V. makamında açıklanan; bir canın yola kabul edilmesi; ikrar vererek tarikata, yola girmesi. 2) Bu sırada yapılan tören; ikrar töreni. 3) Yolda şeytan olarak algılanan nefse uymama.

  • Nikâh kılmak: 1) İkrar vererek, yola girmek. 2) Yolda şeytan olarak algılanan nefse   uymamak. 3) Evlilik dışı ilişkilerde bulunmamak. 4) Yakın akraba ile evlilik yapmamak.

NİYAZ Fars. a. 1) Tarikat, yol ulusuna, büyüğüne ya da tarikatta, yolda bir makamı temsil eden şeye, yere ve bunlar aracılığıyla Tanrı’ya yalvarma, yakarma biçiminde uygulanan bir ibadet; niyaz ayini, niyaz töreni. 2) Birbirine gösterilen sevgi duygusu; saygı, hürmet. 3) Dilekte bulunma; dileme, rica. 4) Sunulan armağan para.

  • Niyaz almak: Yerlerinde oturan veya herhangi bir sebeple ayakta duran canların, niyaz etmeleri gerektiğinde, sağ el işaret parmaklarının ucunu öper gibi hafifçe dudaklarına dokundurarak “Hû”demeleri. Her dua ve gülbank sonunda “pîr”in “Gerçeğe Hû!” diye bağlaması, nefes ve “düvazimam” 3 söylenirken son dörtlükte şâirin mahlâsının söylenmesi sırasında niyaz alınır. (Başka niyaz almalar için bk. Çağlayan, 2002: 188) krş. secde niyazı etmek.
  • Niyaz duruşu: Peymançe.
  • Niyaz duruşunu almak: Peymançeye geçmek.
  • Niyaz etmek: 1) Yalvarmak, yakarmak. 2) Saygı sunmak, hürmet etmek. 3) Dilekte bulunmak; dilemek, rica etmek.
  • Niyaz penceresi: Türbelerde, yatırlara yakarmak, dilekte bulunmak için dışarıdan bakılan küçük pencere.
  • Niyaz perdesi: Sazda, ara nağmeleri bulmaya yarayan “fa” ve “sol” seslerine verilen ad.
  • Niyaz taşı: Meydan taşı.

NİYAZCI a. Kimi bölgelerde sofracıya verilen ad.

NUR Ar. a. 1) Evrende görünür duruma gelen varlıklarda beliren ve bir ışık, aydınlık, parlaklık biçiminde algılanan tanrısal öz, ilahi belirti; bu anlamda, hareket içindeki doğanın görünümü 2) Hareketin varoluş biçimi; sonsuz nesne ya da beden kimliklerinden arındırılmış doğanın kendisi. 3) Hareket halindeki doğanın varoluş biçimi ya da hareket halindeki doğanın kendisi olarak algılanan doğanın aklı, doğanın canı, doğanın ruhu. 4) Hareket halindeki beynin varoluş biçimi ya da hareket halindeki beynin kendisi olarak algılanan insanın aklı, insanın canı, insanın ruhu.

  • Nur zinciri: Bâtıni zeminde nesnel soy zincirinin dışında gönül soy zinciri olarak algılanan ve Hz. Ali’den başlayıp Hace Bektaş Veli’ye değin uzanan soy zinciri.
  • Nura muhabbet: 1) Kızılbaşlığın ilkeleri sıralamasında yer alan ve Tanrı olarak algılanan ışığı sevme ilkesi; Tanrı’yı sevme. 2) Tapım kültü olarak On İki İmam’ı sevme.
  • Nur-ı daim: Çerağ-ı Ali
  • Nur-ı ilahi: Her şeyin başlangıcı olarak algılanan Tanrı ışığı.
  • Nur-ı velâyet: Velilik aşamasına ulaşmış uluların ışığı.

NUTUK Ar. a. Cemlerde, muhabbet sofralarında, aşktan, cemalden, didardan, sakiden, badeden, yoldan-erkândan söz eden ve müzik eşliğinde okunan bestelenmemiş manzum şiirlere verilen ad.

NÜBÜVVET Ar. a. Peygamberlik, nebilik.

NÜCEBA Ar. a. Kırklar.

OCAK a. 1) Tekke. 2) Ehlibeyt soyu. 3) Dedenin bağlı olduğu soy. 4) Dedelik. 5) Fatma ocağı

OD Esk. Tr. a. Ateş.

ON

        *On Dört Masum (Masum-u) Pâk: Her türlü yanılgıdan ve günah işlemekten bağışlanmış olan Hz. Muhammet, kızı Hz. Fatma ve On İki İmam’a verilen ad.

*On iki dilimli taç: Hüseyni taç

*On iki hizmet: Hz. Ali soyundan gelenlere bağlanan ve cemde yürütülen hizmetler.

*On iki hizmet sahibi: Cemde yürütülen hizmetlerin sorumlusu durumunda bulunanlar.

*On İki İmam (İmamlar) : Hz. Muhammet’ten sonra halife olarak tanınan Hz. Ali’yle O’nun soyundan gelen on iki imam.

*On İki İmamlar semahı: Urfa yöresinde, On İki İmamlar anısına dönülen özgün bir semah.

*On iki post: Tarikatta belli bir görev aşamasını gösteren on iki makam.

 *On iki terkli taç: Hüseyni taç

 *On İkiler: On İki İmamlar.

 *On sekiz bin âlem: Arapların son sayı olan “bin”le anlatmaları sonucu “on sekiz bin âlem” olarak söylenen; Tanrı’nın farklı görünür durumlarını temsil eden on sekiz evren.

 *On Yedi Kemerbest: Hz Ali’nin kemer kuşattığı, Ehlibeyt’le birlikte savaşmış ve çoğu şehit düşmüş on yedi savaşçı.

ÖLME a. Hak’ka yürüme.

ÖLMEK f. Hak’ka yürümek.

ÖLMEMEK f. Hak’ka yürümeden kendini bilerek canlı ve cansız doğanın sözcüsü olmak; bu yolla canlı ve cansız doğada ölümsüzleşmek.

*Ölmeden evvel ölmek: Tarikat yolunda bütün tutkulardan, aşırı isteklerden, dünyaya bağlı geçici dileklerden, eğilimlerden kurtulmak, özünü gerçeğe adamak.

*Ölmezden ölmek: Ölmeden evvel ölmek.

ÖLÜM a. Hakk’a yürüme.

ÖVGÜ a. Naat.

ÖZ a. Bir kimsenin benliği, manevi varlığı.

        *Özünü dâr’a çekmek: Kusurlu olduğu kanısına varan bir talip, dedenin, babanın kendisini  dâr’a çekmesine fırsat vermeden kendiliğinden dâr’a durmak.

        *Özünü fakir görme: Tarikat kapısının onuncu makamında açıklanan; Tanrı uğruna dünya varlığından vazgeçme, benin geçici isteklerine aldanmama, büyüklük taslayarak tanrısal varlık karşısında bağımsız bir tavır takınmama durumu.

ÖZÜR Ar. a. Bir hatanın, bir kusurun bağışlanmasını gerektiren neden.

        *Özür okumak: Dedeye, niyaz ettikten sonra dâr’a durup aklanmasını dilemek.

PABUÇCU Kırklar Cemi’nde Hz. İmam Hasan Ali Askerî’nin görevine izafeten, cem evinin dış kapısından girenlerin pabuçlarını alan ve cem âyini sonunda teslim edilmek üzere koruma altına alan kişidir..

PALHENG Fars. a. Kemer üzerine takılan, On İki İmam’ı simgeleyen on iki köşeli taş; palheng taşı.

PARMAK ÇATMAK Müsahip erkânında, meydana çıkan müsahip canların (bacı-kardeş) hutbe okunurken, büyük erkeğin küçük olanın eşiyle, küçük erkeğin de büyük olanın eşiyle olmak üzere, sağ ellerinin baş parmaklarını karşılıklı olarak birbirlerine bağlamaları ve hutbe süresince o vaziyette beklemelerini ifade eder.

PENÇ Fars. a. Pençe-i Âl-i Âbâ’yı simgeleyen sayı.

  • Penç erkân: Alevilik-Bektaşilikte, cemaate kabul edilen, yola giren adayın katıldığı cem erkânı, sorgulama erkânı, ikrar verme-musahip tutma erkânı, koldan kopma erkânı ve dâr’dan indirme erkânı adlarıyla anılan beş tören.

PENÇE Fars. a. El.

  • Pençe-i Âl-i Âbâ: 1) Bir elin beş parmağıyla simgelenen Hz. Muhammet, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşan Ehlibeyt. 2) Bu adların, sağ elin başparmağından başlamak üzere sırayla yazıldığı levha.

PEND Fars. a. Öğüt, nasihat.

  • Pend etmek: Öğüt vermek, nasihat vermek.

PERDE Fars. a.Tanrı ile nesnel varlık dünyasını birbirinden ayıran engel; kulu Hak’kından ayıran engel.

PERENDE Fars. a. Derviş.

PERHİZ Fars. a. 1) Kimi zevk, haz ve tat veren şeylerden kendini mahrum etme, alıkoyma. 2) Marifet kapısının üçüncü makamında tanımlanan: Hiçbir şeyde aşırı olmama, aşırıya kaçmama; ulaşılan manevi aşamanın verdiği sarhoşluktan korunma, bu hazzı yanlış anlayıp kendini yitirmeme; mahrem olan şeylerden kaçınma, uzak durma durumu.

PERVANE Fars. a. 1) Semah. 2) Semahçı.

  • Pervane dönmek: Semah dönmek.

PERVAZCI a. Kimi Alevi boylarında semahçıya verilen ad.

PEYK Fars. a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, cem yapılacağı haberini komşulara, cemaata ulaştırma görevini yerine getiren, bölgelere göre başka adlar da alabilen kimse.

PEYMAN Fars. a. Yemin, ant.

PEYMANÇE Fars. a. Mürşit karşısında; ayaklar mühürlenmiş, kollar göğüste çapraz, baş öne eğik biçimde gerçekleştirilen yalvarma yakarma duruşu; niyaz duruşu.

  • Peymançe durmak: Dâr’a durmak.
  • Peymançe yeri: Dâr.
  • Peymançeye geçmek: Dâr’da niyaz duruşu almak.

PEYMANE Fars. a. “Tanrı’nın Evi” olarak algılanan insanın gönlü.

PİNHAN Fars. s. Gizli, örtülü.

PİR Fars. (pir, yaşlı, ihtiyar) a. 1) Tarikatın, yolun kurucusu, yayıcısı, önderi olan ve tarikatta, yolda en yüksek aşamada bulunan kimse. 2) Bu anlamda Hace Bektaş Veli.

  • Pir postu: Horasan postu
  • Pir-i evvel: 1) Tarikatın, yolun kurucusu; ilk pir. 2) Bu anlamda Hace Bektaş Veli.
  • Pir-i mugan: Mürşit.
  • Pir-i sâni: Tarikatın ilk kurucusu. Pir-i Sani, tarikatın ikinci kurucusu Balım Sultan’ın ünvânıdır.
  • Pir-i tarikat: 1) Yolun kurucusu, büyüğü. 2) Bu anlamda Hace Bektaş Veli.

POST Far. (pust, tüylü hayvan derisi) a. Tarikat yolunda, yolda bir aşamayı, bir makamı simgeleyen ve seccade olarak algılanan, pirin, dedenin ya da babanın oturduğu tabaklanmış tüylü deri. Postun başı: Teslim olmaktır (ikrar verip bağlanmaktır). Ayağı: Hizmettir. Sağı: El tutmaktır (Mürşid’in emrini uygulamaktır). Solu: Nefsini ıslah etmektir. Dışı: Sabırdır. İçi: Sükunettir. Ortası: Muhabbettir ve Mürşid cemalini mihrap edinmektir. Doğusu: Sevinçtir. Batısı: İlimdir. Şartı: Erenler önünde baş eğmektir. Canı: Tekbirdir, tehlildir, tebihtir (evrad ve zikirdir). Şeriatı: Tövbedir. Tarikatı: Takvadır, tevazudur. Marifeti: Rızadır (Tanrı rızasını dilemektir) Hakikatı: Fenafillahtır (tanrıda yok oluş), tanrıya varıştır. Sağında: (Azamet aleyke ya Ali) Yücelik sana olsun ya Ali. Solunda: (Ekremet aleyke ya Ali) Cömertlik sana olsun ya Ali. Arkasında: (Eslemet aleyke ya Ali) Selamat sana olsun ya Ali. Önünde: (Emanet aleyke ya Ali) Nimetler sana olsun ya Ali. Postun tamamı Tevhid (birlik) makamı kabul edildiğinden kutsallık ifade eder.

Ahmed-i Muhtar ve Aliyyül Mürteza postlarından sonra gelen oniki post şunlardır: 1- Horasan (Baba) Postu: Seyyid Muhammed Hace Bektaş Veli Hazretlerine aittir. 2- Aşçı Postu: Hace Bektaş Veli’nin amcası Haydar Ata’nın torunu, Hasan Gazi’nin oğlu olan Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan’a aittir. Bir başka görüşe göre Seyyid Ali Sultan, Timurtaş Kızıl Deli, Hace Bektaş Veli’nin Kadıncık anadan olan oğludur. 3- Ekmekçi Postu: Hace Bektaş Veli’nin torununun oğlu, İkinci Pir Balım Sultan’a aittir. 4- Nakip (Hizmetli) Postu: Abdal Musa Sultan’ın halifesi Kaygusuz Abdal Sultan’a aittir. 5- Atacı (Cömertlik) Postu: Hace Bektaş Veli’nin Halifelerinden Kanber Ali Sultan’a aittir. 6- Meydancı Postu: Hace Bektaş Veli’nin Halifelerinden Sarı İsmail Sultan’ a aittir. 7- Türbedar Postu: Hace Bektaş Veli’nin Halifelerinden Karadonlu Canbaba Sultan’a aittir. 8- Kilerci Postu: Hace Bektaş Veli’nin Halifelerinden Hacim Sultan’a aittir. 9- Kahveci Postu: Şezaliye tarikatı kurucusu Şeyh Hasan Ali Şazeli (1197-1258) ye aittir. 10- Kurbancı Postu: Hz. Halil İbrahim Peygamber’e aittir. 11-Ayakçı Postu: Hace Bektaş Veli’nin amcası Haydar Ata’nın oğlu Seyyid Ali Sultan’ın ağabeyisi Abdal Musa Sultan’a aittir. 12- Mihmandar (misafir) Postu: Hızır Aleyhisselam’a aittir. Hazreti Pir ile görüştüklerinde, üzerinde oturduğu postudur.

  • Post dedesi: Mürşit

*Post gülbangı: Ceme başlarken mürşit postunun serilmesinden sonra okunan gülbank.

*Post ehli: Post sahibi olanlar.

*Post hizmeti: 1) Pirlik 2) Dedelik 3) Babalık.

        *Posta oturmak (geçmek) : Postun simgelediği aşamaya, makama ulaşmak; bu aşamanın, makamın gereklerini yerine getirmeye hak kazanmak; post sahibi olmak.

POSTNİŞİN Fars. a. Bir tekkede, dergâhta postta oturan en üst yetkili.

RAFIZİ Ayrılıkçı, bölünme taraftarı anlamına gelir. Alevi-Bektaşilere hakaret olsun diye verilen adlardan biridir. İftiraları kanıtlayamayan softalar ve mutaassıplar tarafından ortaya atılmış, menfi propaganda unsuru olarak kullanılmıştır.

REFREF Ar. a. Hz. Muhammet’in Mirac’a çıkarken bindiğine inanılan ve dört binekten sonuncusu olan doğaüstü varlık.

REHBER Fars. a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, dedenin, babanın yöneteceği törenleri hazırlama, yola girecek canlara yolu öğretme görevini yerine getiren kimse.

  • Rehber bacı: Musahiplik töreninde, kefenler giydirildikten sonra karı-koca iki talipten kadına   yol abdesti aldıran ve ona bilmesi gerekenleri bir kez daha hatırlatan kadın rehber.
  • Rehber dede: Musahiplik töreninde, kefenler giydirildikten sonra karı-koca iki talipten erkeğe yol abdesti aldıran ve ona bilmesi gerekenleri bir kez daha hatırlatan erkek rehber.
  • Rehber kapısı: Yolda, tarikatta öğretim yolunu açan kapılar sıralamasında yer alan ilk kapı.
  • Rehber postu: Ali postu.
  • Rehber sahibi olmak: Hak yolunda kılavuz edinmek.

RIYAZET Hayvansal ve ağır koku salan gıdalar yememe.

RIZA Ar. a. 1) Tanrı’dan gelen her şeyi gönül hoşluğuyla karşılama. 2) Tanrı’nın hoşnutluğunu, onayını kazanma; tanrısal hoşnutluk, tanrısal onay. 3) Kişinin kendisi ile barışması olarak algılanan; pir, mürşit önünde başı secdede iken kendi özüyle hesaplaşması, kendisiyle yüzleşmesi 4) Kişinin toplumla barışması olarak algılanan; eline-beline-diline sahip olması durumu 5) Kişinin yolla hoşnutluk kurması olarak algılanan; kendi özgür iradesiyle davranması durumu.

  • Rıza lokması: Cem töreni sırasında pişirilen kurbandan ya da kurban tığlanmayan cemlerde evlerden getirilen ekmek, çörek vb.’nin doğranıp karıştırılmasıyla elde edilen yiyecekten yenen ve manevi birliği, toplumsal dayanışmayı simgeleyen lokma.

RIZALAŞMA a. Aynı gece yola alınan çiftler için, bir yıl sonra dede köye geldiğinde yapılan yeni bir cemle dâr’a çekme durumu.

RUH Ar. a. 1) Evrenin içinden geldiğine inanılan; hareket eden doğanın kendisi olarak önsüz-sonsuz bir enerji biçiminde algılanan, eyleme yönelerek doğa ya da doğa parçaları kimliğinde görünüşe taşınan ve onlara dirilik, devinim kazandıran tanrısal öz. 2) İnsanın içinden geldiğine inanılan; hareket eden beynin kendisi olarak önsüz-sonsuz bir enerji biçiminde algılanan, eyleme yönelerek beden kimliğinde görünüşe taşınan ve ona dirilik, devinim kazandıran tanrısal öz.

  • Ruh göçü: Tanrısal öz olarak algılanan ruhun, geçici bir süre için kaldığı zarfından ayrılarak, yine geçici bir süre için kalacağı yeni bir bedene, varlığa geçmesi.
  • Ruh kuşu: Kafes olarak algılanan gövdede bulunan insan ruhu
  • Ruh zarfı: Ruhun geçici konaklama yeri olarak algılanan insan bedeni, görünür varlık.
  • Ruh-i revan: Tanrısal öze dönecek olgunluk aşamasına yükselmiş ruh.
  • Ruhlar âlemi: Âlem-i ervah.
  • Ruhlar meclisi: Bezm-i elest.
  • Ruhu naci: Doğru yolu bulmuş, cennetlik kimse, can.

RUHSAL s. Ruhla ilgili, ruha ilişkin olan.

  • Ruhsal aşama: Tarikat yolcunun, yol erinin ruhsal arınmaya ermek için geçmek zorunda olduğu aşamalar sıralamasında yer alan, tanrısal gerçeklikleri anlamayla belirgin ruh makamı.
  • Ruhsal vahdet: Beden ve nesne kimliklerinden arındırılmış; önsüz-sonsuz hareket, enerji olarak algılanan ve doğa olmayan doğa biçiminde tanımlanan soyut birlik; görünüşe taşınanın içinde bulunan ya da görünüşe taşınmamış olan tanrısal birlik.

SAÇ

  • Saçını giderme: Tarikat kapısının üçüncü makamında açıklanan; cinsiyet farklarının ortadan kaldırılması bağlamında kadının dişiliğinin ve erkeğin kişiliği’nin yokedilmesi olarak algılanan sembolik “çâr darp” erkânından geçme.

SAFA-I NAZAR Erenlerin yardım eden manevi bakışları.

SAKA Ar. a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, su dağıtma, su ile kutsama görevini yerine getiren kimse.

  • Saka suyu: Sembolik olarak içirilerek bilgiyle yıkanma anlamında iç abdesti aldırılan su.

SÂKİ Ar. a. 1) Bütün feyz ve sevginin kaynağı anlamında Tanrı. 2) Cennet’te, kutsal ırmağın suyunu dağıtan, canlara sevgi ve birlik içkisini sunan kimse anlamında Hz. Ali. 3) Tanrı’nın sevgisini ve nurunu saçan kimse anlamında Pir-i Tarikat [Hace Bektaş Veli] ya da insan-ı kâmil. 4) Kimi bölgelerde, cemdeki on iki hizmet sıralamasına giren; şerbet, dem dağıtma; şerbet, dem şişelerini ve kadehlerini temizleme görevini yerine getiren kimse.

  • Sâki-i Kevser: Hz. Ali.

SECCADE Ar. a. Post 2) Tarikat kapısının VIII. makamında açıklanan; her zaman ve her yerde Tanrı tecellilerinin huzurunda olduğunu bilme. 3) Aynı kapının aynı makamında açıklanan; tanrısal tecelli olarak algılanan şeye, insana büyük bir saygı ve sevgi besleme; Tanrı sevgisini tecellisine aktararak aynı sevgiyi onda yaşama, bulma.

  • Seccadeye geçmek: Posta oturmak.

SECCADENİŞİN Ar.+Fars. a. Postnişin.

SECDE Ar. a. Ayinlerde ya da namazda, makama ya da makamı temsil eden şeye, kimliğe saygı için yere kapanma, eğilme ya da bu davranışla gerçekleştirilen durum.

  • Secde niyâzı etmek: Cem âyini sırasında, hizmet sahibi ve “meydan”daki kişilerin, diz üstü gelip, yere koydukları sol ellerinin üstüne sağ ellerinin parmaklarını koyarak sağ ellerinin işaret parmaklarının üstünü üç kez (Allah, Muhammed, Ali aşkı için) öpmeleri. Krş. niyaz almak.

SEKİL Kabahat işleyenlerin boynuna takılan taş, kabahat taşı.

SEMAH Ar. a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, cem ve muhabbet toplantılarında müzik eşliğinde yapılan kutsal dans.

  • Semah dâr’ına durmak: Cemaatin ve dedenin önünde semah dönmeye hazır olduğunu bildirmek için, niyaz ederek meydanın ortasına gelip, ayaklar mühürlenmiş, kollar göğüste çapraz, baş öne eğik durmak.
  • Semah dönmek: Semah adı verilen kutsal dansı gerçekleştirmek.
  • Semah nefesi: Semah dönülürken belli bir ezgiyle okunan nefes
  • Semaha durmak: Semah dönmek.

SEN

  • Seni sana teslim ettik: Yolda, eğitilerek akıl varlığı anlamında özgürleştirilen canın, artık dışarıdan bir yol göstericiye gereksinmesi kalmadığını dışa vuran özdeyiş.

SERÇEŞME Fars. a. 1) Suyun başı, kaynak, pınar. 2) Yolun asıl kaynağı, yolun en ulu piri anlamında Hace Bektaş Veli.

SESSİZ

  • Sessiz Kuran: Kuran-ı Samit.

SEYAHAT Ar. a. 1) Tarikat yolcusunun, yol erinin Hak dostlarını görmek ve ilahi kudretin melekler evreni olarak algılanan melekût âlemine, gaybı tanımak ve tanrısal feyz almak için yolculuk etmesi. 3) Tarikat, yol adap ve erkânına aykırı davranarak düşkün durumuna düşene, suçunun gerektirmesi durumunda verilen, geçici ya da sürekli sürgün cezası.

  • Seyahat vermek: Düşkün durumuna düşene, suçunun gerektirmesi durumunda geçici ya da sürekli sürgün cezası vermek.

SEYİR Ar. a. Kâmil insan olmanın kanıtı anlamında; Tanrı’ya, Tanrı’yla ve Tanrı’dan yapılan yolculuk.

  • Seyr anillah (Allah’tan yolculuk) : Seyrü süluk aşamaları sıralamasında dördüncü sırada yer alan ve Tanrı’dan halka dönme olarak algılanan makam.
  • Seyr fillah (Allah’ta yolculuk) : Seyrü süluk aşamaları sıralamasında ikinci sırada yer alan, Tanrı’ya ulaşan tarikat yolcusunun, yol erinin Tanrı niteliklerini kazanma süreci olarak algılanan makam.
  • Seyr illallah (Allah’a yolculuk) : Seyrü süluk aşamaları sıralamasında ilk sırada yer alan, beşeri isteklerden sıyrılarak tanrısal iradeye teslim olma olarak algılanan makam.
  • Seyr maallah (Allah’la birlikte yolculuk) : Seyrü süluk aşamaları sıralamasında üçüncü sırada yer alan, ikiliğin ortadan kalkması ve her şeyin tanrısal olması olarak algılanan makam.
  • Seyr-i nüzul: Kavs-i nüsul.
  • Seyr-i uruc: Kavs-i uruc.
  • Seyrü süluk: Tanrı yolundaki tarikat yolcusunun, yol erinin, seyr illallah, seyr fillah, seyr maallah ve seyr anillah makamlarını geçerek Tanrı’ya varmak ve Tanrı’dan halka dönmek için yaptığı manevi yolculuk.
  • Seyrü süluk çilesi: Seyrü süluk yolculuğuna hazır duruma gelmiş canın, bu durumunun kanıtlanması bağlamında yalnız başına kalarak kendini dinlemesi biçiminde gerçekleştirilen çile.
  • Seyrü süluk görmek: Tarikat yolcusu, yol eri, seyrü süluk yolculuğuna başlayıp manevi olarak yok olmak; doğa olandan doğa olmayana geçmek.
  • Seyrü süluk yolculuğu: Seyrü süluk’una başlamak ve onu tamamlamak için yapılan manevi yolculuk.
  • Seyrü süluku tamamlamak: Tarikat yolcusu, yol eri seyrü süluk yolculuğunu tamamlayarak Tanrı’dan halka dönmek.

SEYİDAN Ar. a. Hz. Muhammet’in iki torunu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin.

SEYİDE Ar. a. Hz Muhammet soyundan gelen kadın.

SEYİT Ar. s. ve a. Seyitler soyundan olan (kimse, topluluk).

  • Seyitler: Hz. Muhammet soyundan olanlar.

SEYRAN Ar. a. Gezme, gezinti.

  • Seyran etmek: Gezmek.
  • Seyrana çıkmak: Gezintiye çıkmak.

SEYYAH Ar. a. 1) Bir derviş ya da cana bir haberin ulaştırılması, o derviş ya da canın ziyaret edilmesi için verilen görev. 2) Bu görevi yerine getiren kimse. 3) Seyahat.

  • Seyyah çıkarmak: 1) Bir derviş ya da cana bir haber ulaştırmak, o dervişi ya da canı ziyaret etmek için görev vermek. 2) Bu görevi yerine getirecek kimseyi belirleyerek hizmete başlatmak. 3) Seyahat vermek.
  • Seyyah derviş: Gezgin derviş.
  • Seyyah vermek: Seyahat vermek.

SIBTEYN Ar. a. Hz. Muhammet’in iki torunu; Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin.

  • Sıbteyn-i Mükerremeyn: Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin.

SIDK Ar. a. 1) Tarikata, yola candan bağlanma. 2) Yalandan başka bir şeyin insanı kurtaramayacağı hallerde bile doğruluktan ayrılmama, hak olanı söyleme. 3) Kişinin inancında şüphe, halinde leke, davranışlarında kusur olmaması; özün söze, davranışa uyması durumu.

  • Sıdk-ı bütün: Tam bağlılık.

SIR Ar. a. 1) Hak’kın gayb durumuna getirdiği, ancak halka bildirmediği şey. 2) “Tanrı Evi” olarak tanımlanan insan gönlünde tecelli eden ve ancak nefsin isteklerinden sıyrılıp içe kapanışla, derin düşünceye dalmakla öğnenilen tanrısal gerçek.

Alevîlik-Bektaşîlikte, hem “dede” ile “tâlip” arasında, hem de Alevî-Bektaşî olmayanlara karşı saklanıp muhafaza edilen “sır/sırlar” vardır. “Ser verilir, sır verilmez.” düsturu gereği, “yol”un bu gizli bilgileri, gizliliğini koruyarak gönülden gönüle aktarılır; yazılmaz ve söylenmez, sadece yaşanır.

  • Sır dili: Yol insanının, kalabalık içinde başka bir yol insanına kendini ya da bir şeyi anlatırken   kullandığı ve yalnızca kendilerinin anladığı simge /sembol dili.
  • Sır sucu: Bk. Kadıncık ana.
  • Sır suyu: Kırklar Cemi’nde Hz. Fâtıma’nın dağıttığı suya izafeten, cem âyinlerinde bir hizmet şekli olarak Hz. Fâtıma’yı temsilen bir bacı tarafından dağıtılan, “yol”un gizlerinin tüm canlar tarafından gönülde hissedilmesini sağladığına inaılan dualanmış su.
  • Sır etmek, sırlamak: 1) Duyulması istenmeyen bir düşünce ya da olayı saklamak, gizlemek. 2) Dem içmek. 3) Çerağ dinlendirmek.
  • Sır olmak: Hak’ka yürümekç
  • Sır örtüsü: Tanrısal gerçeğe ulaşmada var olan ya da ortaya çıkan engel; akla aşkın   olmayan ancak duyulara aşkın olan, akıl yürütmeyince aşılamayacak durumda bulunan şey.
  • Sır saklama: Yol, tarikat bilgisini dışarıya açmama.
  • Sırra ulaşmak (ermek) : Aşk-nefs çatışması içine giren yol erinin, aşkın egemen olmasıyla    tanrısallıkla bütünleşmek.

SİDRE

Sidre-i münteha, sidret-ül münteha: Göğün yedinci katında olduğuna inanılan ve miraç yolculuğu sırasında Cebrail tarafından Hz. Muhammet’e gösterilen ağaç.

SİMURG Fars. a. Anka.

SİTEM Fars. a.Mürüvvet dileyen düşkünden; uygun görülmesi durumunda, suçtan mağdur olanların zararını ödemek için tazminat olarak alınan para.

  • Sitem çektirmek: Düşkün kaldırma erkânında veya cezalı olan bir canın görgüsü sırasında, cezalı cana “meydan”da çelik vurarak, ateşe bastırarak veya sözlü olarak paylayarak ceza vermek, acı çektirmektir.
  • Sitem görmek: Sitem cezasına çarptırılmış olmak.
  • Sitem sürülmek: Sitem cezası verilmek.
  • Sitem vurmak (urmak) : Mürüvvet dileyen düşküne sitem cezası kesmek.

SİTEMLİ s. Sitem cezasına çarptırılmış olan.

  • Sitemli olmak: Sitem cezasına çarptırılmış olmak.

SOFRA Fars. a. Bilgiyle, bilimle yıkanma yeri anlamında kulaktan beslenme mekanı, eğitim mekanı.

  • Sofra gülbankı: Sofracı ve ferraşın hizmetlerini görmesinden sonra sakanın getirdiği suya mürşidin okuduğu gülbank.
  • Sofra süreği: Alevi meydanı.
  • Sofra tercümanı: Sofranın açılışında okunan tercüman.
  • Sofranı açık tut: Ahiliğin ilkeleri sıralamasında yer alan, elaçıklığını ve yardımlaşmayı simgeleyen ikinci ilke.

SOFRACI a. Cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, sofrayı kurma, kaldırma görevini yerine getiren kimse. Bk. Kamber.

SOHBET Ar. a. Muhabbet.

  • Sohbet meydanı: Muhabbet meydanı.

SU a. Varoluş çevrimine göre, önsüz-sonsuz olarak algılanan ve varlık türlerini oluşturan dört öğeden biri.

  • Su orucu: Matem orucu.

SUÇLAMA a. Cemde, bir can diğer bir candan hakkı olduğunu, bunu ödemesi gerektiğini bildirme.

  • Suçlama daveti: Cemde, dâr’a duran canın, kendisinden hakkı olanların ortaya çıkması için yaptığı çağrı.

SÛFİ Ar. s. ve a. Tasavvuf felsefesine bağlı (kime, topluluk) .

SURET Ar. (suret, biçim, görünüş, kılık) a. 1) Tanrı’nın, dış dünyada ya da insan gönlünde tecellisi. 2) Hak’kın sureti anlamında insan-ı kâmil. 3) Don.

  • Suret değiştirmek: Don değiştirmek.
  • Suretten surete girmek: Dondan dona girmek.

SÜLUK Ar. a. Tarikata, yola girme.

  • Süluk etmek: Tarikata, yola girmek.
  • Süluk görmek: Tarikata, yola girmiş olmak.
  • Süluk yoldaşı: İkrar kardeşi.

SÜREK a. Kimi bölgelerde Köy Alevilerinin ikrar ayinine verdikleri ad.

ŞAH Fars. a. 1) Manevi dünyanın, bâtıni bilgi dünyasının sultanı anlamında Hz. Ali’ye, diğer imamlara ve kimi tarikat, yol ulularına verilen ad, unvan. 2) Hem bu dünyanın, hem öbür dünyanın sultanı anlamında Hz. Muhammet’e verilen ad, unvan. 3) Bütün evrenin eşsiz ve ortaksız yöneticisi anlamında Tanrı’ya verilen ad.

  • Şah-ı Kerbelâ: Kerbela şahı anlamında Hz. Hüseyin.
  • Şah-ı Kevneyn: İki dünyanın şahı anlamında Hz. Muhammet.
  • Şah-ı Merdan: Yiğitlerin şahı anlamında Hz. Ali.
  • Şah-ı Şehidan: Şehitlerin şahı anlamında Hz. Hüseyin.
  • Şah-ı Velâyet: Velilerin şahı anlamında Hz. Ali.
  • Şah-ı Zülfikâr: Kılıç şahı anlamında Hz. Ali.

ŞAHADET

  • Şahadet günü: Hz Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edildiği gün.
  • Şahadet orucu: 12 Muharrem’de Zeynelabidin anısına tutulan bir günlük oruç.

ŞED  

  • Şedd-i şah: Hz. Ali kuşağı olarak algılanan şed, kemer.

ŞEHİT Ar. a. Nefsindeki kötülükleri yoketmek için girdiği savaşta ölen Alevi-Bektaşi.

  • Şehid-i Kerbelâ: Hz. Hüseyin.

ŞERİAT Ar. a. Dört kapı öğretisine göre, insan-ı kâmil aşamaları sıralamasında ilk sırada yer alan ve abidlerle özdeşleştirilen; insanın yol kurallarına uyma ve yol ulularına saygı yoluyla kendini eğitmesi evresi; şeriat kapısı.

  • Şeriat bilgisi: Yol kurallarına, yol ulularına ilişkin bilgi.
  • Şeriat evi: Nasip alıp yola girecek canın, tören yapılmadan önce hazırlandığı, yani yol kurallarını yeniden gözden geçirdiği, abdest alarak kefen giydiği yapı bölümü, yer.
  • Şeriat kapısı: Şeriatç
  • Şeriat kavmi: Abidler.

ŞERİF Ar. a. Hz. Muhammet’in torunu, İmam Ali’nin oğlu Hz. Hasan soyundan gelenlere verilen unvan.

ŞEVK Ar. a.Tarikat kapısının onuncu makamında açıklanan; İnsan gönlünün Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkusu.

  • Şevke ermek: Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkuyu duymak.

ŞİA Ar. a. 1) Hz. Ali’nin yandaşları; Şia-i Ali. 2) Şiilik.

  • Şia-i Ali: Şia.
  • Şia-i İmamiye: Caferilik.

Şİİ Ar. s. ve a. Şiiliği benimsemiş olan (kimse, topluluk) .

ŞİİLİK a. Hz. Muhammet’ten sonra Ali bin Ebu Talip’in vasiyet yoluyla halife atandığına inanan Ali Yandaşlarının (Şia-i Ali) oluşturduğu, ehli sünnet dışı heterodoks dinsel/inançsal-siyasal hareket.

ŞÜHUD Ar. a. Var olma, görünür durumda olma.

  • Şühud âlemi: Âlem-i şühud.

TAÇLAMA DÜVAZI a. Tevhitte, kutsal olarak algılanan tarikat, yol ulularının adlarının anıldığı, kıta aralarında cemaatın “Lâ ilâhe illâllah/İllâllah Şah illâllah” diyerek vecd ve huşu içinde dalgalandığı düvaz.

TAFDİL

  • Tafdili Ali: Hz. Ali’yi üstün tutma.
  • Taharet-i sugra: Kimi ibadetlerin yerine getirilebilmesi için gereken ve el, ağız, burun, yüz, kol, ayak yıkama, başa ve enseye ıslak el gezdirme, kulağı temizleme biçiminde gerçekleştirilen küçük temizlenme; aptes.

TAKİYE Ar. a. Alevilere-Bektaşilere yönelik kırım ve baskılara karşı bir savunma biçimi olarak doğan ve zamanla yol kuralı durumuna gelen; tarikat, yol kurallarını ve bilgisini Sünnilere açmama, kendini gizleme kuralı.

  • Takiye sahibi olmak: Dışarıya sızdırılmaması gereken ve sır olarak algılanan yol bilgisini edinmiş olmak.

TÂLİP Ar. a. 1) Tarikata, yola girmek isteyen, Bektaşi/Alevi olmak isteyen kimse. 2) Bu amaçla ikrar ayinine alınan kimse.

  • Tâlip çerağları: Çerağ tahtının basamaklarına konan ve On İki İmam’ı simgeleyen on iki mum.
  • Tâlip ikrârı vermek: İkrar ayininden geçerek yola girmek.

TANRI a. 1) Kendiliğinden var olan, varlığı kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen, önsüz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin yaratıcısı durumundaki güç. [1] 2) Canlı ve cansız doğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi biçiminde algılanan doğanın canı, doğanın aklı, doğanın yeteneği.

  • Tanrı-doğa-insan: Doğasal diyalektiğin dışa vurumu olarak algılanan; aktif ilke durumundaki akl-ı kül ile pasif ilke durumundaki nefs-i kül arasındaki çatışmadan doğduğunu, sonuçta insanın evrenin kanıtı anlamında belirdiğini, zıtların birliği anlamında üçünün “bir”, birinin “üç” olduğunu savlayan ünlü üçleme.
  • Tanrı-Muhammet-Ali: Hak-Muhammet-Ali.
  • Tanrı’da yolculuk: Seyr fillah.
  • Tanrı’dan yolculuk: Seyr anillah.
  • Tanrı’nın aslanı: Hz. Ali.
  • Tanrı’ya yolculuk: Seyr illallah.
  • Tanrı’yla birlikte yolculuk: Seyr maallah.

TARİK Ar. a. Tutulan yol, izlenen yöntem.

  • Tarik-i âliye: Mürşidin manevi yönetimindeki inanç birliği anlamında yüce yol.
  • Tarik-i naci: Doğru yolu bulmuş, kurtulmuş kimse, topluluk.
  • Tarik-i nazenin: 1) Pirin manevi yönetimindeki inanç birliği anlamında Hacı Bektaş Veli yolu; Bektaşilik. 2) Pirin manevi yönetimindeki inanç birliği anlamında Balım Sultan yolu; Bektaşiliğin Babagan kolu.
  • Tarik-i necat: Tarikat yolu anlamında kurtuluş yolu.

TARİKAT Ar.) a. 1) Bir pirin, mürşidin Hakk’a ulaşmak için İslam dinini yorumlayarak oluşturduğu, kendine özgü kuralları, ilkeleri ve törenleri bulunan inanç yolu, gönül yolu, manevi yol. 2) Bu anlamda Bektaşilik. 3) Dört kapı öğretisine göre, insan-ı kâmil aşamaları sıralamasında ikinci sırada yer alan ve zahitlerle özdeşleştirilen; Bektaşiliğin kurallarını, ilkelerini ve törenlerini öğrenme, Hak yolunu bulma evresi; tarikat kapısı.

  • Tarikat aptesti: Taharet-i sugra.
  • Tarikat bilgisi: 1) Bir inanç kurumu olarak tarikata ilişkin her türden bilgi. 2) Tarikat kapısına eren yol erinin edindiği, tarikatın kurallarına, ilkelerine ve törenlerine ilişkin bilgi.
  • Tarikat ehli: Derviş.
  • Tarikat kapısı: Tarikat.
  • Tarikat kavmi: Zahitler.
  • Tarikat makamı: 1) Tarikat yolcusunun tarikat yolunda geçmek durumunda olduğu manevi aşamalardan her biri. 2) Post.
  • Tarikat piri: Tarikatın kurucusu ya da kurucularından olan ulu kişi, mürşit.
  • Tarikat yolcusu: Tarikat yoluyla Hakk’a ulaşmaya çalışan can.
  • Tarikat yolu: Tanrı’ya ulaşmayı sağlayan gönül yolu, manevi yol.
  • Tarikat-ı âliye: Tanrı’ya ulaşan yüce yol.
  • Tarikat-ı naci (naciye) : Tarikat inancında doğru yolu bulmuş, kurtulmuş can/canlar.

TARİKÇİ Ar.-Tr.a. Kimi bölgelerde, cemdeki on iki hizmet sıralamasında ilk sırada gösterilen; tarikatın/yolun kurallarını, törelerini, ilkelerini öğretme ve uygulama görevini yerine getiren kimse.

TASAVVUF Ar. a. Tanrı-evren-insan ilişkisini bir bütünlük içinde gören ve insanın tanrısal erdemlerle donanmasını, gönlün Tanrı sevgisine bağlanmasını amaçlayan dinsel-felsefi düşünce.

TAVK

  • Tav-k-ı haydari: Haydarilerin, Hz. Ali’nin kulu-kölesi olduklarının bir simgesi olarak boyunlarına taktıkları demirden halka.

TEBERRA Ar. a. Alevilik-Bektaşiliğin temel ilkelerinden biri durumunda bulunan; Ehlibeyt’e, Ehlibeyt soyundan gelenlere ve bunları sevenlere düşmanlık gösterenleri, fenalık edenleri sevmeme, bunları sevenleri de sevmeyip onlardan uzak durma; ilk üç halifeye, onlara saygı gösterenlere sevgisizlik, tiksinme ve nefret duyma ilkesi.

TECELLA Ar. a. Mürşide görünme, onu yürekte, gönülde duyma.

  • Tecellâ dolanmak/gezmek: Âyin-i cemlerde tarikat namazı kılınırken, iki rekat arasında pîrden başlayarak halkadaki diğer canlarla görüşüp niyazlaşmak, demektir. Tecellâ dolanmanın amacı, gönlü indirme (bk.), benliği atma, kin ve dargınlığı unutma ve Tanrı’yı insanda görerek ona niyaz etme, saygı göstermedir.
  • Tecella eylemek: Mürşide görünmek, onu yürekte, gönülde duymak.

TECELLİ Ar.) a. 1) Tanrısal niteliklerin nesnel varlıklarda görünüş alanına çıkması; Tanrı’nın nesnelerde görünmesi, nesnelere yansıması. 2) Tanrı nurunun, Tanrı’nın evi olarak algılanan gönüllerde belirmesi, sezilir duruma gelmesi.

TEKBİR Ar. a. Kimi tarikat, yol törenlerinde ve kurban tığlanırken, özel bir ezgiyle okunan Allah’ı, Muhammet’i, Ali’yi ve piri ululama duası; tekbir duası.

  • Tekbir getirmek: Tekbir duası okumak.

TEKBİRLEMEK f. 1) Tekbir duası okumak. 2) Tekbir duası okuyarak bir şeyi kutsamak.

TEKKE Ar. a. Mürşit ve müritlerin içinde yaşadıkları, ibadet ettikleri ve tarikat, yol törenlerini düzenledikleri, nefsin terbiye edildiği, ruhsal olgunlaşmanın sağlandığı, cemaatın dinsel ve toplumsal yönden eğitildiği bir makam olarak algılanan yer, yapı ya da yapılar topluluğu.

TEKKENİŞİN Ar.+Fars. a. Bir tekkede postta oturan en üst yetkili.

TELKİN Ar. a. 1) Müride, mürşidin verdiği öğüt. 2) Tevhidin dereceleri sıralamasında yer alan, şeriat kapısından tarikat kapısına girme aşaması.

  • Telkin töreni: İkrar ayini.

TEMAŞA Fars. a. Yüksek olgunluk aşamasına ulaşmış tarikat yolcusunun, yol erinin, derin düşünceye dalarak, gerçeklik evrenini kendi içinde gözlemlemesi, gönlünde tanrısal görüntüleri seyretmesi.

TEMENNA: Saygı ile eğilmek anlamındadır. Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken sağ el önce göğse, sonra dudaklara ve alına götürülür. Bu ifadeler, “Kalbimde yeriniz var, isminiz ağzımda (sizi hep anarım), hep aklımdasınız” anlamındadır.

  • Tecella ve temenna: Dedenin huzurunda dara duran bir talip dededen dar duasını alır, niyazını yapar. Daha sonra dede dardaki talibe veya taliplere “Tecella, temenna Hak’ka yazıla, tecellanız temiz, yüzünüz ak ola. Tecella gören cehennem ateşi görmeye.” şeklinde dua eder.

TEMENNİ Ar. a. 1) Tanrı’dan dilekte bulunma. 2) Mürşitten belli bir konuda yetki isteme ya da bir hizmetin yapılabilmesi için ondan onay bekleme.

TEMKİN Ar. a. 1) Kendini Tanrı yoluna adayan tarikat yolcusunun, yol erinin bu yolda inançlı ve kararlı olması. 2) Tarikat yolcusunun, yol erinin masivaya yüz çevirmesi.

TEN Fars. a. Kişi kimliğinde görünüşe taşınan tanrısal özün ruh zarfı.

  • *Ten gözünü kapatıp can gözünü açmak: Biyolojik yapımızın görme organı olan     gözlerimizle algılamamızı yetersiz görüp gönül bilgisinin gücüyle düşüncede görmeye başlamak.
  • *Ten kıblesi: Meydan taşı.

TENASÜH Ar. a. Ruh göçü.

TENASÜHİ Ar. s. 1) Ruh göçü ile ilgili, ruh göçüne ilişkin olan. 2) Ruh göçüne inanan.

TENNURE Ar. a. Dervişlerin giydiği, teni nurlandırdığına inanılan, ince kumaştan yapılmış, düz yakalı, kollu, önü yukarıdan aşağıya açık, geniş, uzun etekli bir giysi.

TERCÜMAN Ar. a. 1) Belli bir hizmete başlarken okunan, kısa ve çoğu Türkçe, nesir ya da manzum biçiminde düzenlenmiş, Alevilik-Bektaşilik inancını, düşüncesini öz olarak veren dua. 2) Anadolu Alevilerinde, eti parçalanmadan doğrudan doğruya karakazanda haşlanan kurban. 3) Sitem.

  • Tercüman kurbanı: Görgü cemi.
  • Tercüman lokması: Parçalanmadan doğrudan doğruya karakazanda haşlanan kurban eti.

TERK Ar. a. 1) Tarikata, yola bağlanarak tutkulardan, geçici isteklerden sıyrılma. 2) Tutkularından arınarak, geçici isteklerinden sıyrılarak kendi özünü, varlık hakkını bilme.

  • Terk-i dünya: Üç terk sıralamasında ilk sırada yer alan, geçici olarak algılanan dünyaya, dünya nimetlerine bağlanmama aşaması.
  • Terk-i kelam: Sözden uzaklaşarak içten, gönülden konuşmaya dönme, yönelme.
  • Terk-i terk: Üç terk sıralamasında son sırada yer alan, geçici olarak algılanan ve terkedilen bu dünyanın ötesinde ahiretin de terkedilmesiyle ulaşılan, kişinin özünde Tanrı ışığından başka bir varlığın bulunmaması aşaması.
  • Terk-i ukba: Üç terk sıralamasında ikinci sırada yer alan, bu dünya gibi geçici olarak algılanan ahirete, Cennet’in vereceği mutluluğa bağlanmama aşaması.

TESBİH Ar. a. Tanrı’yı, eksiklik ve kötülük bildiren niteliklerden uzak tutma; O’nun şanını yüceltme.

Tesbih etmek: Tanrı’yı kutsayan, ululayan sözleri yinelemek.

TESLİM Ar. a. Mürşide kendini verme, onun buyruğu altına girme.

Teslim halkası: 1) Mücerret canların kulaklarına taktıkları küpe. Hazreti Ali’nin atının nalının simgesi. 2)Takanın Alevî-Bektaşî olduğunu gösteren, ortası delik, kulağa küpe gibi takılabilen ve 12 dılılı (köşeli) mermerden özel olarak yapılmış halka.

“Mengüş” de denilen teslim halkası, tek olarak sadece bir kulağa takılır. Krş. Teslim taşı. 

Teslim olmak: Mürşide kendini vermek, onun buyruğu altına girmek.

Teslim taşı: Boyuna asılan oniki uçlu yıldız taş. 

Teslim-i rıza: Kendi rızasıyla teslim olma.

TEVELLA Ar. a. Alevilik-Bektaşiliğin temel ilkesi durumunda olan Ehlibeyt ve Ehlibeyt soyundan gelenleri sevme, onları sevenleri de sevme.

  • Tevella etmek: Ehlibeyt ve Ehlibeyt soyundan gelenleri sevmek, onları sevenleri de sevmek.
  • Tevella ve teberra etmek: Ehlibeyt ve Ehlibeyt soyundan gelenleri sevmek, onları sevenleri de sevmek; Ehlibeyt’e ve Ehlibeyt soyundan gelenlere ve bunları sevenlere düşmanlık gösterenleri sevmemek, bunları sevenleri de sevmemek.

TEVHİT Ar. a. 1) Bütün varlık türlerinin Tanrı’da bir olduğuna inanma; Tanrı’dan başka varlık tanımama; Tanrı’nın birliği. 2) Alevilik-Bektaşilik törenlerinin temel kurallarından biri durumunda olan; Tanrı’nın birliğini, Ali’ nin Tanrı’nın velisi olduğunu vurgulayan ve cemlerde müzik eşliğinde söylenen şiir.

  • Tevhit çekmek: Cem sırasında değişik bölümlerde cemaat, tempo tutarak tevhidi okumak ve tempoya uyarak vecd ve huşu içinde sağa-sola sallanmak.
  • Tevhit semahı: Cem töreninde dönülmesi zorunlu semahlar sıralamasında yer alan bir semah.

TEVİL Ar. a. Kuran’ın manevi yönünü anlamak için yapılan yorumlama; ayet cümlelerini dış görünüşlerinden kurtararak aslına çevirme; Tanrı bildirimlerinin zâhirini bâtınına çevirme işi.

TIĞ-I BATIN: Nereden geldiği bilinmeyen felaket.

TIĞ-I BENT Fars. a. 1)İkrar ayininde, mürşit tarafından üç düğüm atılarak nasip alan canın beline yöntemine uygun biçimde bağlanan, o gün tığlanan kurbanın yününden örülmüş kuşak. 2) Alevîlik-Bektaşîlikte, ikrar verip “yol”a girmek üzere hazırlanan kişinin boynuna veya beline bağlanan beyaz mendil veya kuşaktır. “Ölmeden önce ölünüz.” hadîsinin gereği, “kefenlenme”yi sembolize eden bel veya boyundan bağlanma ile, kişi ölmeye hazırlanmış, ikrar verme ile de yeni bir hayata başlamış sayılır.

TIĞLAMAK f. Bir hayvanı, kurbanı kesmek.

TRAŞ

  • Traş erkânı: Çar darp.

TURNA a. Hz. Ali ile ilişki içinde olduğuna inanılan ve bu nedenle kutsal kabul edilen kuş.

TURAB

  • Turab olma: Hakikat kapısının on makam sıralamasında yer alan, herkesin ayak toprağı anlamında alçakgönüllü olma.

UBUDİYET Ar. a. Kulun, kişisel isteklerinden öte Cennet umudu ve Cehennem korkusundan da sıyrılarak, tüm varlığıyla kendini Tanrı yoluna vermesi.

UTANMA a. Marifet kapısının 5. makamında açıklanan; yakışıksız davranışlardan, uygunsuz işlerden kaçınma ya da kınanma, ayıplanma endişesiyle bir şeyi yapmaktan ya da yapmamaktan sıkılma durumu.

UYANDIRMAK f. 1) Çerağları yakmak. 2) Ocağı tutuşturmak; tutuşturup alevlendirmek. 3) Bir kimseyi düşünce bakımından anlayışlı duruma getirmek. 4) Bir kimseye doğru, yolu göstermek; nasip vermek, el vermek.

UYARICI a. Mürşit.

UYARMAK f. 1) Çerağları yakmak. 2) Ocağı tutuşturmak. 3) Bir kimseye doğru yolu göstermek; nasip vermek, el vermek.

UZLET Ar. a.Tanrı’yla baş başa kalmak için yararsız kalabalıktan ayrı yaşama.

ÜÇ a. 1) Hak-Muhammet-Ali üçlemesini simgeleyen sayı. 2) Alevi-Bektaşi terbiyesinin temelini oluşturan eline-beline-dilinesözcüklerini simgeleyen sayı. 3) Mürit-rehber-mürşit üçlemesini simgeleyen sayı. 4) Varoluş çevrimine göre dört unsurdan oluşan mevalid-i selaseyi (üç âlem) simgeleyen satı.

*Üç yüz altmış menzil: Tarikat yolunda, yolda, olgunluk aşamalarının simgeleri olarak algılanan, Güneş’in Dünya çevresinde (eskiden Dünya’nın Güneş çevresinde değil, Güneş’in  Dünya çevresinde döndüğüne inanılırdı) dolanırken geçtiği kabul edilen üç yüz altmış durak. 

ÜÇLEME a. 1) Alevilikte; doğatanrıcılık temelinde yapılanıp biçimlenen ve doğasal diyalektiğin dışa vurumu olarak algılanan, üçü bir, biri üç inancının taşıyıcısı olan Tanrı-doğa-insan. 2) Alevilikte; insantanrıcılık temelinde yapılanıp biçimlenen ve toplumsal diyalektiğin dışa vurumu olarak algılanan, üçü bir, biri üç inancının taşıyıcısı olan Hak-Muhammet-Ali”. 3) Tanrı-doğa-insan veHak-Muhammet-Ali anısına tarikat, yol adap ve erkânında bir şeyi üç kez yapma. 4) Hıristiyanlıkta teslis.

ÜÇLER a. 1) Hak-Muhammet-Ali. 2) Muhammet-Ali-Fatma. 3) Ali-Hasan-Hüseyin. 4) Gayb erenlerinden bir kutup ve iki imamdan oluşan üç ulu ermiş.

ÜMMÜL KİTAP: İnsan yüzünün diğer bir adıdır. İnsanın yüzünde bulunan yedi delik, Fatiha suresindeki yedi ayeti temsil eder. Buna Sebbel mesan da denilir.

ÜNS Ar. a. Tanrı vergisi olan hallerden biri olarak algılanan, tanrı katında bulunmak ve tanrısal güzelliği duymakla mutluluğa erişme.

ÜSTAT Fars. a. 1) Pir. 2) Mürşit.

VAHDET Ar. a. 1) Tanrı’ya yakın olma, Tanrı’yla bir olma. 2) Tanrı’yla baş başa kalmak için uyku durumuna geçme, bir başına, yalnız kalma. 3) Tanrı-doğa-insan üçlüsünden oluşan birlik; bu anlamda Tanrı. 4) Hak-Muhammet-Ali üçlüsünden oluşan birlik; bu anlamda Tanrı.

*Vahdet sırrı: Tanrı sırrı, tanrısal sır.

*Vahdet şarabı: Kendi varlığından geçerek tanrısal olana yönelmenin bir aracı olarak   algılanan şarap.

*Vahdet-i ilahi: Tanrısal birlik.

*Vahdet-i mevcut: Varolanların birliğini, varolan olduğu için bir var edenin bulunduğunu, varolanların varlığının Tanrı’nın varlığını kanıtladığını savunan tasavvuf anlayışı ve felsefesi.

*Vahdet-i vücut: Varlığın birliğini, var edenle var edilenin bir olduğunu, var edenin varlığı nedeniyle varlıkların varlaştığını savunan tasavvuf anlayışı ya da felsefesi.

VAHİD Ar. a. İnsan-Tanrı-evren ya da Hak-Muhammet-Ali üçlüsünün birliği anlamında Tanrı.

VAHİY Ar. a. 1) Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi. 2) Peygamber’e ilham edilen tanrısal kelam ve haber.

VARİDAT Ar. (varidat, akla gelen, içe doğan düşünce) a. Hak’tan kulun gönlüne, kalbine gelen anlamlar; içte beliren tanrısal haller.

VARLIK a. Görünüş alanına çıkmış Tanrı.

*Varlık birliği: Vahdet-i vücut.

*Varlık dairesi: Varoluş çemberi.

*Varlık dönemleri: Edvar-ı vücut.

*Varolanların birliği: Vahdet-i mevcut.

VAROLUŞ a. Eyleme geçen Tanrı’dan “ışık” donunda fışkıran, taşan özün maddi ya da manevi varlıklar durumunda var olması hali.

*Varoluş çemberi: Tanrı’dan fışkıran, taşan özün akl-ı evvelden âlem-i şühuda inerken çizdiği düşünülen kavs-i nüzul ile alem-i şühuddan çıktığı kaynağa (Tanrı’ya) yükselirken çizdiği düşünülen kavs-i uruc eğrilerinden oluşan daire.

*Varoluş çevrimi: Varoluş çemberi üzerinde kendini dışa vuran, tektanrıcı dinlerin yaradılış tasarımına karşı bir başkaldırı niteliğinde olan, doğanın canının ışık biçiminde eyleme geçmesiyle görünen ya da görünmeyen varlıkların belirmesi hali.

VELİ Ar. a. Velayet aşamasına, makamına ulaşarak ölümsüzlüğe kavuşmuş yüce insan.

VELİYULLAH Ar. a. Tanrı ermişi anlamında veli.

VELİYYİ EMİR: Hz. Ali’nin diğer bir ismi.

YA Ar. (ya) ünl. Coşkulu seslenme sözü.

  • Ya Ali, ya Şah: Ali’ye seslenme sözü.

YAKİN Ar. a. Gönül bilgisi bakımından olgunluğun en yüksek aşamasına çıkmış tarikat yolcusunda, yol erinde bulunan ve dolaysız olarak sağlanan kesin bilgi.

  • Yakin nuru: İnsan-ı kâmilin gönlüne doğrudan doğruya gelen ve tanrısal gerçekliğin kavranmasını sağlayan Tanrı ışığı.

YAS a. Matem.

  • Yas ayı: Matem ayı.
  • Yas orucu: Matem orucu.

YASAVUL (PAZVANT, BEKÇİ) Kırklar Cemi’nde İmam Muhammed Mehdî’nin hizmetine izafeten, cem âyininde bu görevi üstlenen ve cem evine giriş çıkışları düzenleyen, yardımcıları ile birlikte cemde bulunan canların ev ve mallarını koruyan kişidir. Bk. Pervane.

YEDİ a. İmam Ali’de bulunduğuna inanılan yedi üstün sıfatı; Yediler’i; tarikatta, yolda bulunan yedi erkânı; Fatma Ana kuşağının yedi rengini; insanın başında yer alan yedi deliği; yedi gök ve yedi tamuyu simgeleyen sayı.

  • Yedi abdal: Yediler.
  • Yedi ulu ozan: Nesimi, Fuzuli, Pir Sultan, Hatai, Yemini, Virani ve Kul Himmet.

YIL ABDESTİ ALMAK Yılda bir kez yapılan “görgü cemi” ile kişinin bir yıllık hesabını yapıp kul hakkından kurtularak gönlünü temizlemesi, Hakk’a yaklaşmasıdır. Bk. Gönül abdesti almak.

YİRMİDÖRT BACI Kerbelâ’da İmam Zeynel Âbidin’in etrafında pervâne gibi dönüp dua ederek İmam’ı Yezid askerinin şerrinden koruduğuna inanılan yirmi dört bacıdır Bunlar, Hz. Hüseyin’in yanında bulunan eşi, kızları, kız kardeşleri ve akrabası olan yirmi dört kadın ve kızdır. Krş. beş bacı.

Cem âyininde, Kerbelâ olayında Hz. İmam Zeynel Âbidin ve “yirmi dört bacı”nın dert, tasa ve acılarının semah ile simgelenmesi demek olan Kerbelâ Semahı hizmeti sırasında seyyid veya derviş İmam Zeynel Âbidin’i, “beş bacı” ise “yirmi dört bacı”yı temsil eder (bk. Çağlayan, 2002: 67-68, 202).

YOL a. Tarikat. Alevî-Bektaşî inanç ve ibadetlerinin tümünü ifade eder. Kurucularından dolayı “Muhammed-Ali Yolu” diye de bilinir.

  • Yol abdesti: Taharet-i sugra
  • Yol arkadaşı: Musahip.
  • Yol çocuğu: Yol evladı.
  • Yol ehli, yol erbabı, yol eri: Tarikata, yola girmiş, Ali yolunu, pir yolunu tutan can.
  • Yol evladı: Nasip almış can.
  • Yol hakkı: Hakullah.
  • Yol kalsın gönül kalmasın, yol cümleden uludur: Tarikat hükümleri geçerli kalsın, kimse yaptıklarından ötürü korunmasın. Tarikat yolu insanların suçlarından üstündür ( ceza verilmede kullanılır).
  • Yol kardeşi: Musahip
  • Yol kardeşliği: Musahiplik.
  • Yol rehberi: Yetenekli kimseleri tarikata, yola kazandırmaya çalışan kimse.
  • Yoldan düşme: İkrardan dönen, evlenilmesi yasaklanmış biriyle evlenen ya da zinada bulunan kimseye uygulanan, cemaattan sürekli kovulma cezası.

YÜREĞİ/GÖNLÜ PAYLAŞMAK Yüreğin dualanması ve En’am 118, Bakara 168-172, Mâide 87-88, Nahl 114, Mü’min 64, A’raf 31 âyetleri dayanak kılınarak yapılan lokma hizmetlerinde, “yürekçi” tarafından pişirilip doğranmış ve bir kap içine konulmuş yürek-böbrek, müsahip ceminde sadece dört eşit parçaya bölünerek müsahiplere yedirilir. Diğer canlara ise, yürek-böbrek yerine elma doğranarak ikram edilir.

YÜZ a. Tanrısal varlaşmanın eksiksiz olarak yansıdığı yer olarak algılanan insanın suratı.

  • Yüz sürmek: Bir teslimiyet belirtisi olarak yüzünü bir yere ya da kutsal bir şeye sürercesine eğilmek.

ZAHİD Şeriat kurallarına sıkı sıkıya bağlı, ödünsüz, kuralcı. Dindar anlamına da gelir.

ZÂHİR Ar. a. 1) Gerçek olan görünmeyen alanın (bâtının) bir yansıması olarak algılanan, görünen nesnel varlık alanı. 2) Şeriat olarak algılanan ve tanrısal teceliler biçiminde görünüş alanına çıkan varlıkların dış yüzü. 3) Batından habersiz olan ve zahirle yetinen, tarikat, yol dışından kimse.

*Zâhir âlemi: Duyularla algılanabilir görünür âlem.

ZÂHİRİ Ar. s. Görünürde olan, görünen, dışsal.

*Zâhiri hükümler: Bu dünyaya ilişkin hükümler.

ZAHİT Ar. a. 1) Toplumdan uzaklaşarak, içe kapanma yoluyla kendini tarikat, yol inancına veren ve tarikat kapısıyla özdeşleştirilen kimse. 2) Tevella ve teberradan habersiz, ham ruhlu, olgunlaşmamış kimse.

ZÂKİR Ar. a. Cemde, on iki hizmet sıralamasında yer alan, deyiş, düvaz, miraçlama söyleme ve saz çalma görevlerini yerine getiren kimse.

ZAT Ar. a. 1) Varlığın özü. 2) Tanrı.

*Zat-ı Ahadiyet: Tanrı.

*Zat-ı İlahi: Tanrı.

*Zat-ı Mutlak: Tanrı.

ZAVİYE Ar. a. Büyük tekkelere bağlı küçük tekke.

ZAVİYENİŞİN Ar.+Fars. a. Bir zaviyede postta oturan en üst yetkili.

ZEKÂT Ar. a. 1) Şeriat kapısının üçüncü makamında tanımlanan; tarikat yolunda, yolda Tanrı katına ulaşabilmek için kendi varlığından vazgeçme; kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme. 2) Şeriat kapısının üçüncü makamında tanımlanan; Benini yadsıyarak Birliki yani herkesin herkes için ortak benlerinin katılımıyla oluşan ve bağımsızlaşıp yabancılaşarak kutsal kökendurumuna yükselen toplumsal bilinci ya da topluluk bilincini aklama; bu yolla toplumsallaşma; toplumsallaşarak topluluğu ya da toplumu günahlarından/eksikliklerinden temizleme. 3) Şeriat kapısının üçüncü makamında tanımlanan; kendi bilgisinden diğer insanları yararlandırma; bu yolla kendini temizleme; kendindekini bir başkasına aktararak toplumsallaşmaya/topluluk ya da toplum bilincinin oluşmasına katkıda bulunmak.

ZEMBİL

*Zembil alma: Tarikat kapısının sekizinci makamında tanımlanan; evrenin sılarını bilm kavrama durumu ya da uyarıcıdan alınan bilgi; gönül yoluyla elde edilen sezgisel akıl.

ZEVK Ar. a. 1) Tanrı sevgisinin tadına varılmasıyla ulaşılan manevi haz. 2) Tanrı’nın bir yansıması olarak algılanan varlıkları gözlemlemeyle ulaşılan manevi hoşnutluk. 3) Eğitilme sürecine girip kendini bilmeye başlamayla beliren haz durumu.

*Zevk etmek: Eğitilme sürecinde anlama ve özümsemeyle belirgin derin bir hazza, mutluluğa   ulaşmak.

ZİKİR Ar. a. 1) Tarikat, yol törenlerinde Tanrı’nın adını anma ve yineleme. 2) Tarikat, yol törenlerinde Hak-Muhammet-Ali ya da On İki İmam adlarını anma, söyleme.

ZİNA Ar. a. 1) En ağır suçlardan biri durumunda bulunan, cemaattan kovulmayı, canlar arasından bir daha dönmemek üzere uzaklaştırılmayı gerektiren, evlilik bağlantısı dışında cinsel ilişki. 2) Tarikat, yol bilgisini, kendisinden söz alınmayan birine verme.

ZİNDAN Fars. a. 1) Masiva 2) Nefs.

ZULMET Ar. a. Varlıkların görünür duruma gelmeden önce bulundukları yer olduğuna inanılan ve karanlıklar ülkesi biçiminde bilince çıkan, duyularla algılanamayan, görünmeyen, bilinmeyen âlem.

ZÜHT Ar. a. Dünyasal isteklerden sıyrılarak kendini Tanrı yoluna, tarikat yoluna adama.

*Zühd-ü takva: Tarikat yoluna kendini adama ve Tanrı’dan korkma.

ZÜLFİKÂR Ar. a. Hz. Ali’nin çatal kılıcı.